Rober Koptaş ilk romanı Unufak ile büyük ses getirdi. Eser, 20’nci yüzyılın büyük olaylarının gölgesinde bir ailenin karmaşık hikâyesini ele alırken, psikanalitik bir yaklaşımla karakterlerin ruhsal dünyalarını derinlemesine keşfediyor.
Yazar, metinde bireysel ve kolektif hafızayı hayal gücüyle harmanlayarak, geçmişin eksik parçalarını tamamlamayı amaçladığını belirtiyor. Unufak aynı zamanda bireysel hafıza ve toplumsal hafızanın kesiştiği bir anlatı sunuyor. Rober Koptaş, edebiyatın geçmişin yarım kalan noktalarını tamamlayarak toplumsal meseleleri gündeme getirme gücünü vurguluyor.
Romanın merkezinde, 1915’in devamı olarak tanımladığı bir daimi mülksüzleştirme ve sürgün süreci var. Bu göç, ekonomik sebeplerden çok, hayatta kalma mücadelesiyle ilişkili. Kitabın genelinde devrin Ermeni toplumunun yaşadığı ayrımcılığı ve kültürel zorlukları yansıtan derin bir tema oluşturuyor.
Yazar; acı ve travma temalarını işlemenin, birey veya toplum düzeyinde dönüşüm sağlama potansiyeline parmak basıyor. Unufak, parçalı anlatımı ve yapısal bütünlüğüyle dikkat çekiyor. Yazar, metnin biçiminin, anlatılan parçalanmışlık temasına hizmet ettiğini ve bu yapıyı bilinçli olarak tercih ettiğini ifade ediyor.
Unufak, 20. yüzyılın büyük olaylarının gölgesinde bir ailenin hikâyesini ele alıyor. Kitabın kahramanları üzerinde psikanalitik bir yaklaşım gözlemleniyor. Psikanaliz, karakterlerin ruhsal dünyasını anlamak ve anlatmak açısından size nasıl bir katkı sağladı?
Bu soruyla başlamanıza epey şaşırdım doğrusu ama takdir de ettim sizi. Metnin neresinde bu duyguya kapıldığınız bilmesem de doğru bir noktaya işaret ettiğinizi söylemem lazım.
Karakterleri kurarken, onların ruh dünyalarını anlamaya çalışırken nihayetinde bilerek ya da bilmeden psikolojiye yaslanıyoruz. Burada iki katman olduğunu söyleyebilirim kabaca, bunlardan birincisi benim –ve elbette eline kalem almış herkesin– yazarken her an devrede ve etkin olan ruhsal yapılanmam ve buna dair analizim; diğeri ise mümkün mertebe objektif olmasına çabaladığım, ama öyle olduğuna asla kefil olamayacağım, anlatının içinde yaşayıp, orada nefes alıp veren karakterlere dair tahlilim.
Özellikle Kevork Devran’a bakarken, hem kendi içimden kazıyarak çıkardığım malzeme büyük rol oynadı, hem de onun bazı durumlarda ne hissediyor olabileceğini, kopukluğunun, dağılmışlığının, içindeki boşluğu dolduramayışının nedenlerini bulmaya çalışırken, bazı çitleri aşıp, sakar adımlarla da olsa, psikoterapinin, psikanalizin alanına girdim. Bir uzman değilim elbette, öyle bir şeyin kıyısından dahi geçemem ama yine de, okuyup bildiğim, yaşayıp kavrayabildiğim kadarıyla, edebiyatla yakınen ilişkili bir disiplin olarak psikanalizin sağladığı birtakım araçlar, el yordamıyla ilerlediğim bir yolda bana yardımcı oldular, olmuşlardır.
Romanınızda, bireysel ve kolektif hafızanın yanı sıra hayal gücüne de yer veriyorsunuz. Sizce edebiyat geçmişin eksik parçalarını tamamlamada nasıl bir rol oynayabilir?
Bahsettiğiniz bireysel ve kolektif hafızayı da hayalle yeniden kuruyorum demek isterim öncelikle. Her ne kadar ben şahsen yararlanmış olsam da, Unufak üzerine konuşur ve genel olarak edebiyata dair söz söylerken faydacı bir yerden bakamıyorum, öylesi beni tedirgin ediyor; çünkü edebiyata dair herhangi bir derin tartışmayı yürütebilecek kadar tutarlı bir analitik çerçeveye hâkim değilim, kesin sonuçlara varmaktan da bu yüzden kaçınıyorum mümkün mertebe. Daha sezgisel bir yoldan yürüyorum. Edebiyatı, genel olarak sanatı, çok geniş bir manada, derdimize, dertlerimize ve onlar aracılığıyla da kendimize, kendi ruhumuza yaklaşabildiğimiz, o yakınlıkta gördüklerimizi daha iyi ifade ve ifade ederken de idrak ettiğimiz birer verim –ürün, semere manasında– olarak görebilirim. Bireysel düzlemde dert dediğim, toplumsal düzlemde “mesele” oluyor.
