Telesur televizyonunda 26 Aralık 2016’da yayınlanan “Tarık Ali ile Dünyada Bugün” programında Tarık Ali gazeteci Ece Temelkuran’la hangi siyasal akımlar ve olayların 15 Temmuz darbe girişimine yol açtığını, bunların nasıl bir etkisi olduğunu ve Türkiye’deki sosyal ve siyasal iklimi konuştu. Türkiye’nin içinden geçtiği bu olağanüstü dönemde bu anlamlı söyleşiyi buz kesen yüreklerimizi biraz olsun ısıtacağını düşünerek Türkçe’ye çevirdik.
Türkiye’deki diğer hiç bir darbe böyle bir çılgınlık yapmadı. Bunun oldukça iyi organize edilmiş bir darbe olduğunu, ilk gece göründüğü gibi bir şey olmadığını anladık. Brexit’i, Trump’ı, Putin’i ve yükselen diğer sağ liderleri, vb. dikkate aldığımızda yaşadığımız dönemin zihin yetisi bakımından genel olarak çalkantılı bir “fırtına” çağı olduğunu düşünüyorum. Bu ülke de dahil olmak üzere Avrupa’nın ihmal edilmiş kitlelerin seçtiği herşeyin meşrulaştırıldığı bir anlatıyı yaşayacağını düşünüyorum. Onun için Türkiye çok önemli bir ülke, özellikle de bugün Avrupa için. Washington’da da daha önce şahit olmadığımız bir tereddüt olabilir. Çünkü Suriye’de bir tereddüt var, Irak’ta tereddüt var, muhtemelen Türkiye hakkında da tereddüt var. Washington içerisinde bir tür iktidar çatışması var.
Bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu Turgut Uyar’ın Çılgın-Hüzünlü şiirinden bir parça çok güzel ifade ediyor: “Şimdi dolaşıp duruyor aramızda / kıpkırmızı bir duygu olarak / doğudan batıya bir güz halinde / çılgın ve hüzünlü”-
Tarık Ali: Merhaba, Dünyada Bugün’e hoş geldiniz.
Bu akşam Türkiye’yi, şu anda oradaki durumu, başarısız darbe girişimi esnasında neler olduğunu, başarısız darbe girişiminin arkasında kimin olduğunu ve sonrasında neler olduğunu tartışacağız.
Türkiye her halukârda önemsiz bir ülke değil, fakat şimdi daha da önemli hale gelmiştir. Çünkü Türkiye İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Amerika Birleşik Devletleri tarafından yaratılmış olan bütün bir savunma ve güvenlik sistemini NATO’ya bağlayan Kuzey Atlantik Antlaşması Teşkilatı’nın onyıllar boyunca temel direğiydi.
Darbeler, işkenceler, çok sayıda mahpusun öldürüldüğü, Kürt azınlığın bütün haklarından mahrum edildiği bir tarihe sahip. Türkiye’deki Kürt halkının durumu Orta Doğu’daki her yerden çok daha kötüydü: dillerini kullanmalarına, gazetelerine, kendi dillerini konuşmalarına ya da okulda dillerinin öğretilmesine müsaade edilmiyordu ve üzerlerinde çok büyük bir baskı vardı. Bu durum belirli ölçülerde düzeldi, fakat talep ettikleri özerkliğe müsaade edilmesi bakımından durum daha kötü bir hâl aldı.
Bugünkü misafirim Ece Temelkuran. Yıllardır tanıdığım çok zarif bir gazeteci. Kendisi romanlar, kurgusal olmayan yazılar yazmış, Kürdistan gibi çok yakıcı ve hassas konular da dahil olmak üzere birçok cephede oldukça faal olan birisidir. Ve tarih açısından bakıldığında da şimdi artık ölü olan Ermeniler’in haklarının geri alınması hususunda Türkiye’deki bir avuç insanla birlikte dik durmayı bilmiştir.
Ece hoşgeldin.
Ece Temelkuran: Merhaba Tarık.
Merhaba, Seni aramızda görmek bizi ziyadesiyle memnun etti.
Nazik davetin için teşekkür ederim.
