Meksikalıların meşhur yemeği tako, genelde mısır unlu sert lavaşların içine baharatlı et-sebze karışımı bir yemeğin konulmasıyla yapılır.
Fakat muhakkak ki biraz doğaçlama, yemeğe neşe katar…
İşte bu yüzden, biz neden Meksikalıların tortillasının içine Almanların körili sosisini ve Amerikan burger sosunu koymayalım ki!
Yemek kitaplarına ne hacet!
Yemek yapmak basit ve içgüdüsel bir iştir.
Bu, mevzubahis romanın yirmi beşinci sayfasında açıkça yazmaktadır:
“Allah seni inandırsın, yemek yapmak hiç de öyle zor değil. Hele benim yemeklerim… Yüz gram pastırma alırsın, iki-üç yumurta kırarsın üstüne, olur bir yemek… Yarım kilo et haşlarsın, biraz patates eklersin, biraz da havuç, olur bal gibi yemek. İki gün yersin, parmaklarını da yersin…”
İşte bizim şefimiz de böyle bir şeftir. Kitaba bağlı kalmaz. Yemeğe şahsi dokunuşlarıyla neşe katar.
Onun yaptığı yemekler doğaçlama tiyatroya benzer. Bir anlık içgüdüyle ve kendi yaratıcılığıyla başlar. Eldeki malzemelerin ona vereceği cevaplara göre biçimlenir.
Açlıktan midesi kazınan şef buzdolabını açıp da büyük sosisleri ve ekmeklikteki lavaşı görünce, aklında kıvılcımlar çakar. Meksika usulü gerçek bir tako yapacak et ve sebzenin eksikliği ve sosisli sandviç yapacak ekmeğin yokluğu onu kısıtlamaz; aksine bu, onun özgürlük alanıdır. Bugün bize, bahsi geçen Alman-Amerikan-Meksika usulü takolardan yapacaktır.
Şefimiz her şeyden evvel lavaşları paketinden çıkartır, kullanıma hazır hâle getirir. Lavaşlar böylece bir tabağın üstünde iç malzemesini beklemeye koyulurlar.
Bu esnada telefonundan derhâl bir müzik açar. Müziksiz yemek pişiremez. Keyfi yerindedir. Şimdi kulaklarımız tek bir anlamlı sözü bulunmayan neşeli bir şarkıyı işitmektedir. Scatman John’un bu parçası âdeta insanı dansa davet eden bir fıkra gibidir:
“Ski-bi dibby dib yo da dub dub – Yo da dub dub – Ski-bi dibby dib yo da dub dub – Yo da dub dub – I’m the Scatman… ”
Bizim şefin bu hâli, Avusturyalı ünlü şef Wolfgang Puck’un bir sözünü bize hatırlatır: “Yemek yapmak, resim yapmak veya bir şarkı yazmak gibidir. Nasıl ki yalnızca belirli sayıda nota veya renk varsa, yalnızca belirli sayıda tat vardır; onları nasıl birleştirdiğiniz sizi diğerlerinden ayırır.”
Demek ki bizim şef anlamsız lakırdılarla şarkı söyleyen türden bir müzisyen gibidir: O bir Scatman’dir.
Yine de bu neşeli hâli fazla uzun sürmez. Nitekim sıra şimdi soğanlardadır.
Soğanlar kabukları soyulup ince ince dilimlenir. Keskin bıçağın tahtaya her inişinde soğanın yakıcı aroması yavaşça havaya yayılır, işte o an gözlerimizin yanmaya başladığı, az biraz ağlamaklı olduğumuz andır.
Şefimiz biraz ağlamaklı olunca bu kez neşeli müziği durdurur, soğanları doğramaya devam ederken bir yandan da bize bir romandan bahseder. Bu öyle bir romandır ki, belki de açıkça anlatmaktan hiç çekinmemelidir. Nitekim Tahsin Yücel’in kaleme aldığı Mutfak Çıkmazı, başından sonuna, her şeyi önceden bilinse bile yine de kendini okutturacak türden bir eserdir.
Öyle ki yazarı bile bunu yapmaktan hiç çekinmemiştir: Roman, tıpkı doğranan soğanın gözleri ağlamaklı yaptığı gibi, kahramanımızın ölümünün konuşulduğu bir cenaze evinde, oldukça dramatik bir sahneyle başlar. Roman kahramanımız İlyas Divitoğlu’nun, akrabası Mustafa tarafından öldürüldüğünü işte böylece daha ilk sayfalardan öğreniriz.
