Hatice Tarkan Doğanay, 1981 Samsun doğumlu. Sosyoloji mezunu. Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğrenci ve hemşirelik yapıyor. Edebiyat Nöbeti, Ecinniler, Maraşantiya (bu derginin de aynı zamanda şiir editörü) ve Altı Yedi gibi pek çok dergide şiiri ve öyküsü yayımlanmış. Kalbim Kafesin (öykü,2018), Dut Ağacı (şiir,2019), Siyah Ceketli Kadınlar (şiir,2020) adlı kitapları yayımlanmış. Yüzüme Oyulan Havva (şiir, Kasım 2023) ise Metinlerarası Kitap’tan çıkmış.
Şairin yayımlanmış hiçbir öyküsünü, şiirini okumadım. Ama üçüncü şiir kitabını okudum. Genel olarak çıkardığım sonuç şu: Şiiri bilen, bu konuda bildiklerini şiirine yedirerek istikrarlı biçimde ele avuca gelmez ‘bal/ığı’ yakalamaya çalışan biri. Eğer her benzetme hatalı sayılmazsa iyi ve has şairleri balıkçılara, beyin yongaları olan şiirlerini de balıklara benzetmek isterim. Çünkü her türlü aracı, gereci kullanarak sadece balık yakalayamaz balıkçılar, ağlarına balıktan başka şeyler de takılır. Oysa sadece balık, Afrikalı çocuklar gibi çıplak elle yakalanabilir ya da Munzur’da Ovacıklı çocuklar gibi… Şairlik, şiirle uğraşan, dize oluşturan düşüncesini, duygusunu şiirle dile getirendir, doğru ama aynı zamanda düşçü bir anlayış da taşıyan duyarlı, gerçekçi kimselerdir de şairler. Şiir, dış-konulardan bir biçimde şairin zihnine düştüğünde önce orada demlenir. Sonra filizlenir. Şair de görünür olan o filizin gelişip serpilmesi için elinden geleni yapar. Bu şairin işidir, çünkü işin içine özen, seçme, sabır, ayıklama, birikim ve işçilik girer. İşte şairlik serden de yardan da vazgeçmeden özgün “bal”ını oluşturmaktır. Bunun farklı ve tadını damakta (dimağda da diyebiliriz) bırakan bir “bal” olup olmadığına ancak okur karar verir. Değil mi ki şairler kısım kısım, yani bir fabrikanın tek tip ürünü değil; öyleyse yapıp ettikleri de kendine göredir. Özeldir, güzeldir.
KENDİYLE VE DÜNYAYLA DERDİ VAR
Şiirler bir değnekteki üç boğum gibidir, ayrılmaz birbirinden dış-konu dediğim tematik izlekleri yüzünden. Tanrının Altın Oranı 8, Yaralı Hücre 6, Asal Olan Tanrıdır bölümü ise 13 şiirden oluşuyor. Aslında bana kalırsa bölüm ve şiir adları olmadan da nehir bir şiir gibi okunabilir tümü. Kendiyle ve dünyayla derdi olduğundan gelişen farkındalık ve bilinç etkisiyle oluşturmuş şiirlerini. İçindekileri topluma taşımak güdüsü olan şair, kadın bakışıyla öteden beri adeta yılan hikâyesine dönüşen bir sorunu dillendirmiş şiirlerle. Neyi, neden dile gerektiğini bilen şair, her bölümde öncekini de içine alarak derdini görünür yapmayı sürdürmüş. Çünkü yazmak ‘varım, buradayım’ a karşı duruşları da göze almaktır. Gerektiğinde bedel ödemektir. Şairin şiirleri aynı sesle, tavırla yoğrulmuş. Sadece ülkemizde değil dünyada bile insan olmak zor ve sancılıyken, kadın olmak daha bir zor maalesef. Ülkemizde kadının, ailesi, eşi, toplum ve devlet tarafından yalnızlaştırıldığı, yükünün daha çok arttığı zamanlardan geçiyoruz. Özellikle son yıllardaki kadın cinayetleri, istismarları ve tecavüzleri anlatılacak gibi değil. Bu konuları şiirine yedirerek attığı çığlığa eşlik etmemizi istiyor. Okuyacak olan pek ilişkili görmese de içselleştirdiği ana konular yüzünden bu şiirleri mensur şiir olarak değerlendireceğim ben… Şair; duygu, düşünce, hayal ve dil gibi unsurları kullanarak estetik bir güzellik de yaratmış, yazdıklarına lirizm de katabilmiş.
