Kim ne derse desin. Kim kafasını kuma gömerse gömsün. Kim üç maymunluğa soyunursa soyunsun, gemisini yürüten kaptandır anlayışına sığınırsa sığınsın. Kim dayatılan olumsuzluklara, yaşanılan gerçekliklere sırtını dönerek, bir mağara girişine sırtını dönüp, kendi gölgesinin büyüklüğüne tapınırsa tapınsın. Kim gettosunda, sırça köşkünde yaşayıp “şal ve raks” üstüne şiir dizerse dizsin.
Bunlar, duyarlı, tepkici, yani 3 M olan (sakın Migrosun M’leriyle karıştırmayın bunu, müdahil, muhalif ve mücadeleci sözcüklerinin ilk harfleridir söz konusu ettiğim demiştim bir önceki yazımda.) insanın/şairin sığınakları ya da barikatları değildir.
Nesnel olmak gerekiyor. İçten ve olduğu gibi görünmek…
Yaşadığımız günler, ateşten okları ve ipleriyle çevremizi kuşatırken, gerçek insan ve gerçek şair olup olmadığımızın turnusolu oluyorlar. Evet, aynen bu böyle…
Çünkü şiir kadar şairin kişiliği de çok önemli.
Çünkü, sanatçının salt yapıtlarıyla değil pratiğiyle ve kişiliğiyle de değerlendirildiği bir süreçten geçiyoruz.
Halkının diliyle konuşmak, yazmak, yaşadığı sürece, çağına tanıklık etmek yetmiyor insan/şair olmaya. Aynı zamanda her sözcük birleştiren de şair olamıyor ne yazık ki.
kaldırdım örtüsünü aklımdaki dünyanın
yarattığım her cennette
yaşam hep mutluluğa yürür
dostluklar çocuklarla birlikte büyür
biledim tırpanını aklımdaki dünyanın
yabanıl otlar yolunu tutmasın
ve eskinin ipleşen korkunç elleri
boynuna uzanmasın diye sevdalıların *
Yan tutmayan şair, şair değildir diyor bir İspanyol şair. Bir şair yan tutmalıdır dam galanıncaya kadar. Neyin, ya da kimin yanını tutmalıdır? Benzer soruları çoğaltmamız olası. Sınıfından ve dünya görüşünden yana olmalıdır. Çünkü, dövüşmeyen kendi davası için dövüşür karşıtının davası için diyen B. Brecht çok haklı. Bu bilinçli ve gerekli tavırdır. Yaşam biçimidir. Nasıl yaşıyorsak öyle düşünmemizin ve davranmamızın bir sonucudur bu tavır. Aynı zamanda insan/şairin kendisi olması çabasıdır. Geç kalmış bir peygamberlik edasıyla ideolojilerüstü olduğunu savlamak büyük bir yalandır. Edinilen ideoloji korkularının bir sonucu olarak egemen ideolojiye boyun eğmektir.
Unutulmamalıdır ki ideolojisizlik de bir ideoloji gerektiriyor.
Bu tür yansızlık ne biçimde adlandırılırsa adlandırılsın veya kamufle edilirse edilsin gerçek değiştirilemez, örtülemez. Boyun eğme, resmi egemen edebiyat ortamına konformistçe bir katılımdır. Akıp giden yaşamın gerçekliği için de kalıcı ve mutlak bir ideoloji yoktur gerçekliğine karşın. İdeolojisizliği ayaklarına pranga, edebiyat ortamının söylemlerini de diline pelesenk eden şairler, öykücüler, yazarlar, romancılar, aydınlar gerçek kendileri olmadıklarını gerçekliğin aynasında gördükleri hâlde bunu yadsıyor ve kendilerine yabancılaşmayı sürdürüyorlar. Başkalarını da kendilerine benzetmeye, kendileri gibi teslim olmaya, uzlaşmaya, ruhlarını şeytana satmaya can atıyorlar. Bunun ortamını hazırlıyorlar. Aslında bu albenili ortam ne kadar gizlenirse gizlensin bir yengeç sepetidir. O albeniye aldananlar yengeçleşmeye başladıklarının farkına dahi varamıyorlar. Öyle veya böyle yengeçleşmeye başladığını anlayan sepetten çıkmak istediğinde, o sepetten bir an önce çıkmak isteyen başka yengeçler tarafından tekrar sepete çekiliyor. Böylece bir kapalı çark içindeki hemstır gibi dönüp duruyorlar sepet içinde. Birbirlerini sepetin içine çekip efendilerini mutlu ediyorlar.