Romanın anlatısı bir kenarda tıngır mıngır ilerlerken bir yandan da tereyağı tavada ağır ağır erimektedir; biraz huzurlu, biraz da telaşlı bir cızırdama soğanlara açık çağrıdır. Soğanlar kavurulur.
İlyas soylu sayılabilecek bir aileden gelmektedir. Bu yüzden olacak, ailesinin beklentilerinin yükünü üzerinde hissetmiş, her zaman başarılı bir öğrenci olmuş, ailesinin daha o doğmadan önüne koyduğu yolda başarıyla yürümüştür. Ancak Emel’e olan aşkı onu bu yoldan saptıracaktır. Bu aşk, sanki İlyas’ın ilk kez kendiyle tanıştığı, özgürlüğe adım attığı, bir uykudan uyandığı, kendinden şüphe ettiği ve hayatı kendi arzularıyla keşfetmeye başlayacağı bir yolculuğun ilanıdır.
Kuşkusuz ki böylesi bir yolculuk sancılı olur. Nitekim Kierkegaard’ın kaygıyla ilgili düşüncelerini burada hatırlamakta fayda vardır: Ona göre kaygı, insanın masumiyet uykusundan uyandığı, günah işleme özgürlüğüne sahip olduğunu fark ettiği anda ortaya çıkar.
Şefimiz olabildiğince yumuşak ve püreleşmiş bir kıvam elde etmenin peşindedir. Bir yandan romanı anlatırken bir yandan da bu işi nasıl yapacağını düşünür. Hâl böyle olunca karamelize soğan tariflerinde yer almamasına rağmen fevri bir biçimde eline bir soda alır. Açar. Yarısını soğanın üstüne döküverir.
Sodanın dökülmesiyle köpüren soğana kaygılı gözlerle bakmaktadır. Tavaya biraz şeker ekler, altını açar. Suyunu çekmeye ve kavrulmaya bırakır.
İlyas’ın aşkı Emel de tavadaki köpüklü soğanlar gibi karakter olarak ne düşündüğü anlaşılması zor, belirsizliklerle dolu biridir. İlyas’ı şaşkına çevirdiği kadar onu kendine de bağlar fakat bu bağlanış İlyas’ın canını çok yakar.
Öyle ki İlyas sonunda Emel’den sıyrılması gerektiğine karar verir. Fakat ne zaman ondan uzaklaşsa kendini amaçsızlık, anlamsızlık ve boşluk içinde hisseder. Emel sanki onun hayat amacı gibidir. O, İlyas’ın bir proje çocuğu anımsatan hâllerinin, ailesinin onun önüne koyduklarının dışında kalan, kendi seçtiği belki de ilk amacıdır… Bir kaçış alanıdır. Bu bir nevi takıntıya dönüşür.
Sodada boğulan soğanlar bir türlü kurumayınca şefin kaygısı iyice artar. Tavayı daha güçlü ocağa alır. Soğanları karamelize etmeyi kafasına takmıştır! Öfkesinden kenarda duran yarım şişe sodayı tek hamlede kafasına diker. Bir yandan da romanı anlatmaya devam eder.
Bir gün arkadaşı Murat’ın evinde karşılaştığı yaşlı adam, hayatında yeni bir kapı açar. Yaşlı adamın suratında devamlı güçlü bir gülümseyiş gezinmektedir. Sayfa yirmi altıda bu gülümseyiş şöyle tarif edilir: “Gülümsemede garip bir güç vardı. Yıkılmış, ezilmiş insanın gücü. İnsanı hayvana eşit kılan, ama ondan yüceliği alıp götürmeyen güç. Değerlerin ezildiği, çiğnendiği yerlerde, insana tek dayanak olan içgüdü.”
İlyas işte bu gülümseyişi delicesine kıskanır.
“Bir zamanlar epey güçlük çektim, ama şimdi buldum kolayını. Her akşam yemek pişiriyorum evde.” demiştir yaşlı adam. İlyas bu sözleri hatırlar. İşte böylece o da yemek yapmaya karar verir. Bu, onun tıpkı yaşlı adam gibi gülümsemeye başladığı andır.
Şefimiz, İlyas’ın bu hâlinden feyz alırcasına tezgâhın köşesinde duran sosis ve peynir paketine davranır. Paketleri bir çırpıda bıçakla parçalayıp yırtar, sosisleri ve dilimli Çedar peynirlerini teker teker çıkarır. Hepsi tezgâhta hazır bulunmalıdır. Şef öyle hızlı ve fevri hareket etmektedir ki, ağzımızı açıp iki kelime etmek imkansızdır. Etsek bile hiç oralı olmaz, işine odaklanmıştır ve telaş içindedir. Biz yine de onun bu hâline üzüldüğümüzden ona yardımcı olmak isteriz.