Edebiyat, kendi enginliği ve esnekliği içinde zamanın, zamanların ruhunu ve zamanları aşan şeylerin, meselelerin özünü, başka disiplinlerle, tarihle, az önce dediğimiz gibi, psikolojiyle ve elbette siyasetle, sosyolojiyle ve bunlar gibi daha nice dalla belli bir ilişki içinde ele alıyor. Bu bağlamda, zincirin kopuk halkalarını, halının altına süpürülenleri, konuşulamayanları ve anlaşılamayanları, bastırılmak istenenleri yazı aracılığıyla dile getirmek, onlara söz ve ses vermek, en bireysel hikâyeden en kitleseline varana kadar, meselelere ve meseleleri olanlara bir söz dağarı sağlayabilmek için edebiyat pekâlâ işe koşulabilir. Söylediğiniz doğru, eksikleri tamamlamak, böylece dünya üzerinde ayaklarımı basacağım bir zemine sahip olabilmek benim Unufak’taki temel motivasyonlarımdan biriydi; çünkü hikâyesizlik insan evladının maruz kalabileceği en ağır yüklerden biri; bizler hikâye anlatan-dinleyen hayvanlarız.
Ama bazen, metin için hayal kurarken, sadece eksik tamamlamak değil, belki de gerçek hayatta yakalayamadığımız bir adaleti –ilahi değil ama– edebi yoldan bulabilmek saikiyle, kimi zaman da, artık gerçek yerini almış bir yanlışı veya bir yapıyı, bir yanlış gerçeği-yapıyı, deşifre edebilmek için yazdım. Edebiyat, evet muhtemelen bu işlere de yarıyordur, ama kendi başına bunları yapması mümkün değil sanki. Siyasi ve toplumsal dinamiklerle ve az önce andığın disiplinlerle sürekli bir temas, bazen itişme halinde yapabilir bunları. Romanda ele aldığım kimi meselelere dair siyasi, kültürel, tarihsel, sosyolojik, sosyopsikolojik bir birikim, türlü külliyatlar olmasaydı ve ben iyi kötü bunlarla temas halinde olmasaydım, ilk soruya yanıtımda sözünü ettiğim kişisel ve ailevi arkeoloji çalışması ne söyleyebilirdi ki?
T. adlı kasaba ve göçün izlediği travmatik etkiler üzerine düşündüğünüzde, bu geri dönüşsüzlüğü ve kaybolan bağları nasıl anlatmayı hedeflediniz?
Romandaki Devran ailesinin göçünü bir zemine oturtabilmek için iki düzleme ihtiyacımız var gibi geliyor bana. Bunlardan biri onların Ermeniliğinden ileri geliyor ve daha kapsayıcı olan diğer düzlemden farklı olarak özgül bir durumu işaret ediyor. Burada belki de bir göçten değil, 1915’in devamı olan bir daimi mülksüzleştirme ve nihai sürgünden söz etmemiz gerekiyor. Çünkü, 1950’lerden bu yana Anadolu’dan özellikle büyük şehirlere kitlesel göçler daha ziyade ekonomik nedenlere, daha iyi bir hayat arayışına dayanırken, Ermenilerinki, zaten çok az sayıda kaldıkları Anadolu şehirlerinde artık yaşayamayacak durumda olmaya, süregiden şiddete ve baskı mekanizmalarına dayanıyor. Bu anlamda dönüşsüz bir göç bu, bileti tek yöne kesilmiş ve bu da diğer göç edenlerin durumundan farklılık arz ediyor.
Öte yandan, göç edilen büyük şehirde, bu örnekte İstanbul’da, yaşama uyum sağlamak, kültürel kodları çözebilmek, maddi olarak tutunabilmek bakımından da diğer göçenlerden çok da ayrı bir durumda değiller. İşçileşiyorlar ve güvencesiz çalışıyorlar ya da yasadışı bir dünyanın içine düşebiliyorlar. Ama burada da yine Ermenilikten gelen bazı özel deneyimler, bazı ilave yükler mevcut. Hem hâkim olan ulus ve inanç karşısında ayrımcılığa uğrayan bir gruptan olmak hasebiyle, hem de kendi cemaatlerinin içinde taşradan yeni gelmiş, hor görülen, alt sınıftan milletdaşlar olarak maruz kaldıkları muamele itibarıyla. O arada kalmışlığı anlatmaya gayret ettim.