Şimdi hemen bu son darbe girişimiyle başlasak. Bizim gibi Türkiye’yi bilenler, oraya gitmiş olanlar, orada arkadaşları olanlar darbe olduğu haberini duyunca hafiften bir panik ve şokla uyandık. Bu darbenin arkasında kim vardı, amacı neydi? Çok anormal bir darbe gibi görünüyordu, şu anlamda ki ciddi bir darbenin ilk yaptığı şeylerden biri alaşağı edeceği liderliğin nerede olduğunu bilip bunları tutuklamasıdır. Bu insanlar pek de hazırlıklı değillermiş gibi görünüyor, yolu tam döşenmemiş bir darbe gibi görünüyor. Onun için bana ilk önce kısaca buna dair izlenimlerini, o gün ne olduğunu anlatsan?
Bütün dünyanın – senin de az önce resmini çizdiğin çok karanlık tabloya uyan – bu hayli karmaşık ülkeyi anlamak için şimdilerde çok az zamanının olması büyük bir şanssızlık. Ve kameralar, bildiğin gibi, bu çılgın olaylara yönelip oraya yoğunlaşıyor, sonra da arka planda/ki hikâyenin ne olduğuna anlamak, vb. için hiç zamanları kalmıyor. Ve, evet, darbenin ilk fotoğrafları, özellikle bizim gibi tam bir darbenin neye benzediğini bilenler için oldukça baştan savma görünüyordu. Boğaziçi köprüsündeki o genç askerler, oldukça bihaber bir şekilde, vatandaşlarla neredeyse tartışma halindeler, ve tabii biz de biliyoruz ki tam teşekküllü bir darbede işler böyle olmaz, vatandaşlar vurulup öldürülür, vb.
Fakat birkaç gün sonra yeni bir kamera görüntüsü ortaya çıkınca, bunun oldukça iyi organize edilmiş bir darbe olduğunu, ilk gece göründüğü gibi bir şey olmadığını anladık. Bu arada gece boyunca – bir bakıma mükemmel bir şekilde ayarlanmış bir geceydi – aslında bir savaş gibi jetler yüksekten uçuyor, camlar şangırdıyor, sallanıyor, yere yatmamız gerekiyordu, vb. vb. Onun için ilk gece göründüğü kadar baştan savma değildi. Çok iyi organize edilmişti ve arkasında Türkiye’den kaynaklanan ve tarihi 1960’lara dayanan, tarikat-benzeri ve aynı zamanda ulus-ötesi ekonomik bir ağ da olan Fetullah Gülen Hareketi’nin olduğu iddia ediliyordu.
Evet, bu pek de masum bir tarafı olmayan çok çok karmaşık bir hikâye. Fakat öyle sanıyorum ki dünyanın önümüzdeki günlerde, haftalarda, aylarda Türkiye’yi anlaması için yeteri kadar zamanı olacaktır. Senin de belirttiğin nedenlerden ve başka birçok nedenden dolayı anlamaları gerektiğini de düşünüyorum. Çünkü Türkiye çok önemli bir ülke, özellikle de bugün Avrupa için.
Ece bana şunu anlat. Eğer bu dört dörtlük değil de üç dörtlük organize edilmiş bir darbeyse darbe liderliğinin Cumhurbaşkanı’nı, Başbakanı, hükümetin tamamını tutuklamamalarını nasıl açıklıyorsun? Neresi olursa olsun; ister Pakistan, isterse de bir Güney Amerika ülkesi, Şili ya da neresi olursa olsun, bütün ciddi darbe girişimcilerinin yaptığı ilk iş budur. Liderliği hedef alırlar, yakalar ve derdest ederler, öyle ki muhalefet başsız kalsın, başları olmasın. Peki bu adamlar neden bunu yapmadılar?
Vallahi bilmiyorum, bilsem. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı öldürmek isteyen bir grup vardı. Bu bir. İkinci husus ise – ki bu Türkiye’deki herkes için fazlasıyla travmatik bir olaydı – parlamentonun bombalanmasıydı. Türkiye’deki diğer hiç bir darbe çılgınlık yapmadı, bu kadar çılgın değildi. Travmatik bir olaydı, ciddiydi, fakat bu karmaşık bir hikâye. Büyük ihtimalle o gece ne olduğunu belki de on yıl sonra falan öğreneceğiz. Biliyorsun, 1980 darbesini hatırlıyorsun.
