Bir hikâye yazacaksınız ve bir kahramanınız olacak, tanıtacaksınız.
Öyle bir adam ki, hikâyenizde uslu durmayacak, hani fırsatını bulsa kanlanıp canlanıp siz kitabın kapağını kapatırken aradan alıp başını sıvışacak sanki, çıkıp ortalığa karışacak.
Böyle şey olur mu, demeyin olur!
1942’de bir hikâye için yazılmıştı, orada durmuyor, çıktı ve aramızda dolaşıyor.
Memduh Şevket Esendal’ın Haşmet Gülkokan başlıklı hikâyesindeki memur Haşmet Bey, ne zaman kitabı aralasam onu orada beni bekleyip durur gibi görsem de ben onu sair vakitlerde hep dışarıda buluyorum.
‘Bu herif az evvel hikâyedeydi, ne vakit oldu da çıktı, araya karıştı’ diyorum.
Esendal’ın bütün hikâyelerinde birer karakter vardır, bu yüzden onun hikâyeleri sanki birer küçük romana benzer. Esendal anlat anlat çuvala koy, ipe un dizer gibi lakırdı et tarzında hikâye yazmaz, onun eserleri portre sanatıdır.
Roman kahramanları nasıl kurgusal dünyalarından çıkıp bizlere referans oluyor, yol gösterip yeri gelince akıl veriyorlarsa, Esendal’ın hikâyelerindeki kahramanları da öyledir. Ben Türk Edebiyatında bir Haldun Taner bilirim, ki rahmetli Taner böylesi karakterleri aramıza salıvermiştir; bir de Memduh Şevket Bey, rahmetliyi…
Siz, aldırmayın ve kulak asmayın: “Öykü” adı verilen, neye öykünüyorlarsa, bugünün o tuhaf yazıları Şevket Esendal’ın kapısı tokmağını tutamaz.
İçinden dışarıya bir karakter sızmayan hikâye, zaten iflah olmaz bir şeydir, satsan satılmaz, okusan anlaşılmaz. Okuyunuz, beş demiyorum üç dakika sonra aklınızda tek bir şey kalmaz; kalmaz zira hikâye kahramanı yaratılmamıştır.
Lakin bu ayrı bir mevzudur, şu gelgeç günler bir tamamına ersin de oturup bu mevzuya dair lakırdı edeyim istiyorum; gününü bekliyorum.
Esendal’ın beni çok enterese eden karakterlerinden birisi Haşmet Gülkokan’dır.
Haşmet karakterinden mesela bir televizyon komedi dizisi çıkar, başlı başına bir sinema filmi ise rahat rahat yapılır.
Haşmet Gülkokan için MFÖ~Mazhar Fuat Özkan niye bir beste yapmadı, yahut İlhan Şeşen bu parodiyi bestelerdi diye düşündüğüm de oldu. Müzikal bestelense, Haşmet buna yakışır.
Haşmet bütün bütün Türk Edebiyatının ana karakteridir. Onu her şeyde bulabilirsiniz, her şey onda kendisini gösterir. Tam bir fenomendir, aslında; bir önceki cümlemizdeki tanım bunu söylüyor. Sadri Alışık’ın canlandırdığı Ah Güzel İstanbul filmindeki Haşmet İbriktaroğlu karakterini biraz biraz anımsatır, fakat Esendal’ın Haşmet’i tam bir haşmettir.
Ankara’nın başkentleştiği, bürokrasi çarkının döndüğü zamanlardayız; Haşmet Beyi orada tanıyacağız. Haşmet’i kısaca tanıtan hikâyecisi, onun bir mesai günü bitiminde ‘işyar’ olup çalıştığı devlet dairesi kaleminden çıkarak evine yollandığı hepi topu belki bir saatin içine sığdı sığmaz zaman dilimini bize anlatır.
Esendal’ın Öz Türkçeleştirme salgınıyla alttan alta gizli bir takıntısı var, başka hikâyelerinde, roman ve yazılarında da rast geliriz; burada işyar diye biraz dalgasını hasbi geçiyor; işçi işçidir, işyar da memurdur.
Esendal’ın Kaptan Boryat adlı biraz sürrealist bir uzunca hikâyesi var, “Bizim Nesibe” başlıklı hikâye kitabında en sonuncusu, tavsiye şâyandır, alınız okuyunuz, hak vereceksiniz: Esendal bu hikâyesinde de 1940’ların Türkçeyi özleştirme, yeni kelimeler üretmek çabasına belli etmeden sataştığını görürsünüz. Kalabalık bir heyeti bulunan hikâyesinin kahramanlarının isimleri bile tuhaftır: Batur, Boryat, Tınaz, İpeketek, Uruk gibi isimlerle ‘dalgasını geçer’ aslında…
Haşmet Gülkokan’a dönelim biz, kalemden çıktı işyarımız ve “bu akşam da ağırdan alıyor. Ekmeğini alınca doğru Hal’deki sakatatçıya uğradı” diye yazıyor hikâyeci.