Hatice Tarkan Doğanay’ın şiir dilindeki ‘ben’ aslında çoğuldur. Tüm hemcinslerini içine alan bir ‘ben’dir. Çoğulun söylem dilinin tekil kalması hem kadınların sözcülüğü hem de şiirler içindir. İşte bu yüzden İbrahimî dinlerde ilk insan Âdem’in eşi ve bu dinlerden önceki pek çok inancın, efsanenin de öznesi Havva’nın yüzüne oyulması boşuna değil. İbrahimî dinlerde bile onun yaratılışı farklıdır. Yahudilere göre kadının iki tür yaratılışı var. Yahudi kaynaklarına göre Âdem ile beraber ilk yaratılan kadın Havva değil Lilith’dir. Ancak Lilith Âdem ile aynı yaratıldığını öne sürerek ona eşlik etmeyeceğini ileri sürmüş ve Tanrı da Âdem’in kaburga kemiğinden Havva’yı yaratmıştır. Şairin şiirlerinde ‘çamur’, ‘cıvık’, ‘eğri kaburga kemiği’ ve ‘bataklık’ gibi sözcüklere yer vermesi de bu konuda İslâmiyet’in kimi sure (Nisa, Hicr gibi) ve hadisleri yüzünden. Sosyolojik açıdan Ortadoğu coğrafyasında değişik mitolojilerde benzer söylemlere sahip “ana tanrıça” figürünün evrimiyle tektanrıcı İbrani ataerkil kültüründe ölümlü ve günahkâr bir kadın şekline indirgendiği ve yaratılış mitosunun bir figürü hâlinde yeniden yaratılmış olduğu görülür. Tabii ki sadece Havva ile başlayan ve günümüzde adeta bir kısırdöngüye evrilen kadın sorunu da değil şairin derdi. Bununla ilişkilendirdiği ‘altın oran’, ‘tanrı’ ve ‘asal sayılar’ da var, demek istediğine araçsallaştırdığı. Altın oran denilen şu: Matematikte iki miktardan büyük olanın küçüğe oranı, miktarların toplamının miktarların büyük olanına oranı ile aynı ise altın orandır. Altın oran aynı zamanda antik çağdan bu yana sanat ve mimaride en iyi uyum ve oranları veren düzen bağıntısı olarak kabul ediliyor. Hatice T. Doğanay dolaylı yoldan bunu kullanarak Tasavvuf’un özü olanı dile getiriyor şiirlerinde: Eril ve dişil her insanın tanrının suretinde yaratıldığı… Öyleyse ötekileştirilmeye, horlanmaya ve eşitsizliğe gerek yok. Bu açısından haklı ama yeryüzünde egemenlerin elinde din günümüzde de bir ‘kılıç ve kırbaç’ maalesef. Bu olduğu sürece, kalpsiz dünyanın kalbi ‘dinler’ araç olmaktan kurtulamayacak… Asal sayılar da aslında tam bununla ilgili. Çünkü iki pozitif tam sayı böleni olan kendisine ve de 1’e kalansız bölünebilen, 1’den büyük sayma sayıları asal sayılar ama tanrıya karşılık gelen 1’e günümüz matematikçileri başka anlamlar yüklüyor: 1 sayısı günümüzde ne asal ne de bileşiktir, özel durumludur… Tabii ki şairin derdi doğrudan bunlar değil belki de, demek istediğine hem derinlik hem de söylem farklılığı koymak için olabilir. Başarmış mı diye sorana, yanıtım evet olur/du.