Evet.
Hep arkasında CIA olduğu falan söylendi. Ancak yapılan darbeden on yıl sonra CIA’nın Türkiye istasyon şefi Paul Henze’nin kendi sesinden o zaman Jimmy Carter’a “bizim çocuklar yaptı” dediğini duyduk. Onun için ne olduğunu, gerçek aktörlerin kimler olduğunu, gerçekte ne olduğunu, vb. anlamak bir onyıl daha alabilir.
Ece daha erken olabilir, çünkü o zamanlar Edward Snowden yoktu, Wikileaks yoktu, Pentagon ve CIA’in bilgisayarlarına girip hackleyenler, vb. yoktu. Onun için daha önce olabilir. Fakat çok uzun bir süredir Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşadığı düşünüldüğünde Türk hükümetinin algısı bunun kesinlikle Gülen ve onun hareketinin organize ettiği bir darbe olduğu yönündeydi. Türkiye’de, sadece Erdoğan’ın destekçileri değil, onun dışında da çok sayıda insan Gülen’in ABD ile ilişkili olarak Türkiye ile çok yakın bir çalışma ve işbirliği içerisinde olduğunu, Türkiye ile ABD arasında bir ağ örücü olduğunu, vb. vb. söylüyor. O zaman eğer bu işi onun, yani Gülen’in adamları yapmışsa, ki şimdi- diğer şeyler net olsa da olmasa da – bunu Gülen’in adamlarının yaptığı net bir hal almaktadır, bu durumda Amerika’nın bu işe dahil olması o kadar da uzak bir ihtimal olmaz diye düşünüyorum.
Futbol hakkında ne dendiğini biliyorsun değil mi? Futbol 90 dakikalık bir oyundur ve sonunda da Almanlar yener.[1] Türkiye’de de darbeler için durum neredeyse böyle. Önce 48 saatlik sokağa çıkma yasağıyla başlar, sonunda da solcuları hapse atarlar. Onun için, bu işin arkasında kim olursa olsun, bunun ülkeyi daha karanlık bir duruma getireceği açıktır. Fakat Amerika Birleşik Devletleri bölgede her yerde var, sadece Türkiye’de değil. Fakat eğer bunu bana soruyorsanız, Washington’da da daha önce şahit olmadığımız bir tereddüt olabilir. Çünkü Suriye’de bir tereddüt var, Irak’ta tereddüt var, muhtemelen Türkiye hakkında da tereddüt var. Washington içerisinde bir tür iktidar çatışması var. Onun için, evet, bunlar Amerikan gazetecilerinin daha yakından bakması gereken hususlar.
Tamam, şimdi tekrar Türkiye’ye dönelim. Darbenin sonrasında ne oldu? İlk olarak, polis ve askeriye içerisine ciddi bir şekilde ve muhtemelen de yargı içerisine yerleştirilmiş olan Gülen güçleriyle ilgili olarak, ve yine Kürt meselesi ve Kürt halkıyla ilgili olarak, ve son olarak da rengi ne türde olursa olsun bütün rejim muhalifleriyle ilgili olarak.
Pek tabii.
İstersen önce Gülen hareketiyle başlayalım. İzleyicilerimize Gülen hareketinin ne olduğunu biraz açıklasak.
