Dual kelimesi iki kelimesinden gelir. Ama tam anlamıyla iki demek değildir. Eğer bağımsız iki “tek” arasında dual bir ilişki sözkonusuysa, bu iki “tek” unsurun hem birbirinden ayrı hem de birbiriyle aynı özellikleri tek tek içinde barındırdıklarını ve dolayısıyla bir bütün oluşturduklarını söylememiz mümkün. Buyüzden duali oluşturan iki “tek” ayrı ele alınamaz. Birini tam ve doğru anlayabilmek için ötekini de anlamak gerekir. Çünkü biri ötekinin hem var olma hem de gelişme ya da gerileme sebebidir.
19. yüzyıl başlarında Osmanlı coğrafyasındaki gelişmeleri tarihsel boyutuyla anlamaya çalışırken, İstanbullu iki kadın yazarın dual bir bütünlük içinde olduğunu farkettim ve sorunsala bu perspektifle yaklaşmaya çalıştım. Zabel Yesayan ve Halide Edib Adıvar’ın gerek yaşam öykülerinde gerekse eserlerindeki dualitenin bugünkü etnik kimlik sorunsalını daha iyi anlamamıza yardımcı olacağını düşündüm.
Bu yazının birinci bölümünde kısaca; iki kadın yazarın yaşam öykülerinde kesişen/ayrışan unsurlara ve onların yaşamlarını etkileyen bazı tarihsel olaylara değinmek istiyorum. Bu tarihsel olaylar 1908’de ikinci Mesrutiyet’in ilanı, 1909’da İstanbul’da yaşanan 31 Mart Vakası, yine 1909’da yaşanan Glikya Katliamı(Adana ve Çevresi) ve 1912’deki Birinci Balkan Savaşı olarak sıralanabilir.
Yazının ikinci bölümüyse iki yazarın hemen hemen eş zamanlı kaleme aldıkları iki kitabın incelenmesi olarak görülebilir. Bu kitaplardan biri Zabel Yesayan’ın Glikya katliamını konu ettiği “Yıkıntılar Arasında” adlı kitap, diğeriyse Halide Edib Adıvar’ın kurguladığı figürler üzerinden “Türkçülük” fikirlerine yer verdiği “Yeni Turan” adlı romanı. Biri tamamıyla fiksiyona dayalı, diğeriyse gözlem/tanıklık/izlenim içeren bu kitapları karşılaştırırken etnik kimlik sorunsalının metin yüzey yapısına nasıl yansıdığına da değinmeye çalışacağım.
Aynı şehirde iki yazar
Şehir İstanbul. Yazarlardan ilki Zabel Yesayan 1878’de Üsküdar’da dünyaya gelir. 1882’de yani dört sene sonra Halide Edib Beşiktaş’ta doğar. İkisi aynı şehrin aynı semtinde Üsküdar’da büyürler. Her ikisi de aile ve aile çevresinden, özellikle babalarından aldıkları destekle iyi birer eğitim alma şansına sahiptir. Zabel Yesayan Üsküdar’daki Ermeni Surp Haç ilkokulunda eğitimine başlar ve daha sonra Paris’teki Sorbonne Üniversitesi`nde edebiyat ve felsefe öğrenimi görür. Bu haliyle Zabel Yesayan üniversite eğitimi alan ilk Osmanlı kadınıdır. Halide Edib 11 yaşındayken babası tarafından Amerikan Kız Koleji’ne kaydedilir. Buradaki eğitimi İngilizce’dir ve Halide Edib İngiliz Edebiyatı alanında kendini geliştirir. 1901’de Amerikan Kız Koleji’nden mezun olurken, kendisine evde ders veren öğretmeni Salih Zeki ile evlenir. Ondan iki oğlu olur. Zabel Yesayan da Ermeni entellektüel çevresi içinde tanıştığı Dikran Yesayan adlı bir ressamla evlenir ve Paris’te yaşar. Onun da Halide Edib gibi iki çocuğu olur.