ERİL DÜŞÜNCEYE İTİRAZ EDİYOR
İbrahimî dinlerin bakışıyla biçimlenen eril düşünceye itirazını dillendiriyor şair, ‘bir salyangoz kıvrımında biçimlenen budağım’ /ki bu ‘eğri kaburga kemiği’ne karşılıktır bence/ ‘gövdesi tarafından benimsenmeyince kabuğum’ /bu da çoğul ‘ben’in yüzündeki Havva/kandın/ ‘kalmadı hiçbir ağaca inancım’ diyerek başlar söze ve itiraza. Şiir süzgecinden geçirip görünür yaptığı itirazını geçmişten günümüze getirirken her iki cinsi de içinde oldukları dünyadan ve dünyanın da yer aldığı evrenden soyutlamaz. ‘altın orana açılan ayçiçeğinin gerçeği’ bu yüzden boşuna değil. Fiziksel doğrudur, bütün için geçerli olan parçaları için de geçerli olması… Birçok söylemde ayçiçeği hem insanla, özellikle kadınla ilişkilendirilir hem de ayçiçeğinin sol-el ile sağ-elindeki çekirdek sayısının oranı altın orana çok yakındır. Bu da gösteriyor ki amaçladığı sonuç için sözcük seçimi, benzetmeleri yerdedir. Bireysel ve toplumsal ‘kabuk’lar da öyledir. Fiziksel ve duygusal farklılıklarına rağmen birey ve toplum görünüş olarak benzerdir. ‘Kabuk’ sözcüğü imgeleminde bir olmamışlığı da içerir. Hiçbir orana giremeyen kadındır şaire göre ki haklıdır. Buna itirazı, ‘havva’yı, âdem’i yenmesi için yarattı’ biçiminde olur. Tabii tartışılır bir durumdur da aynı zamanda… ‘öbür dünyaya evrilen çakta / ne kadar günah varsa yok aslında’ derken, soğuk suyla kaynatılan kurbağalar gibi eril erkin ve dilin yarattığı ortamın sonucu havva’ları sarsmaktır. ‘vardır hikâyeyi baştan yazmak isteyecek kaburga ve kemiği’ ile eril ortamın ve dilinin kurbanı erkeklerin fiziksel olmasa da doğal nedenler açısından değil ama akıl ve sosyal hayat bakımından kadınların kendilerine eşit olduklarını birlikte savunmalarını ister.
‘BİR İKTİDAR BORÇLUYUZ BİRBİRİMİZE’
İkinci bölümdeki şiirler benim de tanıdığım bir şaire atfedilen şiirle başlıyor. Buradaki şiirlerde önceki dış-konular daha özele indirgenmiş, alanları kişiselleştirilmiş olsa da ilk bölümün ardılı oldukları gözden kaçmaz. Başta verdiğim bir değnekteki üç boğum örneği gibi. Karamsarlık da söz konusu, ‘nasıl olsa hiç koparamayacağız gerçeğin meyvesini’ demiş olması bunun kanıtı. Benzer dizeler de var tabii ama kalıcı teslimiyetçi bir bakış değil bu anlık duygunun, umutsuzluğun sonucu. Nihayetinde duygularımız da akışkan donuk değil… Dediğim böyle bir şey… Bir sağlıkçının oğlu için yazılan ‘adından düşen çocuk’ şiiri de ‘ölüm’ karşısındaki çaresizliğimizin dışavurumu, şairin bakışıyla… Asal Olan Tanrıdır bölümündeki şiirler, şairin toplumcu bir damardan da beslendiğini ve slogana düşmeden burnunun direğini sızlatan bize dayatılan ve yaşamak zorunda kaldığımız gerçeklikleri dillendiriyor. ‘Bizi Çukura Çeken Lanet’te ülkemizin sorunlarını ve içine çekildiği durumu, ‘Emekleri Derine Gömülen İnsan’da ekonomik darboğazdaki insanları, ‘Üstü Örtülen Günah’ta ülkemizin ve dünyanın içinde bulunduğu hâlleri, ‘Vicdana Uzanan Yol’da adaletsizliğin ve gücü kötüye kullanmanın vicdansızlığını, ‘Işığını Yutan Ülke’de üç maymun olup gerçeklere sırtını dönmeyi, tepkisiz ve teslimiyetçi olmayı, ‘Kendini Kiraya Veren Akıl, Yezit’e Özenen Ateş, Kuyuda Uyuyan Çığlık, Okunmaktan Utanan Selâ, Anlamını Arayan Ekmek, Karanlık Sandıklardaki Ah, Menzilini Arayan Vaat ve Özüne Sığınan Gelecek’ adlı şiirlerde ise bizde ve etrafımızdaki ülkelerde yöneticilerinden sorumlu tutulan yönetilenlere yaşatılanları dile getirir… Her şiirin sonunda az bir değişiklikle kullandığı ‘hepimizi bir ırmağa dönüştürmeye devam ediyorsa / ve hâlâ akıyorsak tam bağımsız menzile/ bir iktidar borçluyuz birbirimize/ hepimizi borçluyuz birbirimize’ dizeleri bağlaç olur son bölüme.
İlk şiirden son şiire kadar okuduklarından bir kadın olarak yaşanmışlıklardan, yaşadıklarından soğurduklarını şiirleştirmiş Hatice T. Doğanay. Okunmayı hak ediyor.
* yazının kısa özeti ‘hepimiz borçluyuz birbirimize’ başlığı ile 30.01.2024 tarihli Evrensel’de yayımlandı.