Ben de tam onu diyecektim. Aslında uluslararası medyada Fetullah Gülen hareketi hakkında ciddi bir bilgi eksikliği var. Ve gördüğüm bir ‘analizde’ bu hareket için “gülen hareket” deniyordu, çünkü “Gülen” Türkçe’de gülümseyen demek. Ve ee.. Gülen Hareketi geçmişi taa 1960’lara kadar uzanıyor. Türkiye’de komünizme karşı mücadele varken…
Evet, Soğuk Savaş
Evet, Uluslararası güçler, – sadece Türkiye’de değil, bütün bölgede- İslamcı hareketleri, grupları, vb. destekliyorlardı. Ve tabii ki Fetulllah Gülen Hareketi de bunlardan biriydi. Sonra uluslararası medyada şöyle bir ikiye bölünme vardı: bir tarafta Türk ordusu sekülerlerin güçlü bir dayanağıyken diğer yanda da Türkiye’nin gerçek insanları; muhafazakâr, dindar insanlar, vb. vardı. Ki böyle bir şey daha önce olmamıştı. Aslında 1980 darbesinde, darbe esnasında, darbeden sonra bu hareket bütün hükümetlerce desteklendi.
Şuna benziyor… Bunlar hakkında konuşmak biraz tehlikeli de; özellikle benim gibi işinizi uluslararası düzeyde yapıyorsanız. Bu mezhebe sadık kuşaklar yetiştirdiler ve kendilerine de “Hizmet Hareketi” diyorlar. O bir mezhep, mezhep-benzeri bir organizasyondur. Fakat aslında muazzam derecede kuvvetli bir ekonomik arkaplanı ve hareketi var… Türkiye’de on yıl önce bir araştırma yapılmıştı, buna göre bu ekonomik organizasyonun parçası değilseniz Anadolu’da hiç bir ekonomik işlem yapamazsınız. İşte bunun için bunlar Türkiye’de bu kadar kuvvetlidirler. Birçok okulları var. Afrika ormanlarından ne bileyim diyelim ki Kuzey Kutbu’na kadar dünyanın değişik yerlerinde onlarca, yüzlerce okulları var.
Bu misyoner bir hareket.
Evet öyle. Fakat oldukça kuvvetli siyasal bağları olduğunu düşünüyorum, her ülkede, daha da önemlisi ABD’nde. Fakat Türkiye bağlamında bu hareketle ilgili en önemli şey ise bunların hükümete insan kaynakları sağlamasıydı. Çok iyi eğitilmiş insanları vardı. AKP hükümetinin bu son onyılda uluslararası arenada bu kadar övülmesinin arkasında yatan nedenin Gülen Hareketi olduğunu düşünüyorum. Şu kaymayı görmek de çok ilginçti aslında: Fetullah Gülen Hareketi’yle AKP hükümeti arasında iktidar savaşı başlayınca uluslararası medya Cumhurbaşkanı Erdoğan’a sırtını dönmeye başladı. İşte Fetullah Gülen Hareketi bu hükümeti artık desteklemediği için Erdoğan’a karşı bütün bu sert eleştirilerin bir nedeninin de bu olduğunu söyleyebiliriz… Ve darbenin sonrası da çok yıkıcıydı. Bu öyle üyelik kartınızın olduğu bir kulüp değildi. Onun için kargaşa başladığında herkes diğerini bu organizasyonun üyesi olmakla suçlayabilecekti. Nitekim herkes birbirini suçlamaya başladı ve bu bir ateş gibi etrafa yayıldı. Cumhurbaşkanı Erdoğan bile insanlar birbirini bu “terörist” organizasyonun ya da mezhebin ya da her neyse onun üyesi olmakla suçlama yarışına girmesin dedi. Bu tabii ki onlar için yıkıcı bir şeydi. Fakat Türkiye kısır döngülerin olduğu bir ülke. Fetullah Gülen Hareketi yargıda çok güçlüydü ve on yıl önce Türkiye’deki seküler insanlar için cadı avına başlayan onlardı. Hapse atmayla başladılar. Gülen’in yargıçları, savcıları, vb. vardı. Generalleri hapse atmakla işe başladılar, sonra da bu gazetecilere, aydınlara, her kesimden insana kadar uzandı. Ve şimdi de esas olarak aynı şey onların başına geliyor.
O halde onların haklarında kovuşturma açtığı, zulmettiği bazı insanlar – suskun kalmış olsalar da olmasalar da – şimdi evlerinde oturmuş gülümsüyor olmalılar.