Halide Edib’in İslam kültürü içindeki geleneksel yetişme tarzında -annesi hayatta olmadığı için- üvey ablasının ve büyükannesinin etkisi vardir. Zabel Yesayan’ın da annesi rahatsızdır. Buyüzden annesinden ziyade babasının onun eğitimindeki rolü büyüktür. Her iki kadın da kendi dönemlerinde sıradan olmayan yaşama biçimiyle yeteneklerini ve ilgilerini geliştirme şansı bulurlar. Halide Edib öğretmenlik yaparken, Zabel Yesayan yazarak yani gazetecilik yaparak geçimini sağlar. Halide Edib Salih Zeki ile birlikte olduğu dönemlerde geleneksel bir kadın rolü üstlendiğinden fazla üretken değildir. Ancak ondan ayrıldıktan sonra oldukça üretken bir edebi ve politik yaşamın içine girer.
Genel anlamda bakılacak olursa her ikisi de eserlerini çok genç yaşlarda yayınlamaya başlarlar. Romanlarında erkek toplumu içerisinde var olmaya çalışan, kendine güvenen, üretken kadın unsuruna yer verdikleri gibi, bir yandan da politik koşullarla ilgili fikir yazıları kaleme alırlar. Yine her ikisi de kendilerini kabul ettirdikleri dönemin aydın çevresi içinde aktivist kadınlar olarak tanınır, saygı uyandırırlar. Osmanlı coğrafyası üzerinde yaşanan pek çok savaşa ve politik huzursuzluğa birebir tanık olan bu iki kadın yazar yine yaşadıkları dönem gereği birinci ve ikinci dünya savaşına da tanıklık etmişler, bu savaşlardan doğrudan etkilenmişlerdir. Öyle ki Halide Edib birinci dünya savaşında cephede görev üstlenirken, Zabel Yesayan 24 Nisan 1915’te İttihad ve Terakki hükümetinin emriyle tutuklanıp ölüme gönderilen yüzlerce Ermeni aydının listesindedir. Ancak daha tutuklanmadan bu felaketten kaçıp kurtulmayı başarır. 1921’den sonra yerleştiği Doğu Ermenistan’da Üniversitede Batı Ermeni Edebiyatı üzerine dersler verirken Sovyetler Birliği hükümeti tarafından 1937’de tutuklanır ve tahminlere göre 1943’te Sibirya’da çok zor koşullar altında ölür ya da öldürülür. Kendisinden en son alınan haber Bakü’den gönderdiği bir mektuptur. Halide Edib ise, 1923’te Cumhuriyet kurulmadan bir süre önce eşi Adnan Adıvar ile birlikte Amerika’ya yerleşir. Orada üniversitede dersler verir. 1938’den sonra yeniden İstanbul’a döner ve 1964’te İstanbul’da ölür.
Burada dikkat çeken her ikisinin de yurtdışı bağlantısı olması ve iki dile hakim olmalarıdır. Halide Edib İngilizce ve Osmanlı Türkçesi dillerinde eserlerini kaleme alırken Zabel Yesayan Ermenice ve Fransızca olmak üzere yazar. Her ikisi de Latin alfabesi dışında, bugün artık İstanbul ve Anadolu coğrafyasında çok fazla kullanılmayan iki ayrı alfabeye de hakimdir. Arap alfabesi ve Ermeni alfabesi… Seçkin ailelerden gelen her iki kadın yazarın akademik ve edebi çalışmalarının yanısıra sosyal yardım kurumlarında aktif oldukları ve politik fikirlerinden dolayı zor günler yaşadıklarını gözlemek de mümkün.
Sadece kadın olarak yetişme tarzları, mekansal ve zamansal ortak yanlarıyla değil, aynı zamanda ilgileri, yetenekleri ve aktiviteleriyle de benzeşen iki kadın yazarı ayrıştıran çok önemli bir unsur vardır; o da etnik kimlikleri. Zabel Yesayan Ermeni bir ailede dünyaya gelmiş, dolayısıyla Hristiyan-Ermeni kültürü içinde yetişmiştir. Halide Edib ise anne tarafı Yahudi olduğu halde Müslüman-Türk kültürü içinde geleneksel değerlere rağmen kendini gerçekleştirmiştir.
