Bir romanı okudunuz, bitirdiniz; güzel, pekâlâ, iyi ettiniz.
Kitabın kapağını eski bir dosttan ayrılmanın hüznüyle kapatıyorken, eğer, roman kahramanları sizinle konuşmaya başlarsa, o zaman işiniz iş demektir.
Yoksa okunan onca şeyin bir kıymeti olmaz.
İyi bir romanın kahramanları günlerce, bazen haftalarca gelip omuz başınızda belirir, sizi sohbete davet eder.
Bazıları arsızdır, siftinir kalır; bir yerlere gitmez.
Kimisi de mahcuptur, utana sıkıla kendisini arada bir hatırlatmak ister.
Ben böyle bir roman kahramanıyla birkaç zamandır konuşup duruyorum, geliyor işim başımdan aşkınken, kimi zaman da ben onu davet ediyorum.
Davete icabet etmediği de var!
Roman kahramanı İfemelu her zaman müsait değildir, bazen uykusunda oluyor mesela…
Yarı açık kalın, etli dudaklarıyla kim bilir hangi rüyasına, o rüyasında beliren göçmen ümitlere gülümsüyor.
Her şeyin bir zamanı olduğu gibi roman okumanın da bir vakti vardır.
Ben evvelden acele ederdim, şimdi vaktini bekliyorum, gün oluyor geliyor.
Yaşamını Amerika’da sürdüren Nijeryalı kadın yazar Chimamanda Ngozi Adichie’nin adını duyardım da bir türlü kitaplarına el atmamış, üstelik aldığım Americanah başlıklı romanının kapağını açmamış bulunuyordum.
‘Americanah’, kadın roman kahramanı İfemelu’nun ABD’ye üniversite eğitimi için gidişi hikâyesi üzerine kurulu. Başkent Lagos’da orta sınıf Nijeryalı ailede büyümüş İfemelu’nun -ne de güzel isimdir bu – ve liseden sevgilisi Obinze’nin hikâyesini paralel bir anlatımla okuyoruz.
Her ikisi, aslında, salt eğitim için değil aynı zamanda Amerika’ya yerleşmek üzere bu gidişi planlamaktadır. Ancak evdeki hesap ve çarşı meselesi diye bir şey var; İfemelu bir üniversiteden kabul alıp “kapağı atar” ancak Obinze’nin talihi yaver gitmez, vize alamaz, sevdiceği arkasından iç geçirir.
Obinze, sevgilisinden ayrı kalmamak üzere bu kez kaçak yollarla önce İngiltere’ye girer, belki oradan ver elini Amerika diyecektir. Fakat Londra’da başına gelmedik kalmaz, yarı-kölelik şartlarında çalışmak zorunda olur, dayanamaz ve geri döner. İfemelu ise pek çok sıkıntının içinde kıvranmaktadır, Milan Kundera’nın Yaşam Başka Yerde dediği gibi farklı hayatlara bulaşır. Hayat bu olmaz demeyin, olur!
Para sıkıntısı içinde kaldığı sırada, varsıl bir adama seks masajı yapmaya kadar razı olur; bu onun yaşamının dönüm noktası olacaktır. İfemelu sonunda Amerika kavgasını tamamlayacak, bütün göçmenlerin yaşadığı, bir biçimde karşılaştığı mücadeleden başarıyla çıkacaktır.
Başarı neyse, işte o!
Biz, romanın okurlarına ise, bunca şeye değer miydi sorusunu sormak düşer. Zaten, Nijerya dilinde Amerikalı anlamına gelen başlığıyla romanın üstüne üstüne gittiği, bizlere göçmek, başka yerlerde yaşam aramak heveslerimizi bir kez daha düşündüren mesele de işte budur.
Sadece İfemelu’nun yaşadığı Amerikan Rüyasına dair travma değil, aynı zamanda, örneğin Obinze’nin Londra’da tuvalet temizleme işi yaparken, bir klozetin kapağı üzerine kasıtlı edilmiş dışkının karşısındaki tepkisi ABD’de yahut başka ülkelerde tutunmak, ayakta kalmak, yaşayabilmek için oraya gidenlerin de çok iyi bildiği gibi bizlere tanıdık gelir.