Bunu söylemek çok acı veren bir şey, ama evet. Bir kere hukuka olan güveninizi kaybederseniz, kan davası dönemi başlar. Ve iş buraya varınca da tünelin sonundaki ışığı göremezsiniz. Bunun böyle olduğunu görmek de gerçekten oldukça acı verir. Ben de Fetullah Gülen Hareketi’ne eleştirel yaklaşanlardan biri olarak yıllardır bunun bedelini ödeyen insanlardan biriyim. Ve bu eli kolu uzun olan bir gazetelerinin her hafta beş yazı yazdığını hatırlıyorum. Bu bir süre böyle devam etti. Savcılara beni hemen hapse atmaları çağrısı yapıyorlardı. Şimdi onların yaşadığı bu yıkımı görünce ben şahsen gülümseyemiyorum. Sadece şöyle diyorum: neredeydiniz, ben size söylemiştim, biz size söylemiştik. Benim gibi insanlar onlara söylemişti. Hukukun üstünlüğüne sahip çıkalım. Aksi takdirde hepimiz aynı cehennem ateşinde yanacağız. Şimdi olan tam da bu.
Şimdi istersen Gülen Hareketi’nden Türk politikasında çok uzun bir süredir devam eden Kürt Meselesine geçelim.
Evet, maalesef öyle.
Biz de bildiğin gibi Kürtleri hep destekliyoruz. Bir süre boyunca, AKP’nin ilk zamanlarında, taa başlarında bir tür anlaşma, uzlaşma, bir tür çözüme hazırmışlar gibi görünüyordu. Her ne kadar Öcalan hapse konulmuş olsa da liderliğin diğer seviyelerindeki insanlarla meseleyi halletmek için bir ilişki içindeydiler. Neden bu ilişki kesildi?
Şöyle başlayayım istersen. İşin en başından beri ben buna çok eleştirel yaklaştım, şeffaf bir süreç olmadığını, bütün Türk entelektüellerini ve hatta Kürt entellektüellerini dışladığını söyledim. Barış süreci PKK ile hükümet arasında sürüyordu. Evet böyleydi. Biz de aslında nasıl/neden kesildiğini bilmiyoruz çünkü süreç pek de şeffaf değildi, Türkiye’deki bütün muhalefeti dışarıda tutuyordu. Bu savaş ve barış meselesini gizli ve hızlı bir pazarlığa indirgiyordu. Paramparça olmasının sebeplerinden birinin bu olduğunu düşünüyorum. Şunu da söylemeliyim ki AKP pek de demokratik bir gelenekten gelmiyor. Ve Kürt meselesiyle ilişkili olarak diğer önemli bir husus da – ki bu dünyanın her yerinde buna benzer her türlü mesele için de söylenebilir – Kürt meselesi oldukça uzun bir zamandır bir insan hakları sorunuydu, Türk solunun insan hakları çerçevesinde Kürt halkıyla dayanışma içinde olması bilgece ve uygun bir tavırdı. Fakat şimdi Suriye sorunuyla birlikte Kürt meselesi de Orta Doğu’da Türk solu için özellikle tartışmada nasıl bir yerde duracağını ve sorunun bütününe dair nasıl pozisyon alacağını çok zorlaştıran meselelerden biri haline geldi. Çünkü mesele karmaşıklaştı ve şeffaflığını yitirdi, muğlaklaştı, grileşti, vb.. Biraz da kirlendi gibime geliyor.
Irak savaşı esnasında karmaşıklaştı Ece.
Evet, orada da.
Diyarbakır’a konuşmaya gittiğimi hatırlıyorum. Dünya’da büyük bir salonda konuştuğum tek yerdi ve konuşurken de benimle aynı fikirde olmadıklarını hissedebiliyordum, ki bu anlaşılır bir şeydi. Fakat soru ve cevap bölümünde genç Kürt entellektüellerinin bana sorduğu soruların yüzde 99’u savaş taraftarıydı. Irak’taki savaşı destekliyorlardı ve bu arada senin de bildiğin gibi Türkiye’nin büyük çoğunluğu da bu savaşa karşıydı. Destekliyorlardı. Neden diye sorduğumda, “Kürt bağımsızlığımızı kazanacağız, Amerikalılar da dediler. Iraklı Kürtlere bakın, onlar hakikaten ilerliyorlar” dediler. Evet ama dedim, onlar neredeyse Amerikan-İsrail hamiliğinde yaşıyorlar. Umurumuzda değil dediler. Yani bunu da dediler.