Yaşadıkları dönemde tanıklık ettikleri ulus devletlerinin oluşması sürecindeki kutuplaşma, -iki yazarın ayrı taraflarda olmalarından dolayı- ayrışmasına ve yaşananlara ayrı perspektiflerden bakmalarına sebep olmuştur. Bu perspektiflerdeki ayrışmanın yazılan metinlere nasıl yansıdığına geçmeden önce yukarda bahsedilen dört tarihsel sürece kısaca değinmekte fayda var.
İttihad ve Terakki’nin 1908’de iktidarı ele geçirmesi ve 2. Meşrutiyet’in İlanı
Bilindiği gibi hiçbir politik gelişme önceli olan tarihsel geçmişinden bağımsız değildir. 1908’de gerçekleşen 2. Meşrutiyet’in ilanı da 29 yıl önceki 1. Meşrutiyet’in(1876) ilanından bağımsız değildi kuşkusuz. Ancak yaklaşık otuz yıllık süreçte yeni fikir akımları, o fikir akımları içerisindeki gruplaşmalar politik dengeleri belirlemiş, Osmanlı coğrafyasında yeni bir gelenek yaratmış, hatta bu gelişmeler dünya üzerindeki konjuktüre bağlı olarak, bir süre sonra devlet yapısının değişmesine de neden olmuştur.
İttihad ve Terakki’nin ilk kez resmi olarak hükümete el koyması dönemin her milletten muhalif Osmanlı aydını tarafından önce sevinçle karşılanmış, hatta bu girişime ilerici bir devrim gözüyle bakılmıştır. Zabel Yesayan da ailesiyle birlikte Paris’te yaşadığı halde, bu politik gelişmeden dolayı umutlanarak İstanbul’a dönüp oraya yerleşmeye karar verir. Ancak çok kısa bir süre sonra İttihad ve Terrakki tarafından uygulanan ideoljik baskılar pek çok aydının umudunu yitirip bu anlayıştan uzaklaşmasına sebep olur. İdeolojik tartışmalara tanıklık eden Halide Edib başlarda aydınlar arasındaki politik gruplaşmaları pek onaylamadığı halde, bir süre sonra aktif bir biçimde İttihad ve Terakki içinde yer alır, Türkçülük idealinin temsilcisi olan Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura ile birlikte Türkçü bir akım yaratılmasına aktif biçimde katılır.
1908’de 2. Meşrutiyet ilan edilirken Zabel Yesayan 30, Halide Edip ise 26 yaşındadır. Aradan bir yıl geçtikten sonra, yani 1909 Nisan ayında gerçekleşen iki ayrı olay ikisinin de hayatını radikal biçimde değiştirir. Aynı yıl İstanbul’dan ayrılan iki kadın yazarın etnik kimlikleri hem eserlerini hem de yaşama biçimlerini belirleyen en önemli faktör olur.
31 Mart Vakası ve Halide Edib Adıvar
Bilindiği gibi tarihe “31 Mart Vakası” olarak geçen olaylar aslında nisan ayında gerçekleşir. Ancak rumi takvime göre bu tarih 31 Mart olduğu için öyle adlandırılır. Olaylar muhalif bir gazeteci olan Hasan Fehmi’nin 6 Nisan 1909’da öldürülmesiyle başlar. Bu olayın politik boyutundan dolayı büyük protesto gösterileri yapılır. 13 Nisan’daki gösterilerde medrese öğrencileri ve askeri birlikerin biraraya geldiği eylemlerde linç olayları yaşanır, İttihat ve Terakki anlayışına yakın gazeteler yağmalanır. Bu karmaşa 24 Nisan’da Selanik’ten gelen Hareket Ordusu tarafından bastırılır ve 27 Nisan’da yeniden toplanan meclis olayların sorumlusu olarak 2. Abdülhamid’i görerek tahttan indirilmesine sebep olur. Sultan Reşad olarak da bilinen 5. Mehmed’in tahta geçmesini sağlar. Yaklaşık iki ya da üç hafta süren bu olayların sonunda isyana katıldığı ilan edilenlerden 70 kişi idam edilir, 420 kişi çeşitli cezalara çarptırılır. Her durumda 31 Mart Vakası iktidar güçleri arasındaki dengeyle ilgili bir olay olarak görülebilir.
