Mahmut Şenol’un yazdığı, arka kapağında “İstanbul’un bunaltıcı plazalarından Akdeniz’in tutkuyla dalgalanan sularına açılan, hem çılgınca neşeli hem de deliliğin eşiğinde bir macera, roman içre roman” ifadeleriyle tanımlanan ‘Bir Roman Yazılıyor&Nicky’yi Öldürmek’ adlı kitap, 2020’nin ekim ayında SİA Kitap etiketiyle okurlarla buluşmuştu. Mahmut Şenol’un sıkı takipçisi olan H. Okan İşcan ile birlikte Şenol’a Jıneps adına sorular yönelttik.
Mahmut Şenol kimdir?
En zor sorudan başlamışsın, ne kadar güç anlatması. Kendine dair ufak tefek hileleri, üç kâğıtları, gizli saklısı olan bir âdemoğlu işte; diğerlerinden farkı yok. O da burnunu karıştırıyor kimse görmeyince, aksırıyor tıksırıyor, mesela hastalandı mı dünyanın en zavallı insanı oluyor, sonra bir bakıyorsunuz aslan kesiliyor. Rahmeti Attilâ İlhan’ın Karantinalı Despina şiirinde dediği gibi, ¨Olmayacak şey bir insanın bir insanı anlaması…¨ O nedenle Mahmut Şenol’u anlatsam yalan söylemiş olurum belki, ben öteki miyim onu da bilemiyorum; kim biliyor ki, dürüst olunuz. Mamafih şimdilerinde 63 yaşının mesuliyetini deruhte etmeye başlamış olduğu için birazcık durgunlaşıp duruldu, lakin bir vakitler gönlünde ne fırtınalar kopardı, işte öyle bir insandı desem, suale cevap vermiş olur muyum, kabul buyurur musun, sevgili Okan?
Romanın başında ve sonunda birer sayfa ile özel bir ricası var, sorulara geçmeden bu iki ayrı ricadan bahsetmek ister misiniz?
Bu ilk ve son ricalar, aslında, yazarın açık seçik bir duyurusu, aynı zamanda tüm roman sanatıyla uğraşanlar adına üstlendiği bir sorumluluk gibi yayınlanan Manifestodur. Okur, romandaki kişileri yazarın kimliğinde arar, onun hayat hikâyesinde karşılıklarını örtüştürmeye çalışır; büyük ölçüde de haklıdır. Fakat yazarı da rahat bırakmalı, değil mi? Ey okur, daha ne istiyorsun, diyelim ki içini dökmüş olsun romancı; bir de onun roman kahramanının TC numarasını sormaya ne gerek var. Bırakın roman tadında kalsın demek istedim orada… İlk ricada, roman yazarı ta kitap bitene kadar kimsenin lafına karışmayacaktı; bunu taahhüt etmişti, sözünü tuttu. Roman kahramanları konuştu hep! En sonunda da, ¨Anlatılan hikâye gerçek olsa ne olur, olmasa bundan ne çıkar; nihayetinde bir roman okudunuz, geldi geçti¨ diye yazıyor ve o kimdi, bu bana mı benziyor, yoksa sen falancayı mı anlattın diye sigaya çekilmemeyi rica ediyordum. Bu kadarcık ricamı okur kırmasın istedim.
Romanda ‘deniz’ ve ‘gemi’ çok önemli bir yer tutuyor, roman hem gemi hem de deniz kavramları ile çok düşündürücü, sizin bir yorumunuz var mı?
Roman üzerine bu açıdan bir bakışla değerlendirme, yorum ve eleştiri yazmış, BirGün gazetesinde yayınlanmış yazısında Sayın Tamer Şahin, ki kendisi de bir roman yazarıdır, bu ayrıntıları öne çıkarıyordu. Ben o yazana kadar farkında değildim aslında. Bilinç altına yönelik romanların çoğunda deniz ve gemi bağıntısına dikkati çekiyor, Şahin. Sanırım denizin büyüleyiciliği aslında ondan duyduğumuz ürküntüye bağlı, karasal canlı olan Homo Sapiens denize hep dikkatle yaklaştı, sonra teknolojisi ve zekâsıyla denizi kontrol altına alabileceğini zannetti ise, bunda yanıldığını da hep gördü; ürküntünün nedeni bu. Orada gizemli bir hayat var. Sizler de denize girmeden evvel ayak parmağınızı termometre gibi uzatıp suyun sıcaklığını ölçmüyor musunuz, yahut uzakta yüzen arkadaşınıza seslenip, ¨Boy mu boy mu¨ diye seslenip sormuyor musunuz? Boyu aşmamalı, dibi karanlık su. Deniz tehlikeli. Bu roman da tehlikeli bir ilişkiyi anlatıyor. Tehlikenin aynı zamanda bir umut içerdiği mekân denizden başkası olamaz, bir yandan kurtuluş vaat ediyor üstünde seyahate çıkanlara… Bir kıyıdan öteki limana varana kadar bu git geller arasında deniz seyahati sürer. Roman kahramanları Mümtaz Candaş ve sevgilisi, yoksa eşi mi demeliyiz bilemedim, Beyza Ferah da aynı karmaşa içinde deniz seyahatine çıkacaklar; hepsi bu, hepsi, ¨Orası boy mu¨ sorusuna gelip bağlanıyor.