Evet, bu ilk ayrıldığımız noktaydı. Evet. Çünkü Türkiye’deki savaş karşıtı koalisyonun iki sözcüsünden biriydim. Bana da kızmışlardı. PKK ile AKP arasındaki barış süreci denilen şeyi de eleştirirken kızmışlardı. Ama şimdi haklı olduğumu biliyorlar. Fakat yine her zamanki gibi çok geç.
Çok zor bir ders. Suriye olayını bir kenara bırakırsak – ki bunu da tamamen anlıyorum – daha da önemlisi, Türkiye’nin bakış açısından, Türkiye içerisinden ve Türk solunun bakış açısından bakarsak HDP gerçek bir yenilik ve atılım gibi görünüyordu.
Kesinlikle.
Burada Kürt halkını, her iki tarafın sendikacılarını, ilericilerini birleştiren bir hareket, yüzde bilmem kaçlık devasa seçim barajını aşıp parlamentoya giren gerçek bir muhalefet partisi var. Bu da AKP hükümentinde bir panik yaratıyor.
Belki de Tahrir’den bile kalabalık olan 2013’deki Gezi protestolarından sonra HDP Gezi ayaklanmasında biraraya gelen enerjiyi birleştiren tek partiydi. Ve söylemiyle, tutumuyla, politikasıyla Selahattin Demirtaş HDP için mükemmel bir liderdi. Bütün bir sol spektrumu kucaklıyordu. Ve bunun siyasal iktidarı oldukça rahatsız ettiğini düşünüyorum. İşte bunu yaşadık aslında. Seçimler oldu, Demirtaş Türk solunun gelecek lideri gibi görünmeye başladı. 7 Haziran’da, seçimin sonunda elde edilen sonuçlar Türkiye’nin parlamentodaki çok renkliliğini temsil ediyordu. Ve biliyorsunuz, bir şeyler olur. Biz de bu seçimi yeniledik. 1 Kasım’da seçimler oldu. İki seçim arasında Türkiye’de yoğunlaştırılmış bir şiddet patlaması yaşandı. Tek bir iktidar gücü olmazsa Türkiye’nin istikrarını kaybedeceği şeklinde temel bir tehdit vardı. Koalisyon istemiyoruz, eğer koalisyon olursa bakın bu ülkede böyle yoğun şiddet ortamı oluşacak deniliyordu. Her ne hikmetse 1 Kasım’da o şiddet birden kesiliverdi.
Fakat biliyorsun, ondan önce Ankara barış gösterisi vardı.
Evet, evet.
Barış gösterisine barbarca saldırıldı. Tabii ki kimin saldırdığına dair onunla ilgili olarak bizim de fikirlerimiz var. Fakat Türk arkadaşlardan benim duyduğum hikaye hükümetin bu saldırıyı yapan ve Türkiye içerisinde aktif olan cihatçılara, İŞİD’e göz yumduğu, bunu yapanın doğrudan hükümet olmadığı, fakat bunun olacağını bildiği şeklindeydi. Bu konuda bir fikrin var mı?
Türk basını aslında bu konularda yayın yapacak durumda değil.
Nokta.