Görüş farklılıklarının iktidar kavgasına döndüğü günlerde Halide Edib de politik ilişkilerinden dolayı güvencede olmadığından çocuklarıyla birlikte Mısır’ a kaçmak zorunda kalır. Oradan İngiltere’ye geçer. Aynı senenin sonlarına doğru tekrar İstanbul’a döner. Bu süreçte politik alandaki yani kutuplaşmadaki yeri netlik kazanır. Nitekim bir süre sonra birazdan bahsedeceğimiz Yeni Turan adlı ütopik romanı yazmaya başlar.
Olayların en başında öldürülen İttihad ve Terakki hükümetine muhalif gazeteci Hasan Fehmi Zabel Yesayan’ın arkadaş çevresinden biridir. Ancak Zabel Yesayan’ın kutuplaşmadaki yerini belirleyen sadece Hasan Fehmi’nin öldürülmesi değil, aynı zamanda 31 Mart Vakası’nı takip eden ve hatta ona paralel yaşanan Glikya’daki Ermeniler’e yönelik katliamdır.
Glikya Katliamı ve Zabel Yesayan
Adana ve çevresi Ermeniler tarafından Glikya olarak bilinir. Bu bölgede yaşananlar İstanbul’daki 31 Mart Vakası gibi protesto gösterilerine ya da politik görüş farklılılklarına bağlı olarak gelişmez. Ama İstanbul’da yaşananlarla eş zamanlı ve paralel bir katliam gerçekleşir, yaklaşık 30.000 kişi hayatını yitirir. O dönem kaydedilen raporlara göre, bazı resmi kurumlar (kaymakamlıklar-muhtarlıklar…vs.) kaynağı tam olarak saptanamayan telgraflar, direktifler ve duyumlar alırlar. Gelen haberler Glikya’daki Ermeniler’in ayaklanma hazırlığı içerisinde olduğu yönündedir. Türk ve Müslümanlar’dan oluşan kalabalık gruplar (Güruh) bu asılsız haberler doğrultusunda Ermeniler’in yoğun olarak yaşadıkları mahallelere saldırmaya başlarlar.
İttihad ve Terakki hükümetinin hem olaylar sırasında hem de olaylar yaşandıktan sonraki tepkisi bu katliama karşı devletin taraflı ve mesafeli davrandığının bir göstergesidir. Konuyla ilgili olarak meclisin görevlendirdiği Hagop Babigyan (Edirne mebusu) haziran ayında geniş bir rapor hazırlayarak meclise sunar. Yine eş zamanlı Teotig Yıllığı olarak bilinen belgede (1910) Glikya’da yaşananlar tanıkların ifadesi doğrultusunda günlük şeklinde kayda geçirilerek yayınlanır.
Bu yazıda ele alacağımız “Yıkıntılar Arasında” adlı kitap da Glikya bölgesinde yaşananları konu edinen bir gözlem ve tanıklık kitabıdır. Zabel Yesayan Haziran-Eylül ayı sürecinde bir heyetle bölgeye giderek katliamı hayatta kalanlarla görüşerek kaydeder. Bu çalışma 1911’de İstanbul’da Ermenice olarak yayınlanır.
Zabel Yesayan’ın Yıkıntılar Arasında adlı kitabı yayınlanırken, Halide Edib “Türkçülük” fikirlerini içeren Yeni Turan adlı ütopik romanını yazmaya başlar. Bu roman önce 1912 yılında İttihat ve Terakki partisinin yayın organı olan Tanin gazetesinde yayınlanır, bir yıl sonra da kitap olarak basılır. Yeni Turan’ın yayınlandığı süreç birinci dünya savaşının arifesi olarak değerlendirilebilecek olan Balkan savaşlarının başladığı dönemdir.