Ne yazık ki, yasal veya yasa dışı yollarla göçmen gönderen ülkelerin geride kalan, oturduğu minderinden kıpırdayamamış insanları gözünde, Amerika’ya ulaşmış olanların sanki yüzme havuzlu villalarda, hem de oraya gider gitmez yerleşip yaşadıklarını dair bir sanı vardır.
“O-hooo Amerika’dasın, maşallah, Allah versin!” derler, pek haksızlık ederler; bilirim.
İfemelu, bir roman kahramanı olarak, “Ah be güzelim İfemelu, senin ne işin vardı oralarda!” diye kitabın kapağını kapattığımdan bu yana benim sorularıma yanıt ver(e)miyor; ama ben biliyorum, bu kaçıp göçme, gidip yerleşme hevesinin ardından yatanı. Yaşadım çünkü…
Öyle görünüyor ki, mülteci-sığınmacı ve göçmen sorunu bu yüzyılın başından bu yana, 11 Eylül’ün getirdiği Batı-Doğu bölünmesiyle her geçen gün ivme kazanıp sınırları zorlamaya devam edecektir. Denizde köhne teknelerin alabora olup insan yaşamlarının yok olduğu bu acımasız günlerde edebiyatçının, roman yazarlarının dikkati de kuşkusuz Batı sınırlarında dolaşan bu insanların hikâyelerini yazmaya yönelecektir.
Elli yıl evvelsinin, Almanya’ya resmi yollarla göçmen gönderen Türkiye’sinde Alamancı bir edebiyatın doğmasından farklı bir şey bu. Kuşkusuz, sonuçta insanın tutunması, bir yerde kök salmasına dair sorunların ortak paydası var. Ancak İfemelu’nun yaşamında, edebiyatçımız Bekir Yıldız’ın, örneğin, Alman Ekmeği başlıklı eserinde gurbet ele ekmek parasına gitmiş insanların yazgısından ayrılan bir taraf bulunur.
Alamancıların döneminde Türk romanına, hikâyeciliğine pek çok eser bırakıldı. Necati Tosuner’in Sancı romanında başlayarak, Almanya’da yaşamını sürdüren Türk edebiyatçılarına kadar pek çok isim sıralaması mümkün; yazımızın sınırlarını aşıyor.
Ancak yine de iki eser ve iki yazardan söz etmeden geçilemez: Tarık Dursun K.’nın Ona Sevdiğimi Söyle başlıklı hikâyesinde geneleve “düşen” karısını öldürmeye gelmiş gurbetçinin eli tetiğe gitmez, evin mamasına karısını ne kadar sevdiğini söylemekle yetinir.
Yine Renan Demirkan’ın Üç Şekerli Demli Çay başlıklı romanını anmalıyız. Fakat bunların hiçbiri Amerika gerçeğiyle örtüşmez, oradaki yaşamın acımasızlığını bize en iyi İfemelu anlatır.
Americanah’la vedalaştığım sıraydı ve bir başka göç kitabıyla Türk okuru buluşuyordu. Yılların deneyimli gazetecisi, editör ve eleştirmeni Bahar Çuhadar’ın derlediği “Yeni Ülke Yeni Hayat” başlıklı bir çalışma, Alfa Yayın grubuna bağlı Artemis Yayıncılık eliyle, “Çekip gideceğim bu ülkeden!” diyenlerin artış gösterdiği günümüzün okuruna sesleniyordu.
On ayrı ülkeye, geleceğini bir başka yerde, doğduğu ülkeden ayrı bir coğrafyada kurmak için Türkiye’yi terk etmiş, gönüllü sürgüne kendisini yollamış insanların hikâyelerini Çuhadar bu eserde topluyor.
