2013’ten bu yana özgün bir durumla karşı karşıyayız. O zamana kadar ciddi bir itirazla karşılaşmamış olan AKP iktidarı 2013 Mayıs’ında Gezi İsyanı ile sarsıldı. Taksim Gezi Parkı’ndan başlayan direniş, bir gecede bütün ülkenin meydanlarına yayıldı ve iktidar polisini geri çekmek, meydanları halka bırakmak zorunda kaldı. Devletin çekildiği Taksim’de kurulan yaşam, tarihteki öncülünü bulmakta gecikmedi ve 1871’de 72 gün boyunca isyan bayrağını yükselten Paris Komünü’nün adını aldı; Taksim Komünü.
Sonradan “FETÖ planı” dedikleri zulme karşı tek bir beden gibi hareket eden, yolları aşıp köprüleri geçen halkın öfkesi, o kadar korkuttu ki iktidarı, ruhu hâlâ etraflarında dolanıyor ve her yerde Gezi’nin hayaletini görüyorlar.
Sadece yıllarca biriken öfkenin ete kemiğe bürünüp ayağa dikilmesi değildi onları korkutan; tam 15 gün boyunca orada kurulan alternatif yaşam biçimiydi. Parasız yiyecek dağıtan Devrim Market, karnı doyup ilgi gören sokak çocukları, biber gazına karşı bedava dağıtılan ilkyardım malzemeleri, doğrudan demokrasinin tüm araçlarıyla işlemesi, hep birlikte söylenen türküler… Dindarlar ile laiklerin, Aleviler ile Sünnilerin, Türkler ile Kürtlerin hep beraber yemek yediği yeryüzü sofraları… Temizlikten beslenmeye, güvenlikten eğlenmeye kadar her kararın birlikte alınabildiği demokrasi ve özyönetim deneyimi… Korktukları en önemli şey buydu gerçekte. Bütün bir toplumun gözü önünde barış ve dayanışma dolu bir yaşamı örüyorlardı ve maazallah, bu çok kötü bir örnek olabilirdi!
15 Haziran gecesi bu korkunun verdiği nefretle baskın yaptılar şölen sofrasındaki insanlara… Çadırları parçaladılar, insanları yerlerde sürüklediler, otel lobilerine ve hastanelere gaz sıktılar, revirleri imha edip yaralılara müdahale edilmesini engellediler, ulaşım hakkına el koyarak meydana yardımları kesmeyi hedeflediler, koskoca bir kenti sıkıyönetimle susturmaya, yok etmeye çalıştılar.
O gün Gezi İsyanı zorla bastırılmış oldu, ama yenildi mi? Meydanın durumuna, sonraki yıllarda yaşananlara ve Taksim’e hâlâ yaklaştırılmıyor olmamıza bakarak, buna “evet” diyenler var. Bense bu cevabın kısa erimli sonuçlara bakarak verildiğini, uzun dönemde Gezi’nin bu halkın, ezilenlerin belleğine unutulmaz bir iz bıraktığını düşünenlerdenim.
Gezi İsyanı yenilmedi, çünkü o deneyimi yaşayan hiç kimse, o meydandan 31 Mayıs’taki gibi çıkmadı.
Yenilmedi, çünkü bir halk ister farkında olsun, ister olmasın, mücadele belleğine Gezi’yi kazıdı.
Yenilmedi, çünkü Gezi’nin deneyimi, hâlâ eksiğini gediğini kapatmamız gerekse de, bize mahalle forumlarını, yerel halk meclislerini, özyönetim ve doğrudan demokrasi üzerine düşünme becerisini, Hayır Meclislerini ve barış’ın resmi siyasetin dönemsel taktiği değil farklılıklarla bir arada yaşama meselesi olduğu fikrini kazandırdı.
Hayır Meclisleri
Gezi’den kalan özörgütlenme mirasının önemli bir örneği olarak yaşadık Hayır Meclislerini. Başkanlık rejimi için alelacele TBMM’den geçirilip topluma dayatılan referandumun koşulları baştan belliydi. Bütün medya iktidar partisinin emrine amade olduğu gibi, sokakları da abluka altına almaya çalıştılar. Bırakın diğer muhalif kesimleri, son derece yumuşak bir propaganda süreci geçiren CHP’yi bile engellemek için ellerinden geleni yaptılar. “Hayır” diyenlere gününe ve durumuna göre her türlü yaftayı yapıştırdılar; terörist, FETÖ’cü, PKK’lı, Hıristiyan Batı’nın kuklası…
OHAL koşullarına eklenen bu engeller karşısında, Hayır diyen herkes yerel meclislerde bir araya geldiler ve hızla örgütlendi. Diğer her türlü farklılık bir yana bırakıldı ve “Tek Adam Rejimine Hayır” ortak tezi etrafında tüm yerellerde samimi ve fedakar bir çalışma yürütüldü. Engellere, polis tacizine, iktidardan yana sivil çetelerin saldırılarına ve maddi imkansızlıklara rağmen, pazaryerlerinde, metro çıkışlarında, ara sokaklarda ve ana caddelerde, ev ve kahve ziyaretlerinde neden “Hayır” dediğimizi anlattık. Neşeli, umutlu ve dirençli bir çalışma sürdürdük, öyle ki, tüm bir toplum “Evet”i yandaş TV kanallarında, ama “Hayır”ı bütün yaşam alanlarında gördü.