Nokta. Tabii sadece basın üzerindeki baskı meselesi de değil, şimdi bir ‘Yeni Türkiye’ aldatmacası ve modası var. Bu durumlardan endişe etmek, sorular sormak uygun bir durum değil. Bir patlama olduğunda, uygun ve münasip olan reaksiyonsa ‘Türkiye bunun üstesinden gelecek, biz güçlü bir ülkeyiz, onlar’ – her kimse onlar – ‘bizim başarılarımızı kıskanıyorlar’, vb. vb. Nokta. Hatta yas bile tutmamanız gerekir. İstanbul Havalimanı’ndaki büyük patlamayı hatırlıyorsun. New York Times’a şehrin bu devasa travmayı nasıl bu kadar kolay atlattığına hayret ettiğimi anlatan bir yazı da yazdım. Ve AKP destekçileri ‘yani sen bizim bunu atlatmamızı istemiyor musun? Sen ne istiyorsun? Yas mı tutmak istiyorsun?’ diye bana diş bilediler. İşte bu…
Türkiye aşağı yukarı şöyle algılandı: Tek bir adam var, bütün ülkeyi yönetiyor, baskı var, vb. Böyle değil, bundan çok daha karmaşık. Seçilmiş bir hükümet var ve Cumhurbaşkanı Erdoğan toplumun çoğunluğu tarafından destekleniyor. Bu toplum dramatik bir şekilde değişiyor. Bütün bir değerler sistemi değişiyor. Bundan dolayı… müsaade edilmiyorsunuz demeyeceğim… ama bu ülke için endişeleniyorum, çünkü ülke bir kargaşa içinde demeye devam etmeniz sizin için iyi olmaz, sizi iyi bir yere getirmez.
Neden son kitabına “Çılgınlık ve Melankoli’ adını verdin?
Bu benim gözde şairlerimden biri olan Turgut Uyar’ın şiirinden bir parça. Onun şiirlerinden birindeki iki satırın Türkiye’yi oldukça hoş bir şekilde tarif ettiğini düşünüyorum:
‘Doğudan batıya bir güz halinde / çılgın ve hüzünlü’[2]
Onun için ülkenin oldukça çılgın olduğunu düşünüyorum. Ki bunu da bir şekilde seviyorum. Fakat yine, bildiğin gibi, travmayı başından itibaren göğüslemediğinden bu hüzün yaratılıyor ve biz de aslında tam teşhisi koyup doğruyu söyleyemiyoruz.
Evet işte bunun için burası melankolik bir ülke. Aynı zamanda çılgın da.
Türkiye’nin bugünkü durumu bakımından Ece, basın özgür değil, insanlar yazmayı bıraktı. Biliyorsun, Türk basını – ki sen benden daha iyi biliyorsun – fakat gördüğüm kadarıyla çok enerjik, çok açıktı, çok eleştirel yazılar olabiliyordu. Evet hükümetin bazen gazetecileri cezalandırdığı biliniyordu, fakat genel olarak onları kendi hallerine bırakıyorlardı. Bırakın yazsınlar, bırakın köpekler havlasınlar. Kimse oralı olmaz. Bize bir şey yapamazlar deniliyordu. Kamuoyunun kendilerine verdiği desteğe rağmen herhangi bir düzeyde yapılan eleştiriler hususunda haddinden fazla hassas hale gelmeleri olgusunun bende onların eskisi kadar özgüvenleri olmadığı ve kendilerinden emin olmadıklarının bir işareti olduğu hissini uyandırdı. Yani bir şeylerin değiştiğini.
Evet öyle olabilir, çünkü en nihayetinde bu darbe siyasal iktidar için, AKP ve Bay Erdoğan’ın kendisi için de büyük bir siyasal travmaydı. Evet böyle bir güven sorunu olabilir. Belirli bir meşru/laştırılmış paranoya olabilir diyelim. Fakat Türkiye’nin gazetecileri, basını hiç bir zaman gerçekten özgür olmadı.
Olmadı.
Onlar aslında hiç bir zaman… eğer bana soracak olursan onlar bütün bu olan olaylar içinde organize ol(a)madılar, basın özgürlüğünü gerçekten yeterince savunmadılar, vb. vb. Bu hepimizin bir tür otobüse atlayıp yola çıktığımız çılgınca bir seyahat gibiydi.
Evet, fakat biz bugün öyle bir dünyada yaşıyoruz ki anaakım medyaya baktığında, bütün bir Batı dünyasının medyası – ister televizyonu isterse radyosu ya da yeni yazılı basını olsun – bir ölçüde Türkiye’ye benziyor. Kendinden menkul, ama Türkiye’den çok da farklı değil. Çok az sayıda muhalif ses var.