Bu yazıda karşılaştırmak istediğimiz iki kitabın gerek metin türü, gerek okurlar üzerindeki işlevi, gerekse anlatım tekniği bakımından birbirlerine zıt özellikler göstermesi ve etnik kimlik sorunsalının metin yüzey yapısına tamamen farklı iki perspektifle yansıması, bize dönemin koşullarını daha iyi anlamamız açısından bazı veriler sunmaktadır.
Bu yanıyla etnik kimliklerinden dolayı farklı iki kutupta olan Zabel Yesayan ve Halide Edib Adıvar’ın gelişmeler karşısında yazdıkları eserler de birbirine dual ilişkiyle bağlı gibidir. Öyle ki, savaş koşullarında Halide Edib eserlerinde ve mitinglerde yaptığı konuşmalarda Türkçülük olgusunu geliştirip, milliyetçi söylemlerle insanları Turan ülkesini kurmaya davet ederken, Zabel Yesayan “Bavagan è!” (Yeter) diyerek savaş karşıtı-pasifist bir dünya görüşünü savunur.
Yıkıntılar Arasında ve Yeni Turan’ın yazılma süreci
Zabel Yesayan Yıkıntılar Arasında adlı kitabını yazmadan önce 1909 senesinin Haziran ayında İstanbul Ermeni Patrikhanesi’nin talebi üzerine Glikya’ya giderek olayları yerinde inceler. Orada bulunduğu üç aylık süre boyunca katliamdan sağ kalanlarla görüşürken, bir yandan da gönderilen yardımların dağıtılmasını organize eder. Gözlem, izlenim ve değerlendirmelerini 1910 yılında kaleme alır. Kitap 1911’de İstanbul’da Ermenice olarak Averagnerun Mec adıyla yayınlanır. Aynı kitap yakın zamanda Aras yayınları tarafından önce Ermenice sonra da 2014 yılında Türkçe’ye çevrilerek yeniden okuyucucyla buluşur. Türkçe olarak basılan kitapta Marc Nichanian’ın Zabel Yesayan’ın çalışmasını değerlendirdiği bir önsözün yanında, Zabel Yesayan tarafından kaleme alınan ve 1911’de New York’da Ermenice yayınlanan Arakadz gazetesindeki makalesini, Hagop Babigyan’ın Adana olayları ile ilgili aynı dönemde meclise sunduğu raporu (Haziran 1909), Teotig Yıllığı (1910) adlı belge kitapta Glikya katliamıyla ilgili kronolojik özeti ve katliamın hemen ardından bölgede çekilen fotografları görmemiz mümkün. Bu yanıyla kitap sadece edebi bir eser değil, aynı zamanda -birinci el- tarihsel belge olarak da kabul edilmelidir.
Zabel Yesayan’ın Glikya’da oldugu dönemlerde, Halide Edib önce Mısır’a, oradan İngiltere’ye geçer ve fikirlerini etkileyecek olan İsabel Fry ve Bernard Russel ile tanışır. Bazı kaynaklara göre Yeni Turan adlı eserini de bu sürede yazmaya başlar. Yeni Turan 1912 yılında İttihad ve Terakki partisinin yayın organı olan Tanin gazetesinde yayınlanır ve 1913’te Tanin matbasında kitap olarak basılır. O sürede birinci Balkan savaşı başladığından Yeni Turan yoğun bir ilgiyle karşılanır.
Kitap tamamıyla ütopik bir romandır. Anlatım zamanı tam olarak belli olmamakla birlikte, anlatılan zaman kitabın en başında ben anlatıcı tarafından metin yüzey yapısına kodlanmıştır. Rumi takvime göre 1347 miladi takvime göre 1931 olan bu anlatılan zaman Tanin gazetesinde 1912’de yayınlandığı için Halide Edib bu romanı yaklaşık 20 yıl sonrasını hayal ederek yazmıştır. Romandaki olay örgüsü ve kahramanlar tümüyle hayal ürünüdür. İçerik bir aşk hikayesi gibi görünse bile, esas olarak iki parti arasındaki farklı görüş açılarını ele almaktadır. İki Türk-Müslüman partisinden biri Yeni Osmanlılar diğeri Yeni Turan adıyla karşımıza çıkarken, kutuplaşma ve ideoljik gelişmeler kahramanların dilinden verilir. Sözkonusu ideolojik tartışmalar Ademimerkeziyetcilik ve Yeni Turan fikri etrafında gelişir. Taraflar siyah ve beyaz olarak çizilmiştir. Beyaz olan taraf anlıtım diliyle de süslenerek sürekli Yeni Turan fikrini temsil eden taraf olarak metin yüzeyine yansır.