Şair, divanî şiirlerle avutma beni
hasretim büyük/hasretim korkunç onlarca
lâkin yapılanlar barbarca
biliyorsun görüyorsun
imge bataklığına beni sürüklüyorsun
onlar için/şair değil korkunç
belki küçük/belki büyük
belki sıradan bir istek sana göre
benim içimdeki hasret
şiirinle kavgamı paylaşmalısın
yaşama ülkeme dair söylediklerin
gerçek olsun hiç olmazsa az biraz
az biraz sanat
az biraz hüzün
az biraz direnç koksun
ama hep umut/lu olsun
beni içine çeksin her toplumsal ateşin
şair, şiirin duvarlara balyoz olmasa da
nem olsun
gerekçesiz gerekçeli kıyımlara set olsun
zalimlere karşı sözel ok olsun
kapan olan her şeye
kazma ile bel olsun *
Ayaklarındaki prangaları papatyalarla, güllerle kamufle edip ortalıkta dolaşan sözde şairler öyle bir iki elin sayısı kadar değil, oldukça fazla. (Şair bilindikleri için böyle söylüyorum. Böylelerinin şairliği tırnak içinde olmaktan öteye geçmiyor.) Ayaklarındaki prangaları “halhal” diyerek etraflarında birer uydu gibi dolaşan yeniyetme şairlere yutturmada da başarılı oldukları da acı bir gerçek. Ve bu yeniyetme şairlere yabancılaşmayı, teslimiyeti, uzlaşmayı, mistizmi, kaçışı, çok yönlü okumanın beterin beteri bir hastalık olduğunu empoze ediyorlar. Tarikat şeyhi yaklaşımıyla barları, meyhaneleri, birahaneleri yurt edinen bu yeni dekadancılar öyle garip davranıyorlar ki… Sözde küçük gruplarıyla, şiir atölyeleriyle müritler yetiştirmeye çalışıyorlar. En çok da kızları, özgürlüklerine tam sahip olmaları gerektiği konulu savlarla şiir tuzaklarına çekmek için, şiirle buluşturmak istiyorlar.
Barları, meyhaneleri, birahaneleri birer barikat ve savaş cephesi olarak düşünüyorlar, görüyorlar. Buralardan aldıkları “ateş suyu”nun ederini birbirine ödetmek, ekonomide uygunluk yasasına uymak için giderlerini azaltma yolunda çözümler üretiyorlar:
Şiirlerden dizeler cımbızlayarak bilmece kuruyorlar.
Bu bilmeceleri de birbirine soruyorlar. Bilmeyen içki ısmarlıyor.
Yaşam böyle böyle akıp gidiyor.
Dahası aralarındaki kart zamparalar çocukları yaşındaki şiirsevdalısı kızları tavlayıp yatağa atmak için olmadık oyunlar oynuyor. Bu işin kaşarlanmış burjuva donjuanları halt etmiş böylelerinin yanında. Kimi zaman, yaşlı bir örümceğin ağına takılmış bir sineği, böceği iştahla midesine indirmesi gibi, onların kanatlarıyla uçmak isteyen bazı şiircil kızlar ve genç kadınlar çok şey kaybettiklerini ve böylece ortaya düştüklerini bile anlamadan orda burda şair diye görünüyorlar. Kart zamparaların yalnızca yataklarını ve fantezilerini ısıttıklarını bilmiyorlar. Erkeklerin bu kadınlar ve kızlar gibi şansları(!) olmuyor pek, fakat aktif bir homoseksüel kart zampara aynı yöntemleri kullanınca kendisine şiir, öykü, roman sevdalısı genç bir erkek geyşa bulabiliyor, istisnada olsa.
Bir gerçeğin altını çizmek gerekiyor:
Yeni dekadancıların ahlâksızlıkları, eski dekadancıların kemiklerini sızlatıyor. Çünkü onların böylesi kokuşmuşlukları ve tuzakları olmadı hiçbir zaman. Sapına kadar göründükleri gibiydiler.
Yeni dekadancılar teslimiyetçi, uzlaşmacı, dogmatik, mistik, sekter, oportünist ve bireycidir. Her biri kendi içinde yalnızca kendini sever, ötekini yadsır. Bunların bir ortak özelliği de, kendilerinden söz ettirmek için her şeyi mübah görmeleridir. Reklâmın kötüsü olmaz sözü yeni dekadancılar için müthiş bir logodur. Sataştıkları kişilerden işittiklerinden ve kaba davranış görmüş olsalar da büyük bir haz alırlar. Çünkü mazoşisttirler.