Kesinlikle. Kesinlikle ben de bunu diyordum. Brexit’i, Trump’ı, Putin’i ve yükselen diğer sağ liderleri, vb. düşünüyordum. Bunun zihin yetisi bakımından genel olarak çalkantılı bir “fırtına” çağı olduğunu düşünüyorum. Onun için Türkiye önemli. Bu ülke de dahil olmak üzere Avrupa’nın ihmal edilmiş kitlelerin seçtiği herşeyin meşrulaştırıldığı bir anlatıyı yaşayacağını düşünüyorum. Hatırlarsın, Brexit’ten önce bütün entelektüel ağırlık “Hayır”’ın tarafındayken, şimdi elinizde Brexit var.
Aynı şey Jeremy Corbyn olayında da oldu.
Kesinlikle.
The Guardian ve Independent gazeteleri de dahil olmak üzere bütün medya ona karşıydı. Ona rağmen kazandı ve yine kazanacak.
Onun için bu dönem entelektüeller için “aa bunu nasıl söyler, bu doğru değil” hissine kapılacakları yeni bir dönem olacak. Fakat kitleler bu popülist liderlerin söyledikleri bu kelimelere inanacaklar.
Tamam Ece, sen hâlâ İstanbul’da yaşıyorsun. Kolayca ABD’ye gidebilirsin ya da buraya gelebilirsin. Fakat orada yaşamakta ısrar ediyorsun, neden?
Londra’daki kahveden nefret ediyorum. Bu ülkede her şey sizi rahatsız edecek şekilde sinsice tasarlanmış. Şaka bir yana, Türkiye’de yaşıyorum. Zagrep’te de bir yerim var. İkisi arasında gidip geliyorum. Kafamı dinlemeye ihtiyacım olduğunda Zagrep’e gidiyorum. Fakat, sonra… ülke dışında yaşamak aslında pek hoş da değil, çünkü çılgınlığın dışında olduğunuzda bu sizi onun içinde olmanızdan çok daha fazla rahatsız ediyor. Çılgın toplumun bir parçası oluyorsunuz, bunun dinlendirici bir etkisi de var. Biliyorsun, bu acı çeken, acılar hakkında konuşan entelektüellerden biri olmak istemiyorum.
Evet evet, benim içimde de.
Sizin bütün hayat hikayenizi yenilgi ve acıya indirgeyen.
Mağduriyet.
Mağduriyet, vb. Evet, bu kitabın tanıtımı için bu hafta içinde buradaydım. “Biz ne yapabiliriz?” sorusunu duymak kendimi Internet’te bir web sitesi kanalıyla evlat edinilmiş bir panda gibi hissetmeme neden oldu. Alternatif bir web sitesi kanalıyla evlat edinilmiş olarak Batı’lı entelektüellerin bir pandası olmaktansa, ben Türkiye’de acı çekmeyi yeğlerim.
Ece geldiğin için teşekkürler. Konuşmalarımıza devam edeceğiz.
Teşekkür ederim. Benim için bir zevkti.
Türkiye’deki durumu gördükçe.
Teşekkür ederim, çok teşekkürler.
Çeviren: İrfan ÖZDABAK
Kaynağı: http://tariqalitv.com/portfolio/s3e6-cold-turkey/
[1] 2008 yılı Avrupa şampiyonasında tam da böyle bir şey olmuş, Türk Milli Takımı çok iyi bir oyun ortaya koymasına rağmen Lahm’ın son dakika gölüyle Almanya maçı 3-2 kazanmış ve finale çıkmıştı -ç.n.
[2] Şimdi dolaşıp duruyor aramızda / kıpkırmızı bir duygu olarak / doğudan batıya bir güz halinde / çılgın ve hüzünlü..- ç.n.
* Video söyleşinin İngilizce başlığı olan “Cold Turkey” uyuşturucuya olan bağımlılığın zaman içerisinde yavaş yavaş azaltılması ya da tedavi uygulanarak üstesinden gelinmesi yerine uyuşturucu kullanımının birden kesilmesini ve bundan kaynaklanan hoş olmayan tecrübeyi anlatmak için de kullanılır. Komaya da yol açtığından bu oldukça tehlikeli bir yoldur – ç.n.