Kendini yaşadığı coğrafyanın bir parçası olarak gören Anadolu insanı dağın, taşın, toprağın, derenin, nehrin kanla kirletilmesine asla izin vermiyor aslında. Ruhumuz bunu hazmedemiyor. Bence sevgili Halil İçöz’ü Salavat Tepe’yi yazmaya zorlayan dürtü de bu.
– Salavat Tepe Sivas’ın Divriği ilçesinde bu dünyayla öte dünya arasında duran, ama aynızamanda her iki dünyayı iç içe koyan bir yer. Buyüzden olsa gerek toprağı kan kırmızı, ve her bir taşı uzun bir ömrün bile kaldırmaya yetmeyeceği kadar ağır kahırla yüklü.
– Neden?
– Çünkü günahkar…! Daha 10-12 yaşındaki bir çocuğu Salavat getirip linç ettikten sonra ağaca asan Hamidiye askerlerinin sözde “kahramanlik hikayesine” mekan olmuş da ondan. Sence şimdi okul kitapları yazmasa bile bu tepe kalkıp bu günahı söylemez mi?
– Söyler elbet…!
– İşte o söylemiş ki, Vedat da dinleyip Halil’e anlatmış, Halil toprağın-taşın dilini bildiğinden Türkçe’ye çevirip kitabını yazmış. Yoksa ben Salavat tepenin nelere şahit olduğunu nereden bilecektim…?!”
“Yazmasaydım çatlardım.”
Yukardaki satırlar herhangi bir yerden alıntı falan değil. Halil İçöz’ün Ceylan yayınları tarafından basılan romanını okuduktan sonra yükselen iç sesimin bana söyledikleri. Salavat Tepe’yi okurken gerçekten çok zorlandım. Zorlanmamdaki sebep yazarın anlatım tekniği ya da dil kullanımıyla değil, tamamen kitabın konusuyla alakalı. Soykırım.
Ermeniler’e yönelik soykırım son yılların en güncel konusu. Resim sergilerinde, akademik çalışmalarda, roman ve şiirlerde, konferanslarda, filmlerde -ve hatta en kötüsü- biraz araştırmak istediğimiz aile hikayelerinde bile beklenmedik bir anda karşımıza çıkıyor. Korkunç katliamları duydukça boğazımıza yumruk yemiş gibi susup kalıyoruz.
Şimdi kalkıp “Bu durum güncel politik gelişmelerin bizi getirdiği bir noktadır. Tarihle yüzleşmemiz gerek.” diye zaten herkesin bildiği, ezber bir değerlendirme yapmak istemiyorum. Çünkü gittikçe daha çok yaklaştığım başka bir açıklama beni meşgul ediyor. O da coğrafya üzerindeki tarihsel olayların aslında geçmişte kalmadığı. Hatta unutmak ve unutturulmak istendiği halde (!!??), üçüncü kuşağa tekabül eden travmatik bir tepkiyle yeniden ortaya çıktığı, toplumsal hafızanın bugün zamanı geldiği için canlandığı…
Bu açıklamayı biraz da konuyla ilgili psiko-analitik gözlemlerini “Oh, meine Ahnen” adlı kitabında toplayan Anne Schützenberger’e borçluyum. (Almanca olarak okuduğum kitabın tanıtımını bir-iki yıl önce Mesele dergisi için yapmıştım. Kitap malesef Türkçe’ye çevrilmiş değil.) Anne Schützenberger Fransa’da tedavi etmeye çalıştığı bazı hastalarında kaynağı bilinmeyen birtakım semptomların geçmişteki kuşaklara kadar uzandığını tespit etmiş. Özellikle Ermeni ve Yahudi ailelerle yaptığı çalışmalar psiko analitik metodların denendiği seanslarda daha somut verilerin takip edilmesini sağlıyor. Böylece sezgilerin de geçmiş hayatlarda ruha kodlanan bilgilerle bağlantılı olduğu çıkarımını yapmamız mümkün.
Salavat Tepe’yi okurken roman kahramanlarının karakter özellikleri, birbirleriyle ilişkileri ve hayata karşı reaksiyonları da Schützenberger’in tespitlerini doğruladığından, Halil’i arayıp hangi motivasyonla kitabı yazdığını öğrenmek istedim. Halil, “Ya, oradaki kahraman Vedat var ya, işte o benim bir arkadaşım. Sivas’a gittiğinde dinlediği hikayeyi bana anlattı. Çok etkilendim. Günlerce aklımdan çıkmadı. Bunu yazmam gerektiğini düşündüm. Yazarken de romanı -nasıl olduysa çocuğun ailesi üzerinden kurguladım. Yani daha önceden bir şey planlamadım. Anlayacağın sanki bir şey beni bu kitabı yazmaya zorladı.” deyince ondaki motivasyonun aslında Schützenberger’in bahsettiği “Drang(Dürtü)” olduğunu farkettim. Buyüzden olsa gerek Halil’in son cümlesini şöyle anladım;
“Yazmasaydım çatlardım.”