Eş zamanlı yazıldıkları halde bu iki kitabın, içerik- ve metin türlerinin birbirilerine tezat oluşturmaları tesadüf değildir. Bu zıtlık dönemin koşullarında iki farklı etnik grup arasındaki denge hakkında da bilgi vermekte. Dominant olan İttihad ve Terakki tarafı tamamıyla kurguya dayalı, hayali, ideal bir Türkçülük kimliğini empoze etmeye çalışırken, soykırımla karşı karşıya olan Ermeniler hayatta kalabilme kaygısıyla yaşananları kayda geçmek istemiştir.
Anlatım dili ve Anlatıcı
Her iki kitapta da anlatım “Ben Anlatıcı” üzerinden gelişir. Yıkıntılar Arasında adlı kitaptaki ben anlatıcı dogrudan yazarın kendisidir. Zabel Yesayan kitabın en başındaki önsözde kitabı neden, nasıl ve hangi koşullarda yazdığını belirtirken şöyle der: “Ermeni kuruluşların, Ermeni feleketzedeler için ifade ettiği manevi rolün önemini başka bir vesileye bırakarak, burada bu kitabın hangi ruh haliyle yazıldığını açıklamak isterim. İzlenimlerimin ne belli bir siyasi doğrultuda yumuşatılmış, ne de milliyetci önyargılar, geleneksel intikam duyguları veya herhangi ırksal nefret tepkisiyle sivriltilmiş olmadığını okuyucunun bilmesini isterim.” (s.30)
Buradaki yalın ifadede anlatıcı doğrudan okuyucuya seslenmekte, muhtemel önyargılarla arasına mesafe koymaktadır. Nesnellikteki amacı pasifist dünya görüşüdür. Aynı dünya görüşüne kitabın devam eden bölümlerinde de sıkca rastlamak mümkün.
Yeni Turan adlı romanın “Ben Anlatıcı”’sı, Asım adlı karakterdir. Asım romandaki baş kahraman değil ama politik gelişmelere ve o gelişmeler içindeki aşk hikayesine yakından tanıklık eden üçüncü hatta dördüncü karakter olarak görülebilir. Romanın ilk sayfaları ben anlatıcının neden romanı yazdığıyla ilgilidir. “Bugün yazmaya kendimi mecbur gördüğüm vaka 1347 senesinde oldu. Öleceğim tahakkuk ettiği dakikadan beri -vicdanımda büyük bir mevki tutan- bu hadiseyi mezara birlikte götürmek tehlikesinden, hemen ölümden çok korkuyorum. Eğer bu, büyüklüklerini nihayet tanıdığım ruhların azap ve işkencesine, münhasıran itikad-i siyasiyem uğruna hem biraz sebebiyet vermiş hem de tahfifi elimdeyken lakayt kalmış olmak günahından olaydı, ‘bunu memleketimin selameti için yaptım’ itikat-i samimisiyle insanların günahları ve gönülleri için açık olan Allah’ın huzur-u gufranına kedimle beraber götürürdüm. Fakat bir de bütün alem için izah edilmemiş karanlık bir vakayı Türk tarihine tenvir etmek vazifesi var ki bunu eğer ben ölürsem artık yapabilecek dünyada kimse kalmadığı için yazmaya kendimi mecbur görüyorum. Eğer bugün hala memleketi bir fırka dürbünüyle göreydim şüphesiz yine bu vakayı mezara götürürdüm.” (S.11)
