“Film izlerken ağlamayı severim. Ama komik bir sahne varsa gülmeden de edemem. Bana göre izlediğim filmin kalitesi ya da başarısı, benim o filme ağlayarak ya da gülerek verdiğim tepkiye bağlıdır. Çünkü bir film; görselleri, sözlü metni, müziği ve kurgusuyla hiç çekinmeden iç dünyama girer, orada zayıf ya da güçlü olan yanlarımı keşfeder. Keşfettiği şeyi -acımasız bir açıklıkla- ekranda sergiler. Ben de oturduğum yerde ağlayarak ya da gülerek “Evet, çok doğru. Haklısın…” der gibi karşılık veririm.
İşte ZER adında bir film… Aslında film değil türkü… Kürtçe bir türkü… Yok, sadece türkü değil de, onun hikayesi sanki… Ya, her neyse işte…! Bu ZER iç dünyama öyle bi girdi ki, izlerken kahkahayla karışık ağlama moduna geçtim diyebilirim. “Ayıp mı oldu?” diye etrafıma baktığımda sinema salonundaki hemen herkesin benim gibi olduğunu görünce rahatladım. Hakikaten herkes benim gibiydi…! Ekrandaki bütün kahramanlar da bizimle aynıydı…! Hemen hepsi Dersimli…!”
Efendim yukarda tarif edilen ruh halinin edebiyat bilimine göre açıklamasını “eser ile izleyici arasındaki özdeşleşme hali” diye yapabiliriz. Psiko-Analiltik açıklamasıysa “post-travmatik semptomlar” olarak değerlendirilebilir herhalde. Ama filmde işlenen konu politik ve tarihsel bir zemine sahipse, eserle özdeşleşmek, ya da post-travmatik semptomlar göstermek yasak olabilir. Böyle büyüdük biz… Korkudan, kendimizi kendimizden bile saklayarak…
Şimdi karşılaşma zamanı gelmiş olmalı. Ağlamamız ve gülmemiz bundan…
Filmdeki üç mekan
Kazım Öz’ün geçtiğimiz sene Nisan ayında gösterime giren filmi ZER Amerika’da doğup büyüyen, ama ailesi Anadolu kökenli olan bir gencin “etnik kimliğini” arama hikayesini anlatıyor. Sözde kurmaca bir figürün hikayesi. Ama hikayede mekanın ismini değiştirdiğinizde (ya da kişilerin); bu sadece Jan’ın değil birdenbire hepimizin hikayesi oluveriyor. Çünkü “etnik kimliğini bulma” asimilasyona uğramış Anadolu etnisitelerinin ortak bir derdi. Filmde ana figür Jan, Amerika’da Müzik eğitimi alan bir üniversite öğrencisi olduğu halde, bu derdin tasasıyla kalkıp ta Dersim’e gitmeye karar veriyor. Üstelik ailesi de buna karşıyken…
Filmdeki üç mekan farklı motiflerle Jan’ın kendi iç yolculuğundaki kronolojik durakları da temsil ediyor diyebiliriz. Ancak duraklar, sondan başa, yani bugünden geçmişe doğru gidiyor. Kullanılan yolculuk araçları da buna uygun. Havaalanı-uçak(Amerika), İstasyon-tren(Türkiye), dağlık yollar-minibüs(Dersim).