Mahmut Şenol’u okumak için ‘kütüphane’den bir değil, bir çok kitap okumak gerekiyor? Okuyucusu ile böyle bir barışık yazar olmak kolay değil. Kimdir Mahmut Şenol okuyucusu.
Vallahi yazarından şikâyet eden bir okur kitlesi bu! ¨Aman nedir bu böyle, iki lafının arasında bir referans gösterip romanı edebiyat ve felsefe ders kitabına çeviriyor¨ diye söyleneni de var. Kimisi de ¨Bu adamın malumatfuruşluğundan, bilgiç laflar etmesinden usandık¨ diyor; bazen açıkça söylüyorlar bazen arkamdan konuşuyorlar. Haklılar! Fakat roman kahramanı böyle bilgiç konuşunca ben n’apayım! Aslına bakarsan, bir tek Bay Konsolos romanındaki konsolosun ve bir de ¨Bir Roman Yazılıyor&Nicky’yi Öldürmek¨ başlıklı son romanda protagonist- başroldeki erkek kahramanlar böyle konuşup ayaklı kütüphane gibi ortada dolaşmaktalar; diğerlerinde rast gelemezsiniz pek fazla… Ama okurun rahatsız olanı da var işte. Benim okur kitlemin entelektüel merakları, öğrenme dünyasına açılmış pencereleri, havadar koridorları olmalı herhalde; o tür okur bana yöneliyor, ben onlarla daha iyi anlaşıyorum sanki. Burada, Haşim’in ¨Melali anlamayan nesle âşina değiliz!¨ dizesi gibi bir şey var sanki… Ama zaten öyledir, her yazarın kendine ait yarattığı bir okur kitlesi oluşur. Jerzy Kosinki vardı, Boyalı Kuş romanından sonra sanki onun mazoşist hatta sadist bir eğilimi varmış gibi o gerilime meraklı okuru ortaya çıkmıştı; oysa Kosinki’nin böyle olduğunu da bilemeyiz. Fakat yazar ile okur arasına giren bir bağ var, bir metin var, ne yazıldıysa o kalıyor geriye.
Daha önceki romanlarınızda da olduğu gibi bu romanınızı da okuyucu bitirdiğinde, insanın böğrüne saplanan bir yumruk hissiyatı hissediyor? Nasıl yorumlarsınız.
Hiç böyle olmasını istemezdim ama bir romana hangi cümleyle girdiyseniz onun gösterdiği bir istikamet oluyor, rotayı şaşırtamıyorsunuz. Bu romanımda bitişteki trajediden bahsettiğin için diyebilirim ki, aynı yumruk yeme, Nakavt olma hissini ben de yaşadım roman bittiğinde. Kendim de şaşırdım, ben böyle düşünmemiştim, neler oldu, neler geldi başımıza dediğim anlar oldu. Hatta roman sonundaki cenaze sahnesini okurken, haydi itiraf edeyim, ağladığımı bilirim; şaşırmayın, roman yazarı da aynı romanın okurudur aynı zamanda. Romanı yazdım diye ağlayamaz mıyım yani!
“Çerkesi ‘haynape’siz düşünemezsiniz. Zor iştir haynape”
Mahcubiyet, Mahmut Şenol’un kitaplarında çok sıklıkla geçen bir kavram. Mahcubiyetin Mahmut Şenol için anlamı nedir?