İlyas böylece sürekli olarak evde yemek yapar. Dışarı hiç çıkmaz olur. İçine kapanık bir hâldedir. Kimseyle görüşmez. Toplum dışı, yalnız bir yaşam sürmeye başlamıştır. Özgüvensiz ve kaygılı bir hâldedir. Aras sıra evine uğrayan arkadaşı Selim dışında neredeyse kimseyle görüşmez. Zira Selim de getirdiği malzemelerle çoğu zaman yemeğin habercisidir. Yemek yapmak İlyas’ın tek sığınağı olacaktır.
İlyas bu işe takıntılı bir şekilde bağlanmıştır. Nitekim bu duruma şaşılmamalıdır, -kaygılı- fırtınalı bir beynin çoğu zaman yanaştığı ilk limanın türlü takıntılar-obsesyonlar olduğu sıklıkla söylenir… İlyas, Emel’in boşluğunu sanki yemekle doldurmaktadır.
Gel zaman git zaman, İlyas’ın dostu Murat, onu merak eder ve ziyaret eder. Hâline pek üzülür. Onu evden ve yemek yapma işinden uzaklaştırmak, yeninden sosyal hayatın içine çekmek için türlü çabalara girer.
Murat ve Selim’in bu hâlleri bize “savaş” yahut “kaç” durumunu anımsatır. İlyas bir tür “uyanış” yahut “takıntıya sığınma” arasında gidip gelir.
-Ne lazım şef? Bir şey söyle de çıkarıp verelim, yardımcı olalım…
Biz bu sözleri söyleyip yanımızdaki dolaptan sosislerin sığacağı büyüklükte bir tavayı çıkarıp hızlıca şefe uzatırız. Fakat şef bize bir teşekkürü bile çok görür! Telaşlıdır. Bir yandan soğanları altın sarısı rengini alıncaya kadar kısık ateşte çevirmekte diğer yandan da çıkardığımız yeni tavada sosisleri pişirmek üzere tereyağını eritmektedir. Bizim şefimiz tereyağını pek sever! Bunlarla uğraşırken aynı anda yeniden romanı anlatmaya koyulur. Kaygısı yine de her hâlinden bellidir.
İlyas, Murat’ın peşine takılıp da yeni denizlere yelken açtığında kendini hiç iyi hissetmez. Kaygıları artar. Böyle anlarda yemek yine onun sığınağı olacaktır. Nitekim böyle bir anda hiç bilmediği bir yemekten haberdar olur. Bilmemeyi kendine yediremez. Umutsuz, kaygılı ve yetersiz hisseder.
Günlerce bu yemeğin ne olduğunu düşünüp durur. Eskiden beri yaptığı yemekler her geçen gün daha güzel olsa da İlyas bununla yetinemez, merakına ve gururuna esir olmuştur. Seksen altıncı sayfada onun bu konuda hissettikleri şöyle anlatılır: “İlyas’ın içinde hiç durmadan ilerlemek, durmadan kendini aşmak isteyen bir sanatçı kaygısı vardı, daha yeni, daha başka, daha ender yemekler yapmak isterdi, yaratmak isterdi!”
Sosisler kenarda pişedursun, şefimiz şimdi sosu hazırlamaya koyulacaktır. Buz dolabını alt üst eder, her şeyi yerinden çıkarıp geri koyar ama sonunda sosları bulmuştur. Bir kâseye az miktarda ketçap, hardal, pekmez ve elma sirkesi ve bolca da mayonez koyar. Fakat koyarken yüzü bir anlığına asılır: Sos kutularının dibi gözükmüştür. Olsun. Gözükse kaç yazar! Bu onun yaratma edimidir. Tüm malzemeleri homojen bir kıvam alana dek kaşıkla yavaşça karıştırır. İşte bu sos tatlı-ekşi tadı ve kremamsı dokusuyla tarife Amerikan burgerinin ruhundan bir parça katacaktır.
İlyas, yemek tarifinin yer aldığı kitabı bulmak için onlarca sahaf gezer ve sonunda bulur fakat kitap çok pahaldır. Selim’in yardımıyla eski eşyalarını bile satar. Kiraları aksatır. Sonunda malzemeleri ve yemek tarifinin bulunduğu kitapları alır. Hepsi bu yeni yemek içindir.