Birinci mekan, Amerika: Burada Jan’ın bireysel yalnızlığı işlenmekte. Öyle ki yüksek ve ışıklı binalar, ıslak kaldırımlar, hastane koridorları, havaalanı kalabalığı, anne-baba ve çocuk arasındaki kuru diyalog, en çok da efektlerde -gürültünün ortasına aniden oturtulan sessizlik, Jan’ın ruh halini yansıtır. Sevgilisiyle iyi gitmeyen bir ilişkisi vardır Jan’ın. Onun dışında ilgilendiği tek şey üniversite öğrenimi ve müzik…
Onu bu birinci mekanda hayata çağıran, tedavi görmek için Amerika’ya davet edilen babaannesidir. Daha önce hiç tanıma fırsatı olmadığı ninesine refakat etmek zorunda kalır. Bu zorunlu görevden güzel bir dostluk doğar. Aradaki dostlukta sadece kan bağı-sezgisel bir yakınlık değil, aynı zamanda ortak bir ilgi olduğuna da tanık oluruz; müzik… Müzik, dilin sınırlı imkanlarını, kuşaklar ve kültürler arasındaki farkı aşar. Jan ninesine İngilizce bir şarkı söyler, ninesi de ona Kürtçe bir türkü… Bu türkünün adı ZER’dir. Jan ninesi türkü söylerken onu telefonuna kaydeder. Sonra ninesi ölür. Jan ninesi ölünce birden kaybolduğunu ya da kaybolacağını zanneder sanki. Küçük bir çocuk gibi babasıyla kavga eder mesela. Hırçınlaşır. Ta ki kendisine rüyalarını bile anlatan ninesinin, çocukluğundan beri yanından ayırmadığı küçük bir çantayı bulana kadar. Çantanın içinde iki ceviz vardır. Evet, bildiğimiz ceviz… Daha sonra bu iki ceviz Jan’a yol gösteren navigasyon gibi, onu kendi iç-yolculuğuna hazırlar. Jan nihayet bilinçaltında bunun farkına varınca biraz rahatlar. Her gittiği yere bu iki cevizi de taşır. Ne zaman derin düşüncelere dalsa, birini ötekine vurup durur.
İkinci mekan, Türkiye: Babaannenin cenazesi gömülmek için Türkiye’ye getirildiğinde Jan da yurtdışında yetişmiş, kendi kuşağındaki birçok genç gibi kültür şoku yaşar. Mesela aile büyüklerine, misafirlere nasıl davranması gerektiğini bilemez. Bu sahnelerde biraz da ninesini bulmuşken kaybetmiş olmanın huzursuzluğu içindedir. Ancak yine de yaşadığı kültür şoku ve ninesinin ölümünden çok onu rahatsız eden; başta babası olmak üzere ailesinin ondan ve çevreden bir şeyler gizlediğini fark etmesidir. Gizlenen aile sırrı, Jan’ın ninesinin söylediği Kürtçe türküden bahsetmesiyle ortaya çıkar. Aile bu türküyü, daha doğrusu ninenin Kürtçe bildiğini inkar etse de, Jan türkünün peşine düşmeye karar verir.
Bu kararında iki cevizin rolü çok büyüktür. Mesela çatışma noktası olarak tanımlayabileceğimiz bir sahnede kapı önünde ayakta duran Jan, elindeki iki cevizle oynamaya başlar. Bir ceviz diğer cevize bir şeyler anlatır sanki. Sonra öteki ceviz cevap verir. İki cevizin arasındaki sinirli konuşmayı sadece Jan anlar. Orada oturmuş, sinirli bir şekilde Jan’ın cevizlerle nasıl oynadığını izleyen aileyse artık buna dayanamaz. Baba müdahale eder. Orada aradaki ipler kopar.
Bir akşam halası gelip Jan’la konuşur ve ona annesinin (Jan’ın ninesi) hakkında bildiği ne varsa anlatır. Anlattıkları, eksik-yarım, ancak tehlikeli bilgilerdir. Ninesinin rüyalarını da dinleyen Jan kendini bulabilmek için ninesinden miras kalan türkünün söylendiği yere gitmeye karar verir. Bu yer askeri araçların üzerinde cirit attığı, yokluk ve yoksulluk içinde perişan olmuş Dersim bölgesidir.