Pirus zaferi
16 Nisan’da Hayır’ımız çalındığında, o kadar gerçek bir zaferdi ki kazandığımız, Evet’ten yana olanlar bile itiraz edemedi.
İktidar partisinin el çabukluğu marifetiyle durumu yasallaştırma gayretine; Hayır’a da, bu rezaleti haykırmak için sokağa dökülenlere de sahip çıkmayan CHP’nin hatırı sayılır yardımları da eklenince, meşru olmayan bir rejimin inşasına geçildi hızla. Bütün muhalefeti susturup, Cumhuriyet’in bütün kazanımlarına saldıran bu yeni rejim, güç gösterisine hiç ara vermediği halde, kuşkusuz ki korku içinde. OHAL ve KHK’larla ülkeyi yönetmeye çalışıyorlar ama yönetemiyorlar. Binlerce OHAL ve KHK mağduru ile, nedense siyaset alanı dışında her yerden gece yarısı baskınlarıyla toplanan FETÖ’cüler, artçı sarsıntıları uzun yıllar sürecek olan bir depreme işaret ediyor.
Yeni rejimden yana olanlar dahil, herkes çok iyi biliyor ki, bu referandum sonucu, kaybı kazancını katbekat aşan bir Pirus zaferi.
16 Nisan Halk Meclisleri Hareketi
Yeni rejimin nasıl bir yönetememe krizi varsa, toplumun da yönetilememe durumu var, demek isterdim ama hepimiz biliyoruz ki, bu gerçek değil. Rejimin yönetememe durumuna nesnel koşullarda karşılık gelen, “yönetilememe” durumuna sahip değiliz. Kuşkusuz hukuksuzluk ve adaletsizlik karşısında kendi hukukunu ve adaletini tesis etme eğilimi, devlete duyulan güvensizlik, içte ve dışta kronik hale gelen istikrarsızlık, ekonomik ve sosyal krizin rutin hale gelişi, işsizlik, iş cinayetlerinin ve kadın cinayetlerinin rejimin temel sonuçları haline gelişi gibi göstergeler, toplumun “rıza” ile yönetilemediğini açıkça ortaya koyuyor. Ancak bu toplumsal krize çare olabilecek, mevcut rejime somut alternatif olabilecek bir güçten söz etmek mümkün değil.
Referandum, bütün büyük şehirlerde, özellikle İstanbul ve Ankara’da, kent yoksullarının yaşadığı ve sanayinin yoğun olduğu yerlerde iktidara ve yeni rejime Hayır denildiğini gösterdi. Bu, birleşerek, yan yana durarak ve doğru bir siyaset izleyerek umudu canlı tutabileceğimizin, somut bir seçenek olabileceğimizin işareti. Üstelik bu umut, bir Godot değil, bizzat kendi özörgütlerimiz.
Evet, Hayır Meclislerimizden söz ediyorum. Kanımca, umudu somutlaştıracak gücün yeşereceği çok önemli bir alan Hayır Meclisleridir. Temelini Gezi’den alan, bu deneyimin mirasıyla farklılıkları ayrışma nedeni değil zenginlik olarak gören Hayır Meclisleri, tabandan gelişen kitle muhalefetinin kaynağı olabilir, olmalıdır.
Gezi İsyanı’ndan kazanılan deneyimlerden biri de, hiçbir taban örgütlenmesinin herhangi bir parti lehine feda edilemeyeceği gerçeğidir. Bizim gücümüz, her zaman birleşmekten geldi, bundan sonra da böyle olacak. Zaten Hayır Meclislerinde buna karşı çıkan da yok; tersine dağılmama ve bir blok halinde hareket etme eğilimi giderek güçleniyor.
Benim buna ek bir önerim daha var: Hayır Meclisleri adını değiştirerek Halk Meclisleri’ne dönüşmeli; çünkü bir yandan iktidarın yarattığı Evet-Hayır kutuplaşmasına katkıda bulunmaktan kaçınmalı, öte yandan korku, istikrar arayışı gibi çeşitli nedenlerle yeni rejime evet demiş olan emekçi halk kesimlerinin tümünü kucaklayan bir kapsama doğru genişlemeli.
Ancak öte yandan, rejimin hileyle dayatıldığı milat olan 16 Nisan’ın toplumsal hafızadan silinmemesi için, adının önüne 16 Nisan’ı almalı ve yeni bir cumhuriyet, şimdiye kadar toplumun gündemine sunulmamış, ya da sunulsa da vaatlerini yerine getirmemiş demokratik bir cumhuriyet için yola çıkmalı.
Hayır/Halk Meclislerinin önüne koyacağı sorunlar ve çalışma yöntemleri, örgütlenme modeli üzerine önerilerimi yazmaya devam edeceğim.
Günümüz dünyasının gerçekliği dışında kalmış olsa da, burada Hayır/Halk Meclislerinin bugünü ve geleceğini en iyi ifade eden sözlerden biriyle bitirmek istiyorum bu bölümü: Yüz çiçek açsın, bin fikir yarışsın…*
* Çin Devriminin ardından, toplumsal dönüşüm ve kalkınmanın motor gücü olarak 1966’da başlatılan Kültür Devrimi’nin sloganı olarak Mao Zedong’a ait söz.