“Ben bir oyuncu
Kendi küllerinden tutuşan
O söylencedeki kuş gibi
Yeniden can bulmak için
Yüreğimden kopan kıvılcımlarla eğiliyorum önünüzde”
“Ben Anadolu” / Güngör Dilmen
Hakan Altıner ile “Hayal Bilgisi” adlı, nehir söyleşi tarzı kitabımızın çalışmalarını, Tiyatro Kedi’nin ofisinde sürdürüyoruz. Tiyatro Kedi’nin tüm arşivinin bulunduğu o ofis benim için adeta bir tutku müzesi…
Afişler, fotoğraflar, program dergileri, oyun broşürleri, mektuplar, gazete kesikleri, tekstler… Az ötede Don Kişot oyununun dekoru, yan odada yüzlerce kostüm. Ödüller, plaketler. Bakış Mecmuası ciltleri… Raflar dolusu kitap.
Avni Altıner’in 1981 basımı “Her Yönüyle Atatürk” kitabının sayfaları arasında bulduğum sepya rengi bir aile fotoğrafı.
Odalarda dolaşıyorum. Gülümseyen bir sessizlik sinmiş her köşeye. Somon pembesi, şarabi mor, lavanta mavisi gölgeler düşmüş duvarlara.
Birden Cahide Hanım’ı görür gibi oldum. Tıpkı bir gölge gibi, usulca yaklaştı. Düş yorgunuydu, fark ettim. Gözlerinde hüzün çalan bir tebessüm vardı. İkimiz de biliyorduk; geriye sarmak, sıfıra dönmek imkansızdı. Şimdi, şu an, hemen, daha yarın bile olmadan konuşmak, anlatmak istiyordu:
“Tiyatroların kapısı her zaman açıktır oysa. Her insana açıktır. Tiyatroda söz konusu olan yalnız insandır. İnsan… Tiyatro bir duruşma, bir yargılama yeri değildir. Tiyatro yargılamaz, sergiler. Tiyatro bir aynadır, insanın yüzüne tutulur. Ve ayna, meşhur meseldir bilirsiniz: Ayna yalan söylemez. Tiyatro yargılamaz ama sizler, beni yargıladınız, hala yargılıyorsunuz Daha da yargılayacaksınız. Oysa ben. içimi, bir eldiveni tersine çevirir gibi döktüm önünüze. Hiç yalan söylemeden.
Hüküm sizin.
Ben her şeyi dolu dolu yaşamasını sevdim. Böyle yaşadım.
Günahları da sevapları da…
Ama inanın, hiçbir şey, benim içimdeki ve ne olduğunu tam bilemediğim o tertemizlik, o yücelik pınarını kurutamadı.
Sayın yargıçlar:
İnanın, utanarak söylüyorum. Ben bir anıtım.Tecavüze uğramış, ama ayakta kalabilmiş. Anıtsal bir kadınım ben. Bütün kadınların çilesini ve kefaretini sırtında taşıyan. Belki İbsen’in Per Günt’indeki bir düğmeyim. Değerli bir altından ama bozuk dökülmüş. Ne olursam sonuçta, ben bir olayım. Bir olay! Beni bu halimle siz imal ettiniz. Siz yaptınız. Şimdi, korkmadan, suçlamadan ve utanmadan seyredin beni. Benim yaptığım/gibi; yüzüme kapanan o kutsal tiyatro kapısının önünde… Ve sevgili seyirciler, o kapıyı kimsenin yüzüne kapamayın Çünkü siz, seyircisiniz. Siz ne yargıçsınız, ne de sorgu meleği. Seyircisiniz siz. Seyirci!”[1]
Serin ve yağmurlu bir geceydi Cadde boştu. Işıklar sönmüştü. Sahi gözleri ne renkti Cahide’nin?
İhanet, bazen aşk ve siyaset arasında da ince bir tayf gibi yaşanır. Kim bilir, belki de aşk ve siyaset birer misillemedir yekdiğeri için. Salıncakta üçüncü kişi olmak, konar göçer aşkların tutsağı olmak mıdır sahiden? Ya uzaktaki, nedense imkânsız sanılan bir hayale takılı kalmak?
Dayatılan hayatların dışına çıkamamak, hep bir ‘keşke’ye sığınmak…
Bir başvekil, bir piyanist, bir delikanlı ve bir yazar vardı sahnede.