Sadece göç ve köksüzleşme bağlamında değil, benzer diğer deneyimler açısından da bu çokkatmanlılığa ve heterojenliğe dikkat çekmeye çalıştım sanırım. Ermeni olarak özgül durumlarıyla, kendileriyle aynı sınıftan olanlarla taşıdıkları benzerliklere ve bütün bu toplamın yarattığı arafta ya da derkenarda olma haline vurgu yaptım. Malum, Ermeniler genel olarak üst sınıf, seçkin bir hayatın taşıyıcıyı olarak tasvir ediliyorlar ve ortak muhayyilede de bu tip inceltilmiş bir hayatın temsilcisi olarak görülüyorlar, iyi niyetli olduğu sanılan okumalarda bile. Ben bunun böyle olmadığını, sınıfsallığın ve hatta toplumsal normlardan dışlanmışlığın da yaşanan şiddetin sonucu olarak onları savurduğunu göstermeye çalıştım. Bu anlamda sadece Türkiye toplumunun geneline teşmil edebileceğim benzerlikleri taşımıyor, benim açımdan evrensel bir insan halinin de taşıyıcısı oluyor romandaki aile. Şiddete de, göçe de, köksüzlüğe de hem buralı hem de buraları aşan bir gözle bakmaya çalıştım.
Öte yandan romanda acı ve travma, dönüştürücü birer araç olarak görülüyor. Bu dönüşüm bireyin ya da toplumun iyileşmesinde ne kadar etkili olabilir?
Aslında romanda daha ziyade acının üstünü örtme, ondan kaçma arayışı var sanki. İyiye doğru bir dönüşüme pek tanık olmuyoruz, o anlamda kapalı ve de karanlık bir metin Unufak. Acının insanı daha fazla içine kapattığı, ruhu büzüştürdüğü, içini boşaltıp katılaştırdığı, buna karşı duruşun da ya şiddetle, kimi deliliklerle ya sahte birtakım tatminlerin, saman alevi gibi yanıp sönen heveslerin peşinde koşarak dışavurulduğu haller söz konusu ve karakterlerin tepkisi de belli anlamlarda birbirine benziyor. Ben oradaki çıkışsızlığı, yaşanan travmaların, acıların ve şiddetin insan ruhunu nasıl da unufak ettiğini göstermek için kullandım. Politik bir manifesto arayışında olsaydım, belki doğru taktik oraya bir tutam umut katmak olurdu, ancak ben bildiğim, gördüğüm hakikati ifşa edebilmeyi bizatihi politik bir eylem olarak gördüm, onunla yetindim. Belki artık kendi yaşamımın Türkiye ve dünyayla ilgili daha karamsar bir evresinde olduğum için, belki de çevremizde olup bitenleri artık anlayamayıp lal olduğum için, umuda, belki stratejik olarak romanı hafifletecek ve okur için daha albenili kılabilecek bir umuda yer vermedim.
Belki bunun istisnası Artun olabilir, Devran ailesinin küçük çocuğu. Onu bıraktığımız yerde önünde nasıl bir gelecek olduğunu bilmiyoruz. Kaderi henüz yazılmamış bir o var. İnşallah biraz olsun ışıklı yollardan geçebilir, diyelim. Dolayısıyla, bireysel olarak acının, travmanın, her türlü tökezleme ve duvara toslamanın eğer iyi değerlendirilir ve hakkıyla sindirilirse dönüştürücü olduğunu bilsem de, toplumsal olarak bunların bizi iyiye götüreceğine dair inancım mutlak olsa da, yaşadığım ve elimdeki yegane örnek olan bu hayatta, hele bizim memlekette, yüzleşmeye ve bunun getirdiği ferahlığa dair pek bir şey görmediğimden, bu alandaki fikirlerim de, inancım da kitâbi olmaktan öteye geçmiyor. Bu, geçmişte bu dönüşüme daha çok inanmış biri olarak benim adıma epey okkalı bir yenilgi olsa da, beni yine de inat etmekten, yazarak ya da başka yollarla direnmekten, direnenlere elimden geldiğince destek olmaktan, bildiğim kadarıyla gerçeği savunmaktan alıkoymuyor; umarım da koymaz.
Romanınızın parçalı anlatım yapısını, parçalanmışlık temasını güçlendiren bir araç olarak mı gördünüz, yoksa bu yapı yazım sürecinde kendiliğinden mi gelişti?
Başta Kevork üzerinden giden bir anlatı örmek niyetindeydim. Ama zaman içinde Kevork’a gelmek için geçmişe gitmek, geçmişe giderken de onu olduğu kişi yapan koşulları anlamak ihtiyacı hasıl oldu. Oradan başka karakterler çıktı. Onların sesini de duymak istedim, çünkü gördüm ki Kevork’u oluşturan koşullar kaçınılmaz olarak onun bağlı olduğu insanların kim olduğunu da belirlemişti ve onları birlikte ele almak metne daha geniş bir zemin sağlayacaktı. İpini koparmış o adamla yüz yüze, baş başa kalmaktan korkmuş da olabilirim tabii. Nihayetinde, özü itibarıyla parçalanmışlığı anlattığım bir metnin parçalı olması eşyanın tabiatına uygun geldi ve zamanla bu fikri sevdim, o yolu takip etmekten çekinmedim.
