Birçok olumsuzluğun gündelik hayatımızda sıradanlaşıp normal kabul edildiği zamanlarda yaşıyoruz. Bunların içinde neredeyse tüm hayatımızı ele geçirerek ürkütücü boyutta yaygınlaşan “Lümpenlik” için, kavramı çok zorlarsak, tüm kötülüklerin anası diyebilir miyiz?
Sanatçı lümpenliği ya da “sanatçı lümpen olabilir mi?”
Bazı “sanatçı” bireylerin de sakilliği ifade eden bu terimle anılmalarına rağmen bundan rahatsız olmayarak, kendi adları başına eklenen bu tanımı, sanki yakalarına takılmış bir madalya gibi görmelerinini, kendi adıma son derece rahatsız edici ve itici buluyorum.
Kısaca hatırlatalım. “Lümpen”, Marx’ın Engels ile birlikte 1854 yılında ikinci ortak çalışmaları olan ünlü Alman İdeolojisi’nde icat ettikleri bir terim. Bu terim süreç içerisinde gerek Marksist düşünürler gerekse toplum bilimi ve politika kuramları ile ilgilenenler tarafından geliştirilerek, evrilerek günlük hayat akışımız içinde de bazı bireyleri tanımlarken sıklıkla kullanılmaya başladı.
Marx ve Engel Lümpen terimini aynı zamanda bir alt-toplumsal sınıf olarak tanımladılar. Onlara göre işçi sınıfı içerisinde hiyerarşik bir sınıfsal yapılanmayı adlandırsa da lümpen sınıf “hayatı sürdürebilmek için genellikle burjuva ve soylu sınıfa (aristokrasiye) bağımlıydı. Tüketim alışkanlıkları onları esir almıştı. Üretme dışında, başkasının üretimini mirasyedi misâli tüketen bu sınıfın varlığının hiçbir anlamı yoktu. Hiçbir duruşu, tavrı, projesi olmayan insanlardan oluşmaktaydı.”
Marx daha sonra bu terime 1852 yılında yazdığı Napoleon Bonaparte’ın 18 Brumaire’i adlı eserinde dolandırıcıları, genelev sahiplerini, çaput ve kemik tüccarlarını, laternacıları, dilenciler ve toplumun diğer kimsesizlerini de dahil ederek genişletmiştir.
Lümpen terimine anarşist Bakunin ya da Arjantinli politik kuramcı Ernesto Laclau’nın yaklaşımlarına da girip uzatarak bu yazıyı bağlamından kopartmak istemem.
TDK’na göre de sınıfsız aynı zamanda ayaktakımı olarak açıklanan lümpenliğin, genel kabul görerek, günlük hayatımızda bu tanımla kullanıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Adı başına lümpen tanımı eklenen sanat disiplinleri içinde üretim yapan bireylerin ortak özelliklerine baktığımızda, entellektüel gözükme çabasında olsalar da aslında bu birikime sahip olmadıkları, eğreti davranışları ile itici, olmadığı üstün özellikleri kendisininmiş gibi gösterdikleri çok aşikâr değil mi?
Bu çerçeveden Zeki Demirkubuz ile Nuri Bilgi Ceylan arasında intihal dedikodusu temelli devam eden tartışmada Demirkubuz’un ifadeleri, filmleri ile ilgili eleştiride bulunan seyircilere yönelik küfürlü yanıtları, kıymeti kendinden menkul diyebileceğimiz son dönemin popüler isimlerinden oyuncu/senarist Akın Aksu’nun bir projesini eleştiren kadın bir sinema yazarına küfürlü, tehditli cevapları sosyal medya arşivlerinde duruyor.
Hadi örnekleri biraz daha genişletelim. Son dönemde yapay zekâ destekli ürettiği eserlerini NFT yaparak satışa sunan yeni medya sanatçısı Refik Anadol’un bir sergisi üzerine New York Magazine’de bir eleştiri yazan ödüllü sanat eleştirmeni Jerry Saltz’a verdiği yanıttaki sığ, saldırgan tutumunu da ekleyebiliriz.
Küfretmeyi, tıpkı fiziksel şiddet gibi, insana yöneltilen bir saldırı olarak görmek gerekir. Fiziksel şiddet insanın beden sağlığına yöneltilmiş bir eylem iken psikolojik şiddet olarak nitelendirilen küfür, ruhsal yönü olan duygusal bir saldırı biçimidir. Yaşanan çaresizlik, kızgınlık, nefret, haset ve kıskançlık gibi duygular karşısında çoğu zaman düşünülmeden dile getirilen küfürlerle hakaret etmek muhatabı üzerinde bir üstünlük, hakimiyet kurma çabası olarak algılanmaktadır. (Bakınız; Montegu, Mohr ve Echol’un konu ile ilgili yazıları)
Sanat disiplinleri için üretim yapanlar arasında bulunan edebiyatçıların küslükleri, birbirlerinin eserlerine ya da kişiliklerine yönelik sözleri nedeniyle başlayan tartışmaların düzeyi için Hemingway ile Faulkner’i örnek gösterebiliriz. İkisi de Nobel ve Pulitzer ödül sahibi olan çok önemli bu iki roman yazarının arasında başlayan ve ölümlerine kadar süren tartışma, atışma, Faulkner’in bir üniversitede katıldığı seminerdeki yaratıcı yazarlık konuşmasında sorulan bir soruya verdiği cevaplar içerisinde Hemingway için söylediği ve yayınlanan aşağıdaki sözleri ile başlar.