Kitap hakkında
Kitabın ana figürü Vedat Sivas Divriği’ne üniversite eğitimine bağlı olarak, maden projesiyle ilgili bir araştırma yapmak için gider. Görüştüğü yaşlı köşgerden dinlediği hikaye onu öyle çok etkiler ki, sanki geçmişte yaşananlar gittiği her yerde karşısına çıkarak orada kaldığı süre boyunca ona eşlik eder. Şuşanig ile Hrant’ın aşkını birlikte yaşar nerdeyse, Hasan’ın ayakkabı yaparken taşıdığı sevinci, Fadile’nin iç hesaplaşmalarını, Agop ustanın hassas iç dünyasını sadece kendisinin gördüğü, sessiz bir film gibi izler.
Egemen anlatıcı zaman zaman Vedat’ın rüyalarında yakaladığı informasyonları da okuyucu ile paylaşır. Anlatıcının ifadesiyle Vedat kendisine anlatılan hikayeden “büyülenmiş” bir halde iki dünya arasında gidip gelir. Bu gidiş gelişleri, ruh alemiyle gerçek alemin zaman zaman kesiştiği, hatta iç içe geçtiği satırlarda okumak, hatta altını çizmek bile mümkün.
Romanın kurgusu Ermeni bir ailenin dramı üzerinde gelişir. Sogomon bölgenin ileri gelen, varlıklı tüccarlarından biridir. Eşi ve üç kızıyla birlikte huzurlu bir hayat yaşarken Ermeniler’in başta İstanbul olmak üzere pek çok bölgede devlet eliyle katledildiği duyumunu alır. Sıra onlara gelmeden kaçmak istediklerindeyse insanlık tarihinin en vahşi süreği, yani av zamanı başlar. Romanda tatlı bir esinti gibi başlayan aşk, sevgi, şefkat, aile, bağlılık, sadakat sahnelerinin yerine artık korku ve kaçış hakim olur.
Kitaptaki zaman kullanımıysa; klasik bir tarzda, yani kronolojik ele alındığı halde, anlatılan zamanın iki düzlemi olduğunu söylemek gerek. Vedat iki alem(hayal ve gerçek) arasında gidip gelirken, her iki alemdeki zaman akışının da birbirine paralel olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bazı yerlerdeyse okuyucu hayal dünyasındaki figürün uykuya dalmasıyla meşgulken, birden Vedat uyanır ve arkadaşlarıyla birlikte kahvaltı yaparak sohpete başlar. Bu satırlarda hem dünyalar hem de zaman kesişir ve sonrasında ayrılarak devam eder. Dil kullanımı da yöre insanlarının dil kullanımıyla aynıdır. Bu yanıyla anlatılar toplumsal-gercekçi bir perspektifle işlenmiş diyebiliriz.
Ancak Vedat’ın hayal dünyası olarak yansıyan romanın kurgusu içinde figürlerin sezgileselliği, gelecek tehlikeyi önden görmeleri anlatıma mistik bir tad katmış diyebiliriz. Mesela Vedat’ı görünce ona gülümseyen Vartanuş’un daha sonraki bir sahnede gördüğü rüyanın etkisiyle günlerce kıpırdayamayışı coğrafyadaki mistik-sezgisel motiflerin ne kadar etkili ve önemli olduğunu ortaya koyuyor.
Kitabın Adı
Kitabın sonlarına doğru Salavat Tepe’den haberdar oluyoruz. Öncesinde böyle bir isim yok. Tepenin adı yaşanan katliamdan sonra öyle kalıyor. Burada toplumsal hafızanın devreye girdiğini ve kendiliğinden kayıt düştüğünü söylemek de mümkün.
Katliamların yaşandığı başka bölgelerde de benzer isimlendirmelerle karşılaşıyoruz. Mesela Yozgat’ın Menteşe Köyü yakınlarında Savkiyat deresi dedikleri bir yer var. İnsanlar evlerinden “sevk edildiklerine dair” bir bilgiyle zorla çıkarılarak etrafı dağlarla çevrili düz bir alana getiriliyor ve orada yaklaşık 900 Ermeni toplu halde öldürülüyor. Bu olaydan sonra o alana Savkiyat Deresi deniyor.
Romandaki kurguya bağlı olarak Salavat Tepe’nin de Savkiyat Deresi gibi lanetli bir yer olduğu hissine kapılıyoruz. Bu his kuşaklar öncesi tecrübelerden edindiğimiz travmalarla alakalı olabilir. Öte yandan kendini yaşadığı coğrafyanın bir parçası olarak gören Anadolu insanı dağın, taşın, toprağın, derenin, nehrin kanla kirletilmesine asla izin vermiyor aslında. Ruhumuz bunu hazmedemiyor. Bence sevgili Halil İçöz’ü yazmaya zorlayan dürtü de bu.