Bu yemeği yapmak ise hiç de umduğu gibi sonuçlanmamıştır. Yemeğin üstesinden kusursuzca gelmiştir gelmesine ama tadını bir o kadar da yadırgamıştır. Ona çok basit ve lezzetsiz gelmiştir. Bu yaptığı sanki bunca emeğe değmez bir iştir. Belki de kendinden pek bir şey katmadan, üstelik de çok kolay bir şekilde üstesinden gelmek ona böyle hissettirmiştir. İşte bu an, kaygılarının yeniden iyice arttığı ve boşluğa düştüğünü hissettiği andır. Bütün bunlar onu bazen kendinden nefret etmeye bile sürükler. Ölümü dahi düşünür.
Hâli tam bir bağımlılık hâlidir. Zaman zaman hayatını mahvettiği yönündeki endişeleri artsa bile Divitoğlu yine de pek oralı olmaz, ne zaman böyle hissetse karnı acıkır ve yemek yapar, böylece bu düşünceden kendini hızla uzaklaştırdığını zanneder. Bilhassa yeni yabancı yemek kitapları onu fazlasıyla oyalamaktadır.
Şefimiz bir anlığına romanı anlatmaya ara verir. Nitekim şimdi soğanlar neredeyse tamamen kavrulmuş, sosisler pişmiştir. Artık sıra en heyecanlı kısma gelmiştir:
Dilimlenmiş Çedar peynirlerini lavaş parçalarının ortasına titizlikle yerleştirir. Önce karamelize soğan, bu peynir yatağının ortasına konur sonra üzerine sosisler yerleştirilir. “U” şeklinde katlanan lavaşlar sosisin pişirildiği tavada iki yüzü de hafifçe kızarıp kuruyacak şekilde ısıtılır. Bu sırada baharat ve sos kenarda hazır-olda beklemektedir.
Hâl böyle olunca biz merak ederiz, şefe müdahale etme hatasında bulunuruz:
“Şefim ne buluyorsun şu Amerikan sosunda, Almanların sosis baharatında. Yemek pişmiş işte… Tavaya hiç atmadan, dürüm yapıp yesek olmaz mıydı sanki?”
Şef bize ters bir bakışla karşılık verip romanı anlatmaya devam eder.
Bir gün İlyas’a “Şu gâvur yemeklerinde ne buluyorsun?” diye sorulunca, kendisi beklenmedik bir cevap verir: “Kendimi!”
Bu sırada şefimiz tavadan alınan takoların içindeki sosislerin üzerine bolca köri baharatı eklemektedir. Oldu mu şimdi Alman currywurst’u! Son olarak hazırlanan sos, sosislerin üzerinde bolca gezdirilir. Tako servise hazırdır.
Fakat aramızdaki bazı uyanıklar, çaktırmadan bir iki takoyu şefin önünden adeta kümesten tavuk kaçıran bir tilki gibi kapıp kaçırmaya, dürüm yapıp yemeye kalkışmıştır… Şef küplere biner. Anlatmaya devam eder:
İlyas’ın gidişatı iyi değildir. Arkadaşları onun için endişelenirler. Sonunda Murat duruma müdahale eder ve onu bu işten zorla koparmaya kalkışır.
İlyas’ın akrabası Mustafa ise sonunda çılgına döner. Onun bu içler acısı hâli ailenin projesine, kültürüne hiç uymamaktadır. İşte böylece kitabın başına geri döneriz…
Daha en başından Divitoğlu ölüdür.
Divitoğlu’nun hedefleri vardır ama üzgündür.
Sonra Divitoğlu yemek yapar ve yaşar.
Sonunda Divitoğlu yine ölür.
Zaten yemek yapmak da biraz böyle bir iştir.
Aç karnımızı hızlıca doyurmak başka, yemek yapmak başka iştir…
Yenip biteceği bilinir ama yine de onca zahmete katlanılır.
Önündekinin sinsice çalınmasına kalkışılınca küplere binen şef kendi ağzıyla anlattığı hikâyenin bu trajik sonunu bir kez daha işitince bir anda şaşırıp duraksar. İşte o anda şefin önündeki takoları kaçıranlar, takoları aldıkları yere geri bırakırlar.
Şefimiz için mutfak, fırtınada sallanan bir geminin yanaştığı ilk liman gibidir.
Hiç yemek kitabı açmamıştır, işine de kimseyi karıştırmamıştır. Belki böylece sanatçı kaygıları biraz olsun yatışmıştır.
O, yemeği pişirirken işte bütün bunlar konuşuldu.
Bereket ki ona müdahale etmeye kalkışan olsa da vazgeçti, işine zorla karışan olmadı.
Böylece şefin elindeki bıçak takolara indi, takolar ortadan ikiye kesiliverdi.
Biz de rahat bir nefes aldık.