Belki sıradan bir kaçamak gibi başlayan bu beraberlik zaman içinde bir mahkeme salonuna, oradan darağacına kadar uzanmıştı.
“Soprano vapurdan inerken gülümsüyormuş. Gözleri, insanların gözlerinin bir parmak üstündeymiş. Cemil Şevket Bey: ‘Herkesin alnına bakıyordu. Herkesin alnı ak mı diye bakıyordu…’ diyor ve mağrur bir ifadeyle başını sallıyordu.
Soprano, beyaza yakın krem rengi bir tayyör giymişti. Saçlarını aynı renkte gayet zarif bir şapka örtüyordu. İskarpinleri yüksek ökçeliydi; iskarpinleriyle bir örnek çantası kolunda asılı duruyordu.
‘Sabık ve sakıt’ Başvekil’le gizli, yasak bir aşk yaşamış olan soprano, kendisini ezmek istercesine bakmaya yeltenenlere gülümsemekle kalmıyormuş, bir yandan da onları bağışladığını söylemek ister gibi gülümsüyormuş.
Bu soprano, iktidarını belki de ebediyen kaybetmiş bir adama aşkını söylüyor; hâlâ söylüyordu.
Bu soprano, çoktan sona ermiş bir aşkı -âşık olduğu adam şimdi çökkün, hürriyetinden yoksunken- âdeta diriltiyor, bu aşkı yeniden dile getiriyordu.
Nihayet bu soprano, hiçbir aşkın hiçbir şekilde bitmeyeceğini açıkça ilan ediyordu.”[2]
Çetin Altan, 1 Kasım 1960 tarihli Milliyet Gazetesi’nde yer alan yazısında şöyle anlatmış:
“…Menderes bir an, bir zamanlar sevmiş olduğu kadına baktı. Kadın da bir zamanlar sevmiş olduğu Menderes’e baktı. Bir an, sadece bir an bakıştılar, o kadar. ”
Piyanist gözlerindeki yağmur bulutlarını parmağının ucuyla dağıttı.
Başvekil kalbinin çizdiği, tekinsiz patikalarda yürümüştü sadece.
Şafak söküyor, gün ağarıyordu.
Siyasi tarihin yasak aşklarına bir senfoniydi “Yarım Bardak Su “. Tarık Günersel’i tanımama neden olan, etkisini hep yaşadığım bir oyun…
Uzayıp giden bir zaman koridorundaydım adeta. Yılkıya bırakılmış anıların, yalnızlıkla sırlanmış duyguların istilası altındaydım.
Birden Marguerite Gautier’nin şarkısıyla irkildim:
“Söyle nasıl yaşanır
Bu yoklukla, bu hüzünle
Bu kedere, bu hiçliğe?“[3]
Bu kostümler, afişler, fotoğraflar, tekstler arasında, hayat kendi makamında akarken bir damla gözyaşı göz pınarlarımdan taşıp dudağının kenarına doğru süzüldü.
Sadece ve sadece tiyatronun var edebileceği bir tılsımla yaşam ya da zaman, belki de hatıralar yeniden biçimleniyor, giderek içimdeki ötekiyle buluşuyordum.
“Hüzünlü, ürkek kadın sanki o sen gibisin.
Ruhumu alıp kaçan sanki o sen değilsin.
Çekingen, biraz kırgın, mağrur bakan gözlerin,
Ben burada tükenirken, sanki sen kaybetmişsin..”[4]
Ricky Blaine bir sancı hissetti şakağında. Sam’in avucunun içinde kırdığı kadehin sesini duyar gibi oldu.
“Baktım paramparça yorgun günlerime.. gök dönmüş sırtını eski mavisine..“[5]
Tutku Müzesi’nde dolaşırken, birden kanatlanıp uçtu yüreğim. Ozz Diyarı’nın Dorothy’sinden ne farkım vardı?
[1] “O Bir Efsane – Cahide”, Nezihe Araz
[2] İleri S.: “Cemil Şevket Bey, Aynalı Dolaba İki El Revolver ” Oğlak Yay.,1997
[3] Kadılar İ.”Kamelyalı Kadın”
[4] Kadılar İ.: “Kazablanka”
[5] A.g.e