Yukardaki alıntıda görüldüğü gibi ifade Zabel Yesayan’daki kadar yalın ve anlaşılır değil. Anlatıcı sadece kendisinin bildiği bir sırrı ölmeden önce okurlara (Türk halkına) duyurmak istediğini söylemekte, bunu vicdanını rahatlatmak için bir vazife olarak görmektedir. O da Zabel Yesayan gibi siyasi fikirlerle arasına mesafe koyduğu halde, verdiği bilginin parti üstü olduğunu ve bunu Allah için yaptığını vurgulamaktadır. Sözü edilen sır, Yeni Turan düşüncesini aktif biçimde yaymak isteyen Kaya adlı genç kadın karakterle Oğuz adlı genç erkeğin aşkıdır. Asım’ın anlatımı kitabın devam eden bölümlerinde, hem Kaya’ya hem de Oguz’a karşı geliştirdiği süslü-abartılı bir hayranlıkla devam eder. Siyah beyaz karakterler anlatıcının keskin çizgileriyle ayrılır. Asım amcası Hamdi beyi -amcası olmasına rağmen(?!)- siyah, Kaya ve Oğuz’u sürekli beyaz çizerek tarafsızlığını belirtmeye çalışır. Olay örgüsü içerisinde aşk konusundaki etik değerleri görmezden gelen amca, aynı zamanda politik olarak da dürüst değilmiş gibi gösterilir. Asım’ın yanında büyüdüğü amcası Yeni Osmanlılar fırkasının öncülerinden biridir. Dolayısıyla politik görüşü ademi merkeziyetcilikten uzaktır. Asım amcasına olan yakınlığından dolayı kendini de zaman zaman siyah çizgilerle yansıtır.
Halide Edib’in anlatıcıya böyle bir rol vermesi, onu gerçeği ortaya çıkaran tarafsız ve vicdan sahibi bir insan olarak göstermesi oldukça dikkat çekici. Hatta kitabın bazı bölümlerinde anlatıcının hitap ettiği okuyucuya yönelik manipulatif bir ikna çabası içinde olduğu yorumu bile yapilabilir.
Yıkıntılar arasında adlı kitaptaki anlatıcı ise yazarın bizzat kendisidir. Anlatıkları kurguya dayalı politik farklılıklar ya da iki insan arasındaki aşk ilişkisi değil, kısa bir süre önce yaşanmış ve yaklaşık 30.000 kişinin ölümüyle sonuçlanmış bir katliamdan geriye kalanlardır. Buna rağmen daha en baştaki önsözde bile mümkün olduğu kadar görüp yaşadıklarını ve dinlediklerini mümkün olduğu kadar nesnel biçimde anlatmaya çalışacağını belirterek siyah-beyaz çiziminden kaçınır. Kitabın devam eden bölümlerinde bu nesnelliğin korunduğunu görmek mümkün.
Soykırıma Tanıklık ve ideal bir kimlik yaratma çabası
Her iki kitaba işlevselliği açısından baktığımızda, gerek anlatıcının konumu gerekse anlatılanlara yaklaşım tamamen zıt iki ayrı anlatım tekniğiyle karşımıza çıkmakta. Birinci kitap Yıkıntılar Arasında kurban durumundaki bir etnik gruptan(Ermeniler) ve o etnik grubun hayatta kalabilme mücadelesinden bahsederken, ikinci kitap Yeni Turan kurgulanmış bir olay örgüsü içinde başka bir etnik grubun(Türkler) yeni kimlik arayışına değinmektedir.
Metin yüzeyine kodlanan anlatımlarda Ermeniler yaşananlar karşısında şaşkın, çaresiz, hayatta kalabilmek için çözüme yönelik arayışlar içindeyken, Yeni Turan Fırkası’nı temsil eden figürler zorluklara rağmen, kendini adayan, ideal uğruna ölümü göze alan kahramanlar olarak çizilmektedir. Bu karşılaştırmada hangisi daha gerçek ya da hayatla/tarihle doğrudan baglantılı sorusunu yöneltmeye bile gerek yok.