Üçüncü mekan, Dersim: Dersim’e yolculuğu daha trende başlayan karşılaşmalar sayesinde büyülü-mistik bir niteliğe bürünür. Son derece otantik motiflerle zenginleştirilen görselleri aynı zamanda Dersim’e özgü konuşma biçimi, akıl yürütme, insan ilişkilerindeki yerellik güçlendirir. Jan tamamen yabancısı olduğu dünyada yine de rahattır. Orada ne aradığını soranlara bozuk Türkçesiyle “Bir türkü arıyorum…” der. Ninesinin hikayesini ve rüyalarını anlatmaz. Orada nasıl bir katliam yaşandığı hakkında konuşmaz, sormaz. Karşılaştığı insanlar da onun iyi niyetli bir “deli” olduğuna karar verirler. Zaten Dersim’de “deliler” çok olduğundan, kendilerinden biri gibi kabul eder, ona yardımcı olmaya çalışırlar. Jan gittiği her yerde türkünün hikayesini dinler. Ama türkünün hikayesini dinlerken, aynı ismi taşıyan başka türküler olduğunu da öğrenir. İnsanların yoksulluk, çaresizlik ve engellemelerden dolayı nasıl birbirlerine destek olduklarını fark eder. Onlarla düğüne gider, içki içer, sarhoş olur, eğlenir. Saatlerce yürür, tanımadığı insanların birbirine benzeyen hikayelerini dinler. Hatta genç bir kız Jan’la utangaç ve mahcup bir şekilde flört bile eder. Son sahne dağı taşı kutsal sayılan Dersim’in dağlarında mistik öğelerle ekrana yansır. Jan ninesinin sesini duyar, onunla konuşur, derken ZER türküsünü ve hikayesini hakikaten bulur. Film mistik bir zeminde, beklenmeyen bir şekilde biter.
İçeriksel estetik ve gerçekçilik
Filmin görsel ve fonetik estetiğinin yanı sıra, içeriksel bir estetiğe sahip olduğunu da belirtmek gerek. Nitekim gizli ama derin mesajlar farklı sahnelerde bir görünüp bir kayboluyor. Örneğin trende anlatılan martının hikayesi, evrensel bütünlüğü vurgularken, Dersim’in delilerindeki derinlik yöre halkının devlet şiddetine olan reaksiyonunu ortaya koyar gibi. Burada artalan bilgisi olmayan insanlarda bile bilinçaltına yapılan bir kodlama sözkonusu diyebiliriz.
Öteyandan filmin ilk sahnelerinde(New York) bir üniversite doçentinin Rock müzikle ilgili dersi de dikkate değer. Derste müzikle halk arasındaki ilişkiden bahsediliyor. Halkın müziği tarihe ve toplumsal yaşanmışlığa tepki olarak ürettiğine değiniliyor. Tabi filmin genel kompozisyonu içinde ele alındığında, ZER adlı türkü de bu bağlamda yerini almış oluyor.
Filmin içeriksel estetiği olarak nitelendirebileceğim başka bir özelliği de rejisörün Dersim’deki yöre insanını -tamamen çıplak- bir şekilde kamera karşısına çıkarmış olması. Çıplaklıktan kastettiğim kostümsüz ve maskesiz, tamamen günlük hayattaki halleriyle kamera önünde durmaları. Otantik dil kullanımı, Kürtçe ifadeler, Dersim bölgesine özgü espriler, davranış ve kavrayış biçimleri filmin sosyal-gereçekçi karakterini sürekli canlı ve renkli kılıyor.
Filmin toplamına baktığımda; bence ZER’i benzeri filmlerden ayrı tutan en çok da bu. Yani rejisör Kazım Öz’ün halkın dokusuna yaklaştığını, o dokuyu işlemeden, manipüle etmeden, olduğu gibi kamera önüne taşıdığını söyleyebiliriz.
Bu haliyle ZER önemli bir çalışma ve estetik değeri yüksek bir film.
Sevgili Kazım’a ve ekibine yürekten teşekkürler.
Not: Kazım Öz’ün son çalışması Beyaz Çınar’ın Köln’deki gösterimiyle ilgili bilgiye şu adresten ulaşılabilir: https://m.facebook.com/events/379551949178965
Soné Gülyan
Köln. 18.02.2018