Yeni dekadancılar söylemlerinde tarafsızdır. Çünkü ideolojileri egemen ideolojidir. Bunu açık açık söyleme cesaretini gösteremezler. İddiaları da vardır, toplum ve birey konusunda. Toplum sürü mantalitesi içinde olduğu hâlde, birey akılcıdır ve gelişmeye açıktır. Bu yüzden de bireyci olmak bir zorunluluktur. Bireyci olunduğu zaman gerçek özgürlük başlar. Toplumların önü geleceğe açılır. Bir kere “bireyci,” Keynesyen, Marksist, Liberal, dinci gibi bir sosyal tanım. Altta kalanın canı çıksın. Gemisini kurtaran kaptan… Bana dokunmayan yılan binyıl yaşasın gibi kanıksadığımız tanımlamalara da aynen uyan ve yeni dekadancılara uygun düşen bir adlandırma.
Sosyal gerçeklik ölçeğinde, “birey”le taban tabana zıttır. İşte sakatlık da tam burada başlıyor. Çünkü, toplum ve birey iç içedir. Etle tırnak gibi… Parçası için geçerli olan bütünü için de geçerli olur. Buna uyan bir iç içelikten söz ediyoruz burada. Yani birey yükselmeden toplum ilerleyemez.Toplum ilerlemeden birey yükselemez. Bireyin bedeninin maddi ve zihinsel gereksinimi, toplumsal gelişmeye bağlıdır. Toplumun düzeyi, bireyin maddi ve zihinsel gelişmesinin olası sınırlarını belirler. Yani birey gelişimi, toplum gelişiminin öncüsü ve kendisidir.
ne vakit sağanağı başlasa güzün
rüzgârı yaprak yaprak
bildiri atsa “ölüm” diyerek
akışına kapılırlar andız hayatın
bodrum şairleri bugünün
sevdalılar
yarına büyütürken karanfil
bilenirken yaşanana umarlı
direnirken her ağustos tırpana
setleşirken zamansız ölümlere
bodrum şairleri
yosunlu arabesk barlarda
malûm şiirler dizerler
san/at/tan konuşurlar
dilleri korkunun boşluğun
ve teslimiyetin s/imgesi oysa *
Yeni dekadancıların bir başka iddiası da toplumcu şairlerin slogancı, şiirlerinin slogan şiirler olduğu yönünde. Türkü formunda yazılanlar için de, bestelenip kayboluyor, diyorlar. Bir kere şiirleşen konular, şairlerden bağımsız vardır. Madde olmadan düşünce olabilir mi? Şair, “dış-konu”yu içselleştirerek, aynı konuyu ele alan başka başka şairlerden çok daha farklı ve özgün bir biçimde genel olanı tekilleştirir. Aynı biçimde de tekil olanı yeniden yaratarak genele dönüştürür. Bunu yaparken de “dış-konu”yu yeniden ve kendince oluşturur. Ama, “dış-konu” şiire dâhil olduğunda “iç-konu” olur.
Bu sözcüğün tam anlamıyla yaratıcılıktır, özgünlüktür, aykırılıktır, işçiliktir. Elbette ki şairden şaire değişir. Çünkü fabrikasyon bir üretimden söz etmiyoruz, sözünü ettiğimiz şiir, başka bir şey değil. Buna birkaç örnek vermek gerekirse:
A. Hikmet, “Karanlıkta Kar Yağıyor” şiiriyle İspanya İç Savaşı’nı, A. Arif,”33 Kurşun”la, C. A. Kansu, “Kızılırmak Ağıdı”yla, M. C. Anday, Rozenbergleri anlatan “Anı”yla, A. Öztürk, “Cumartesi Aneleri”yle, A. Paksoy, ”Yaralı Temmuz”la (Sivas Kıyımını anlatan kitabı) yaşanmış genel gerçeklikleri tekilleştirmişlerdir. Fakat aynı zamanda da kendilerinden kattıklarıyla geneli yeniden şekillendirerek, yaratarak genelleştirmişlerdir. Çünkü, ele alınan gerçekliklerden yola çıkılarak özgün dizeler dillendirmişlerdir. Bu açıdan örnekleri çoğaltmak olası. Bunların altında imza ararız. Yalnız kanıksadığımız bir şiir bile olsa, bestelendiğinde imza aramayız pek. Doğrudur, türküleştirilen şiir, önemli ölçüde kendini yitirir, değeri kaybolur. Fakat türkü olarak imzayı da genelleştirir. Çünkü, türkü geneldir, şiir tekil ve özeldir. Şiir toplumun ortaklaşa ürünü değildir. Bireyseldir. Güçlü ve özgün şiirler bestelenmiş olsalar da değerlerinden bir şey yitirmezler. Altın gibi yani… Gerçek şairlerin bestelenen hangi şiiri kendini dinletmiyor ve şairini küçültüyor, şapkalarımızı önümüze koyup düşünelim bir kere. O türkülere eşlik etmiyor muyuz?