‘Göçtüm ve artık buraya aidim’, diyen Burçin Almanya’yı anlatırken, daha mutlu sözler eden Kanada göçmeni Simge ‘Kocaman bir özgürlüğüm ve iki memleketim var’ diyor.
Sırayı alan Gizem, Danimarka’da ama ‘Kaçtım, Kurtuldum diyemiyorum’ diye bir itirafta bulunuyor. Fazla uzağa gitmeyi göze alamamış bulunan Ulaş, Atina’da ve ‘Aynı coğrafyanın daha çok kahkaha atılan bir yerine geldim’ demekte; Kalimerası kalisperası bol ülkede yani…
Alev, Osaka’ya gitmiş ama Japonya’da ‘İyi kilerin Keşkeye dönüştüğünü’ aktarmaktadır. Aysel ve Kutay çifti, Londra’dadır, ‘Bu ülkede misafiriz ve bize çok iyi ev sahipliği yapılıyor’ başlığıyla İngiliz yaşamına nasıl katıldıklarını anlatırken, Pekin’e yerleşen Cenk ‘köksüzlüğün ne olduğunu’ yazmaktadır.
Serkan, Berlin’de ‘Ben buraya değil, buranın özgürlüklerine aidim’ diye bir başka yorumla karşımıza çıkıyor ve Dünya Vatandaşlığı özlemini hissettiren anlatımıyla Seda, bizlere Bangkok-Tayland’dan sesleniyor; ‘Dünya benim evim, Türkiye yuvam!’
Ve nihayet, ‘Dönersem mutlu olacak mıyım?’ diye, Atlanta’ya, ABD’ye yerleşmiş Berivan’la tamamlanıyor bütün bu aktarımlar.
Bahar Çuhadar, hem derleme eserin önsözünde karşımıza çıkıyor hem de akademisyen, sosyolog Dr. Ulaş Sunata’yla yaptığı söyleşiyi bir epilog biçiminde bütün bu itirafları, gözlem ve hissedişleri tamamlayan, birbirine bağlayan bir sonuç yazısı olarak sunuyor. Ayrıca Çuhadar, on ülke-on anlatıcıya girizgâh biçiminde birer kısa sunum da yazıyor.
Derli toplu, özenli ve “Bıktım bu memleketten, alıp başımı gideceğim!” diyenlere çok şey söyleyen bir çalışma; şimdiden ikinci baskısına ulaşması da bunu kanıtlıyor.
Bütün bunların ardına Yunan Şairi Konstantinos Kavafis’in pek meşhur şiiri ŞEHİR’i ekleyeceğimi sanmayınız. Bahar Çuhadar zaten bahsetmiş, kitap sonundaki söyleşide. ‘Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir şehir bulamazsın, bu şehir arkadan gelecek’ diyen büyük şairin sözü için size bir itirafta bulunayım da, sonra, lafımın torbasını büzüp muhacirliğime ben devam edeyim:
Kanada’nın Edmonton kentindeki evimin çalışma odasında bu yazıyı satır satır sizlere gönderirken, 1997’de Americanah’lığımla başlayan, yirmi iki yıllık ne oraya ait ne buraya balta sapı olmuş yaşamın bütün tecrübesiyle İfemelu’yu Çuhadar’ın on kahramanıyla buluşturuyor, benzer benzemez tüm vaziyetlerini insanlık hâlidir diye okuyorum.
Memduh Şevket Esendal’ın Yollar da uzar başlıklı kısa hikâyesinde bize söylendiği gibi, kendime ve İfemelu’ya, yerinde durmayan göç edip yeni hayat kurmak peşindeki herkese, “Git bakalım! Git yaa! Ama bu işler böyle sürer sanma! Yollar da uzar… Bu yokuşlar sana da domuzlaşır. Tıknefes at gibi solur solur da çıkamazsın” diyesim gelir.
Yeni hayat, yeni ülke, eski benle dik yokuşlara sarar.
İnsan yedisinde neyse, yetmişinde odur; demek on senem daha var diye gurbette, ben fakir, sevinirim.