“Hiç bir cesareti yok, riske girmeyi hiçbir zaman denemedi, Öyle ki kullandığı kelimelerin düzgün olup olmadığını kontrol etmek için hiçbir okuyucu sözlük bile karıştırmak zorunda kalmaz, hepsi sıradan sözcüklerdir.”
Bu ifadeleri yeteri kadar kışkırtıcı bulan Hemingway de Faulkner’e şu şekilde cevap verir.
“Zavallı Faulkner! Gerçekten büyük duyguların büyük kelimelerden geldiğini mi düşünüyorsun? On dolarlık kelimeleri bilmediğimi düşünüyorsun. Onları iyi biliyorum. Ama daha eski, basit ve daha iyi kelimeler var ve bunlar benim kullandığım kelimeler.”
20. yüzyıl Amerikan edebiyatının bu iki önemli yazarı atışmalarında, polemiklerinde birbirlerine hiç saygılarını yitirmediler ama övgü konusunda da çekinceli davrandılar. Son dönemlerinde birbirlerine erkek kardeşim diye hitap ettikleri mektuplar yazdılar.
Hemingway ile Faulkner arasında ölümlerine kadar devam eden atışma düzeyi günümüzde lümpenlikle anılan sanatçılarımıza umarım örnek olur.
İntihal konusu ve süreçleri muhatapları için sıkıntı, diğerleri için de ilginç ve merak uyandırıcıdır. Otuz yıla yaklaşan sektör deneyimimizde ben ve eşim üretimlerimiz nedeniyle merkezinde olduğunuz bir iki intihal vakası ile karşılaştık. Konu mahkemeye gitmeden çözüldü. Ama bir anekdot var ki bunu anlatmazsam olmaz. Yazıyı bu anekdotla sonlandırmak isterim.
2007 yılı bahar aylarında çizer bir arkadaşım ve yazar eşi ile ben ve Nurcan birlikte Demirciköy, Kilyos taraflarına bir hafta sonu gezmesi için gittik. Demirciköy sahilinde Uzunya Plajı ve lokantası vardır, hâlâ da var sanıyorum, giderken Demirciköy Sanatçılar Sitesi’nde Arif abiye uğramak istedik (Arif Keskiner-Çiçek Arif). Daha önceden o eve konuk olduğumuz için evi rahatça bulduk, ama kimse yoktu, Arif abi’yi aradık. “Ah çocuklar ben İstanbul’dayım, çok üzüldüm şimdi ama hay Allah anahtar da yok, fakat bahçe sizin” dedi. Arif abinin evinin bahçesi müthiştir bu arada… Çizer arkadaşımız “yahu gelin vaktimizi bu bahçede bira ve çekirdek eşliğinde geçirelim mi” diye bir görüş attı ortaya ve genel kabul üzerine köyden biralar ve çekirdek alarak Arif abinin bahçesine kurulduk, bira çekirdek eşliğinde muhabbete, günümüz tabiriyle mavraya başladık.
Konu bir anda “Atatürk karga kovalarken herhangi bir nedenle ölseydi yani Atatürk olmasaydı ne olurdu” üzerine konuşmaya evrildi ve bizler hep beraber bu fikir üzerine epeyce hatta çok detaylıca konuştuk, ortaya neredeyse bir senaryo taslağı çıktı. Amacımız bir film senaryosundan ziyade bu konuda neler olabilirdi üzerine kafa yormaktı. Yani Atatürk yok, Çanakkale yok, Kurtuluş Savaşı yok üzerine… Bir yıl sonra Gani Müjde’nin senaryosunu yazdığı ve Ata Demirel’in başrolünde oynadığı Osmanlı Cumhuriyeti isimli bir film yapıldı.
Gani Müjde’nin filmi Çiçek Arif’in evinin çimlerinde kendi aramızda konuşarak köpürterek eğlendiğimiz konu ile neredeyse birebir aynıydı. Ben hemen çizer arkadaşımı aradım, filmi sordum, izlememişti, şaşırdı, sen Gani’ye bizim muhabbetten bahsettin mi, dedim. “Münir, ben bir sohbette bu hikâyeyi Gani’ye detaylıca anlattım, yahu kusura bakmayın!” dedi. O gün kahkahalar atarak hep beraber geldiğimiz nokta, “Zaten biz böyle bir film yapmayacaktık, olsun yapan da arkadaşımız, izler güleriz” oldu. Bundan da hiç bir zaman rahatsızlık duymadık, sağda solda da hiç dillendirmedik.
Eser intihali biraz karmaşık bir konu olmakla birlikte finali çok nettir. Çünkü taraflar anlaşamamışsa bu konulara bakan ihtisas mahkemelerinde dava açılır, mahkeme de bilirkişi raporlarına bakar ve dava ile ilgili kararını verir. Gerisi de laf-ı güzaftır.
Kaynakça:
Wikipedia
https://www.britannica.com/story/was-there-a-feud-between-william-faulkner-and-ernest-hemingway