bu sevdalı ülke
acıları devşirirken sevince
ölüm sarsada toplumcu şairi
“ateşten ipleriyle”
o
bilmecelerini çözer kara gidişin
hesabını yapar her kelimenin
kır çiçeği olur aşar dağları
buyurur şiirince direnci
her dizesi bir mermi
inci inci
halkının dili ve de bilinci
türkü türkü
bulut bulut
dolaşır anadoluyu
bu güzelim ülke
acıları birer soru gibi
toplarken yarına
karafinans kuşatsa da
“ateşten ipleriyle”
o
haklı savaşların sesini
katar yumağına şiirlerinin
örer halkların özlemlerini
inci inci ulusların dilleri
bilincidir türkü türkü
bulut bulut dolaşır dünyayı *
Sloganlarla şiir yazılır mı, yazılmaz mı?
Bu yeni bir dillendirme değil aslında. Geçmişte de benzer şeyler dillendirilmiş, tartışılmış ve rafa kaldırılmış. Noktalanmamış bir konu yani. Noktalanacak gibi de görünmüyor zaten. Fakat söylediğim gibi, yeni dekadancılar kendilerinden söz ettirmek için eski bir tartışma konusunu raflardan indirip yeni bir şeymiş gibi tartışmak istiyorlar. Söylenenleri yinelemek gibi olacak belki, fakat gerekiyor şimdi bu. Mete Tuncay, sözlükler de sloganı, ‘kısa ve çok etkili, eğitici propaganda sözü’ olarak açıklıyor. Şiir, sloganla da slogansız da yazılır. Ustalık, işçilik ve birikim işidir çünkü. Enternasyonal baştan sona slogandır ve kim ne derse desin iyi bir şiirdir. Bir Mayıs da öyle. N. Hikmet’in ilk gençlik şiirleri de slogandır kimine göre. Mayakovski’nin evrensel şiiri Marşımız da sloganlarla yazılmıştır. Neruda’nın Muzaffer Halk, Buğdayın Türküsü, Kıyamlar ve Düşmanlar gibi son dönem şiirleri de slogandır. Direniş Hareketi Şairleri, Filistin Direniş Şiiri de slogan şiirlerdendir. Eluard’ın, Aragon’un Nazi işgaline karşı sloganlarla yazdıkları şiirler de vardır. Rıfat Ilgaz’ın Aydın Mısın’ı baştan sona slogan değilse, H. H. Korkmazgil’in, E. Gökçe’nin, A. Kadir’in birçok şiiri slogan etkisi gösteren şiirler değilse nedir?
Slogan etkisi gösteren dizelerinden ve şiirlerinden dolayı daha birçok şairin şiirleri, dizeleri dilimize pelesenk değil midir? Slogan şiir de sloganlaşmamış şiir de yaşama dairdir. Bizde tekrar tekrar açılıp okunma, ezberlenme ve alanlarda, toplantılarda yüksek sesle paylaşılma duygusu, pratiği oluşturan şiirler unutmayalım ki gerçek şiirlerdir, tabii ki kendi kendimize içsel sesle bile olsa söylediğimiz ve kendi yalnızlığımızı büyütmemize engel olup zenginliğimizi arttıran şiirler de var inkâr etmiyorum onları, yeni dekadancıların yazdıkları veya savundukları şiirler değildir…
İşte eşyanın doğasına uygun olmayan, açık seçik bir söylemin karşısında olmak, yanlışa taraf olmaktır. Karışık, boğuntulu, çelişkili yazmaktır. Ve payımıza düşense kendi ağzıyla tutulanları açığa çıkarmaktır. Yeni dekadancı bar şairlerine, aynı zamanda da adam gibi bir içici olan sevgili Can Yücel’in de bir çift sözü var. Bu yüzden sözü CAN ustaya bırakıyorum:
Anamın ipiyle indim gökdelen damınızdan
Kelebek gibi girdim kelebek camınızdan
Taksinize mülkünüze dairenize
Heceleyerek üzerinde ayak ve el uçlarımın
Belledim seyyarenizi ve kelimelerinizi…
Gözlerinize baktım, mukaddes ciltlerinize,
büfelerinize
vesairenize…
şiir fenerimile de baktım, son çığlık!
Aşk yokmuş sizde beş paralık!
Gidiyorum ben boşçakallar
Sıçmışım ortalık yerinize
Kıçımın fosforuyla aydınlanın siz artık.
(Kibar Hırsızın Türküsü)
* imli şiirler bana aittir.
** bu yazı Eylül 1999’da Yazın Dergisi’nin, 87. sayısında yayımlandı.