Çok derin bir anlam yüklüyor bu bana. Mahcubiyet Çerkesliğin bence temel direğidir. Çerkeslerin Pruva Babafingosu HAYNAPE kültürüdür ve Haynape denilen her şeyin ayıp sayıldığı o geniş ve hayatımızın her alanına yayılmış terbiye geleneğidir. Çerkesi haynapesiz düşünemezsiniz, nasıl ki Arnavutu Besa sözünden ayırmadığınız, Kürdü kirvelik geleneğinden koparamadığınız gibi. Belki de Çerkesliğin haynapesi hepsinden daha baskın. Herkesin uyuduğu bir evde karnı acıkan misafirin mutfağa giderken ayak parmaklarının üstüne basarak yürüme dikkatini göstermesi gibi, Çerkeslerde mahcubiyet bu raddeye kadar incelik gösterir. Delikanlıydım, komşu kızına baktım diye annemden azar işittiğimi bilirim, haynape çünkü! O komşu kızı ama Çerkesliğe göre akraba kadar yakın; peki kime bakacaksın! Zor iştir haynape! E, döndü dolaştı, romanlarıma ve hikâyelerime kadar girdi.
Çarkçıbaşı Sırrı Ercan ile Muazzez Hanım özelinde ‘olduk olmadık kendilerini ayrı göstermek gibi tutturakları’ hakkında ilave etmek istediğiniz bir husus olur mu?
Bir evvelki soruya cevaben verdiğim gibi ancak biz Çerkeslerin bildiği özel bir lisan gibi tuhaf bir gurur dünyası var, bunca milletten insan tanıdım böylesine rast gelemedim. Alman filozof Herder’in dediği gibi bir milletten olmadan onları tam olarak anlayamazsınız, ama fark edersiniz. Sırrı Ercan ve Muazzez Hanım romanın Çerkes karakterleri, onların da durduk yerde heyheyleri tutmuş gibi zaman zaman Çerkesliğin kültürüne sığındıkları anlaşılıyor. Bir Çerkes’e sormuşlar, dünyaya tekrar gelsen başka bir kimlik seçmek zorunda olsan ne olurdun, hani Arap mı, Laz mı, Arnavut mu, Boşnak mı, Gürcü mü olurdun? Çerkes biraz düşünmüş, vallahi demiş çok mahçup olurdum.
Gemide olan biz, yolcu olmadığımızı dile getiriyoruz fakat ütülü veya ütüsüz giydiklerimizle, gemi yol alıyor. Hepimiz, yolcu olduğumuzu ne zaman kabul edeceğiz.
Bu soruyla Mümtaz ile Beyza’nın yolculuğa çıkığı Hadrianus gemisinde olmayan ama bu gemide yazılmaya kalkışılan romanda okuduğumuz Lapis Lazuli adlı gemideki tuhaf ütü odasına bir daha bakmak lazım.
Gemiye gelenlerin ütülü olması şartını koşuyor gemi kaptanı. Yolcunun ütülü kıyafet giymesi halinde kaptan tarafından yolcu sayılacağına dair bir metafor; iyi yakalamışsınız. Ütüye itiraz edenlerse, kültür hegemonyasında birden bire ikinci sınıf yolcu mertebesine iniyor. Bu aslında bir bakıma geminin acayipliğini tanımlayan bir şeydir. Yolcu olmanın da mecburiyetleri var, kaptan öyle istemişse gidip ütü odasındaki görevliye elbiselerinizi vereceksiniz; çaresi yok.
Kol saati yolcuya gerekli midir?
Yine gözden kaçan bir ayrıntı, fakat Okan İşcan’ın ¨Açılırken Tek Kilitli¨ başlığını taşıyan dikkat ve hatta rikkat gösteren eserinden alışık olduğumuz gibi saklı, gizli kutuları karıştırmaya meraklı bir yazar arkadaşımız var karşımızda… Romanda sanıyorum 4-5 kez kol saati metaforu geçti, iyi yakalamışsın dostum. Evet, kol saati bizi zamana en çok bağlayan, nabzımız üzerinde taşıdığımız bir araç; diyebilirim ki hiçbir alet bu kadar yürek atışımıza yakın durmuyor. Yolcu için de kol saati gerekli, o yüzden romanın iç roman anlatımındaki Bay Dombraço kol saati olmadan evden çıkmamalıydı, o nedenle unuttuğunu fark etti ve geri dönüp saatini taktı. Her tik tak nabzı üzerinde atıyor olsun istiyordu. Latin sözü gibi, Ultima Forsan diyorlar ya, belki de bu son saatin, son tiktak’ındır. Bak yine Mümtaz Bey gibi konuştuk…
Yeni bir yolculuk ile okuyucu ne zaman tanışır?
Bu sefer evinden dışarı çıkmak istemeyen bir roman kahramanım var, sırada bekliyor. Dünyadan bağlarını koparmaya gönüllü, o kadar ki sağır olmayı göze alıyor. Okurun bu kişiyi tanıması için nasıl söz vereyim, onun kendisini hazır hissedip misafir odasına teşrifini bekleyeceğiz. Eşref saatine bağlı…