Bir röportajınızda yazı yazma ve yayımlama konusunda geniş bir deneyiminiz olduğu halde, kurgu yazmanın daha zor geldiğini belirtmişsiniz. Peki yazarken bu süreçte karşılaştığınız en büyük zorluk neydi?
Tam olarak nasıl ifade ettim hatırlamıyorum ama “daha zor” demek istememişimdir muhtemelen; çünkü karşılaştırılabilir şeyler değiller galiba. Ama zorlandığım, epey zorlandığım kesinlikle doğru. Bunda benim kurgusal bir metin kotarmadaki acemiliğim kadar, anlattığım meselenin zorluğu ve kişiselliği, onu hakkıyla anlatabilmek için dikkat etmem gerekenlerin çokluğu rol oynadı sanırım. Yolu yordamı bulmam zaman aldı, ama burada sadece işin zanaat yönünden değil, aynı zamanda karakterlerin duygu dünyalarını keşfetmekte zamanla, ağır ağır yol alabilmemden bahsediyorum. Sanki gerçek hayatta kendimi, kendi karanlığımı, kendi tıkanmışlıklarımı keşfettikçe, onlara da daha çok yaklaşabildim. Editör ya da makale yazarı olarak üretebileceğim metinler konusunda çok daha rahatım tabii ki, bu kadar derine inen kazılara da, iç arayışlara da pek ihtiyaç yok oralarda. Deneyimle vardığım yazı pratikliği, belki keskinliği, bana özgü olan dil, ancak ben anlatıyı nasıl kuracağıma dair kendimce doğru hattı bulabildikten sonra hizmete koşabildiğim hasletler olabildi; oraya varana kadar içindekileri, zihnindekileri yazıya dökebilmek için tuşlara takur tukur basan bir acemiydim sadece.
Bu kitap, yazarlık kariyerinizin başlangıcı sayılabilir mi? Peki, bir sonraki kitabınızda yine bu temayı mı işleyeceksiniz, yoksa farklı bir konuya mı yöneleceksiniz?
Baştayım evet, baştayım ve Unufak’ın ortaya çıkmasından dolayı bir tatmin yaşasam ve burada olup biteni idrak etmeye, tadını çıkarmaya gayret etsem de son derece hevesli bir şekilde yeni metinlerde ne yapabileceğime bakıyorum bir yandan. Bu ilk kitapla edindiğim deneyim, yazarken karşılaştığım zorluklara karşı ürettiğim çözümlerin iyi kötü işleyebildiğini görmek, biraz da artık hayatımı yazı etrafında örgütlemeye karar vermiş olmak ve bunun için gerekli bazı adımları atmak beni teşvik ediyor. İkinci roman birinciyi yazarken netleşti kafamda. Bir büyüme hikâyesi anlatacağım, onun içinde hangi temaların, hangi hikâyelerin olacağını evirip çeviriyorum şimdilerde. Oturup çalışmak ve yazarak öğrenmek istiyorum; umarım becerebilirim.
Rober Koptaş
1977’de İstanbul’da doğdu. Lusavoriçyan, Karagözyan, Surp Haç Tıbrevank okullarından sonra Marmara Üniversitesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü’nde lisans eğitimini tamamladı. Boğaziçi Üniversitesi’nde, yazar, hukukçu, mebus Krikor Zohrab hakkındaki teziyle Modern Türkiye Tarihi yüksek lisansı derecesini aldı.
Üniversite öğrenciliği yıllarından itibaren çalıştığı Aras Yayıncılık’ta 2015-2023 arasında genel yayın yönetmenliği yaptı.
2006’da “Hayat, Olduğu Gibi” başlığı altında köşe yazıları yazmaya başladığı Agos gazetesinde, 2007’de Hrant Dink’in katledilmesinin ardından editör olarak görev aldı; 2010-2015 arasında gazetenin genel yayın yönetmenliğini üstlendi.
2013’te kızı Saren doğdu. Express, 1+1, Mesele, Agos, Notos, Toplumsal Tarih, Tarih ve Toplum, Birikim, Bianet, K24, Gazete Duvar, Civilnet gibi çeşitli mecralarda yazı, söyleşi ve makaleleri yayımlandı.
Romanı Unufak Eylül 2024’te İletişim Yayınları’nca basıldı. İstanbul’da yaşıyor, yazıyor ve yeni romanı üzerinde çalışıyor.