Sırnaşık mı, dostâne mi anlaşılmaz bir memur özgüveni ve biraz da küstahlığının pençesinde sanki:
“Gülüm, bizim ciğer?” Sordu…
“Hazır, Haşmet Bey…”
“Ne? Hazır mı? Hay ömrüne bereket! Hangi dağda kurtlar öldü? Bense atlatacaksın diye biraz küfür hazırlamıştım…”
On gün evvel parasını peşin vermiş, ciğeri alamamıştır; her akşam uğrayıp hesap sorar ama bu akşam müstesnadır; ciğer paketlenip filesine konur. Kendine de söylenir: “Yürü Haşmet yürü, saçın sürünsün…”
Karşı kaldırımdaki balıkçıya uğrar, manava ayağını sürter, bir şeyler alır verir, sorar kızar, hoş sohbettir, küfürbazdır biraz da… Az sonra borç para bakınan bir eski arkadaşına rast gelecektir, onunla kısa hasbihâli dünya şekeri bir şeydir; okuyunuz, ben de sevaba gireyim bari.
Haşmet Beyin kalemden evine kadar olan yolu, bir uzar ki sormayın, James Joyce’un Ulyssess’i nasıl bir güne sığıyorsa, işte öyle diye benzetsem hani ‘yalan olmaz be gülüm!’
Leopold Bloom’un Dublin sokaklarında dolaşması gibi Haşmet Bey de eve ayak sürüyerek gider.
Samanpazarı cihetinden geçesi tutmuştur, ayakkabı tamircisine uğrar, onda bir hesabı var görülecek. Parası evvelden verilmiş bir tamirat için gelir, karısının pabuçlarıdır bekleyen, nicedir tamamlanmamıştır. İki aydan beri beklemektedir, bugün artık aldı aldı, alamadı küfürü basacaktır. Dikkat kesiliriz, memurlar ölçülü ve hesaplı, akıllı ve tutarlı oysa esnaf takımı hesap kitap bilmez insanlardır; hikâyecimiz Haşmet’in karşısına böyle esnaflar çıkarır. Oradan da sağ salim karısının ayakkabıları gazeteye sarılmış olarak çıkar. Daha birkaç tuhaf insanla karşılaşacak, onlarla cebelleşip, tatlı tatlı atışacaktır. Nihayet otobüs durağında bir ‘bayan’ ile karşılaşır; kendi eli kolu paketler, file torbalarla doludur, kadın salına salına gelmektedir.
“Aman sayın bayan, sizi candan selamlarım. Derin saygılarımı sunarım. Kutlu elinizi sıkamadığıma çok üzüldüm. Sayın eşiniz nasıldır, keyfi yerinde midir?”
Kadın güler, kocası evdedir, “Buyurmaz mısınız? Bir kahvemizi alırsınız!” diye tekellüf eder.
Şimdi Batılılaşma ve Öz Türkçeleşmeye dair hiciv geliyor; sıkı durunuz:
“Ah, kurban olayım! Ne de güzel… Çok şükür bizim Behice de öğrendi. Artık evimizde hiç yedim, içtim diyen kalmadı. Çay aldık, kahve aldık, su aldık, yemek aldık, rakı aldık diyoruz. Mahallemizde, tanırsınız, bir Necibe Kadın, bir de Fethiye’nin kaynanasından başka hiç o kaba sözleri söyleyen yok! Ah, neydi o eski konuşmamız. Cebeci’miz de Yenişehir oldu…” Devam edecekti, ama kadın, ‘bayan’, sözünü keser.
“Haşmet Bey buyurun, daha erken, içerde konuşalım. “
Haşmet’in dobralığı, sözünü sakınmaması meşhur:
“Aman sayın bayan beni çağırmayınız. Güzel yüzünüze duramam, içeri girerim. Girince de sayın eşiniz şimdi çekmeye başlamış, kafayı da yarım tütsülemiştir. Bana da iç der, ben de dayanamam içerim. İçince de başkalarına yalan, size gerçekten sulanırım. Sonra da sızarım. Behice de çantadaki ekmekleri alıp çocukları doyurmak için beni aramaya çıkar, benim nerelerde içip sızmaya gönüllü olduğumu da bilir. İlk düşeceği yer burasıdır. Fenersiz yakalanırım. Biz bağırış çağırış düşeriz sokaklara, 24 saat Behice’yle dargın da dururuz. İyisi mi, herkesin namusu yerindeyken ve yüzünün suları da yerlere dökülmeden Gülkokan kulunuz evine gitsin.”
Haşmet Gülkokan, “Akşamlar Aydın olsun beyim” diye birisine daha selam verir, evine varır, “Pek sayın eşim” diye Behice’ye seslenir; lakırdının bini bir para…
Esendal, sonunda şöyle bitiriyor:
“Yaşayışından rastgele bir yaprağını yazarak, iyi bir adam, doğru bir adam olan Haşmet Gülkokan’ı siz okuyucularıma tanıtmak istedim ki günün birinde ona bir dükkânda, bir tanıdığın evinde yahut sokakta rast gelirseniz yahut bir işiniz düşüp de dairesinde karşısına çıkarsanız, bilesiniz…”
1942 tarihli Haşmet Gülkokan bir hikâye kahramanıdır; roman kahramanı da olabilirdi, yazarın sabrı yoktu, demek.
Esendal deyip geçmeyiniz, 1952’de tatlı bir huzursuzluk içinde yaşadığı bu dünyaya veda ederken geride çok hikâye bıraktı, çok…
“Ayaşlı ve Kiracıları” romanından sonra bir de “Vassaf Bey”i yazmıştı; sonrası hep hikâyedir…