Etnik kimlik sorunsalında dikkat çeken bir başka nokta da anlatım diline yansıyan kelimelerdir. Öyle ki Yıkıntılar Arasında adlı kitapta katliam yapan taraf “Türkler” olarak metne yansımamamakta, katliamı yapanlar sadece “kıyıcılar”, “güruh”, “gözü dönmüş kalabalık”, “eşkiya”, “nefret ve kin” şeklinde kodlanmaktadır. Okuyucu artalan bilgisi ve anlatılanlarla bağ kurarak katliamı gerçekleştirenlerin Türkler olduğuna, hükümetin ve Divan-ı Harb kurumunun buna göz yumduğuna kanaat getirebilir. Evleri basan, yakan ve acımasızca katledenler bazan Türk-Müslüman komşular olarak belirtilir. Ancak yine bazı Türk-Müslüman komşuların da Ermeni aileleri gürühtan, kesicilerden, kıyıcılardan, eşkiyadan, kin ve nefretten koruyanlar olduğunu öğreniriz. Bu yanıyla Zabel Yesayan kitabın her sayfasında önyargıya sebep olacak her türlü isimlendirme ve hedef göstermeden kaçınır. Katliamı yapanlar Türk-Müslüman kimlikleri üzerinden hareket etseler de, anlatıcı bu isimlendirmeye yer vermez. Öteyandan yardım eden Türk-Müslüman komşuların kimliklerini hatta isimlerini vererek metinde yer almasında sakınca görmez.
Yeni Turan adlı kitapta ise son derece olumlu ideal değerlerle çizilen iki figür, Kaya ve Oğuz sık sık “gerçek Türklük” değerleriyle özdeşleştirilir. Kitabın 95. sayfasında Oğuz’un Türk kimliği üzerine yaptığı konuşma mutlak doğru olarak yansıtılır. Oğuz’un dilinden verilen şu satırlar kitabın merkezi işlevi hakkında net bilgi vermektedir: “…Artık milliyetperver cereyanlarıyla eski Osmanlılık bağının birbirine bağlayamayacağı birtakım milletleri birbirinin boğazına atılmış bir halde buluyoruz. Bu umumi boğazlaşma arasında da bir şey kayboluyor, bir şey misli görülmemiş surette mazlum ve mağdur oluyor; Türkler. Bir Türk safiyetiyle haykırıyorum ki; ‘varsın Türk unsuru mutazarır olsun, varsın Türk unsuru bitsin’ diyen her şahsa, kuvvete ve harekete karşı Türkler artık boyun eğmeyecektir!…..”
Aynı savaş koşullarında, aynı coğrafyada, aynı politik gelişmelere tanıklık eden iki aktivist ve yetenekli yazarın etnik kimlik sorunsalına iki ayrı noktadan yaklaşıp iki ayrı, hatta tamamen zıt kitap yazarak reaksiyon göstermeleri tesadüf değildir. Halide Edib Adıvar Balkan Savaşları sırasında Türklük olgusunu yükseltebilmek, ulus devletinin oluşumuna katkıda bulunabilmek için Yeni Turan adlı ütopik romanını yazarken amacı Türkler’e yeni bir kimlik yaratmak, onları eğitmektir. Zabel Yesayan ise İstanbul Ermeni Patrikhanesi’nden aldığı sorumluluğu yerine getirebilmek için bir gözlem yapmış izlenimlerini de tanıklık ettiği olayların ışığında Yıkıntılar Arasında adlı kitabında toplamıştır. Biri abartılı ifadelerle ideal olanı empoze ederken, diğeri yasanmış olanı mümkün olduğu kadar nesnel değerlendirmek, tarihsel görevini yerine getirmek istemiştir.
Kısaca bugün iki kitap yan yana getirildiğinde net olarak “Yıkıntılar Arasında” yükselen bir “Yeni Turan”’dan bahsetmek mümkün. “Yeni Turan”’ın yarattığı Türk-Milliyetçi anlayışın var olması ve varlığını sürdürmesiyse “Yıkıntılar”’ın inkarına bağlıdır. Güncel resmi politikada Ermeniler’e yönelik soykırımın ısrarla reddedilmesinin sebebi, belki de bu iki kitaptaki ve iki yazarın yaşam öyküsündeki dual ilişkide görülebilir.
Bu yazı Mesele Kitap dergisinin Ekim 2016 tarihli 118’inci sayısında yayınlanmıştır