“Saçma” [Osm: Abes- Fr: Absurde] fikrinin mucidi Albert Camus idi.
Saçma fikri, aslına bakılırsa, insanı her şeyin merkezine koyan Antik Yunan feylosofu Protagoras’dan beri hümanist felsefenin içine sinmiştir.
Hayata gelmekle başlayan varoluşumuzdaki bütün sorumluluk bize aittir, fakat bütün hepsi çok saçmadır, anlamsızdır.
Bu anlamsızlığına rağmen biz bunu yaşarız, yaşatırız, yaşananları da izleriz.
Camus, Yabancı – L’Étranger romanında duygusuzlaşmış, toplumla heterotopik bir ilişki kuran, inkârcı ve anlık yaşayan birinden, Meursault adlı Fransız Cezayir’inde yaşan genç bir memurdan bahseder.
Romana girişi de meşhurdur; bilirsiniz:
“Bugün annem öldü, belki de dün; bilmiyorum!”
Bu kayıtsızlık roman boyunca sürecektir.
Camus’nün 1942’de yayınlanmış bu eseri Avrupa’da bir çağın yankısıdır, bu öyle bir yansımadır ki, kuşaklar boyu edebiyatı etkileyecektir.
Macaristan’ın yetiştirdiği kadın edebiyatçılardan Agota Kristof’un kısa romanındaki karakter, adını bile tam bilemeyeceğimiz o naif insan, Meursault’ı bize anımsatmaktadır.
İsmi pek lazım değil, romanda okursunuz, asıl Meursault’luğu bizim umrumuzda!
İkinci Dünya Savaşının yıkımı ardından gelen romanlar, edebiyat eserleri o felaket günlerinin insanlarını bize anlatıyordu; Erich Maria Remarque’un cepheye ait eserleri, Henrich Böll’ün bizi çimdik çimdik uyaran romanları, Primo Levi’den Joseph Heller’e kadar niceleri…
Macaristan’ın Stalin tankları tarafından işgali sırasında direnişe katılan ve sonra Batı’ya kaçıp orada yaşamını sürdüren bir kadın edebiyatçıyla, çevirmen Ayşe İnce Kurşunlu’nun kalemiyle Türkçede yeni tanıştık: Agota Kristof!
Kristof’un pek çok eseri var, Büyük Defter-Kanıt-Üçüncü Yalan başlıklı romanlarından oluşmuş üçlemesini 2010 yılında Türk okurlar edinebilmişti.
Ardından Dün başlığıyla kısa bir novellası, anlatı uzunluğunda bir çalışmasını çevirmen Kurşunlu, Türkçeye kazandırdı.
Kristof’un bu kısacık, hani başına oturup çevrenizdeki gürültü patırtıya aldırmadan ve hiçbir şeye cevap vermeksizin okumaya çalışsanız, ki ben öyle yaptığım için saat tuttum, oradan biliyorum, 57 dakikada bitireceğiniz eseri çok şey vaat ediyor; pek çok sözü var.
Bir kere, insanın çaresizliğini gösteriyor.
Bir kere daha, insanın kendi varoluşunu çizmekle aslında kaderciliği Olympos zirvelerinden, kutsal kitaplardan, Spinozacı ifadeyle insanın dışında bir aşkın gücün elinden alıp ona, ta kendisine, onun eline bırakıyor.
Roman kahramanının annesi Esther, Macar kırsalında köyün orospusu; iyi kalpli, fakat evli ve çocuklu köy öğretmeni Sandor’dan bir çocuk peydahlamıştır; işte o kahramanımızdır:
Adı, Tobias…
Annesi Esther, öğretmen eve gelmediği zamanlarda işe gidiyor, sonra eve geliyor, küçük Tobias onu izler:
“Annem mutfağa gelir, poposunu kovadaki suyla yıkar, bir bez parçasıyla silinip tekrar yatmaya giderdi. Benimle hemen hemen hiç konuşmazdı, hayatı boyunca beni hiç öpmemiştir.”
Sevgisiz, üstelik eve gelip giden, hangisinin kendi babası olduğunu bilmediği insanlar arasında büyür; köy öğretmeni babacandır ama Tobias’a sahip çıkar.
Sonra anlarız ki, Sandor öğretmen çocuğun babasıdır.
Tobias bir gün, annesiyle köy öğretmeni alt alta, üst üsteyken mutfaktan bir kasap bıçağı alıp evvela babasını, sonra eğer bıçak yeterince derine inerse belki onun altında yatan annesini öldürmeye kalkışır. Bıçağı saplar, sonra kaçar. Macerası da, bu kısa romanda böylece başlayacaktır.
Batıda bir ülkeye gider; muhtemelen Almanya’dır burası.
Orada geçen yirmi yılını babasından aldığı Sandor adı ve annesinden uyduracağı Lester ismini kullanarak ve fabrikada çalışarak geçirir.
Sefil ve çaresiz bir hayattır bu, ne yapacağını hiç bilmediği…
Sonra bir gün, çocuklu bir kadınla karşılaşır; kendi ülkesinden gelme…
Adı Line…
Onu ilkokuldan tanıyor; üstelik babası köy öğretmeni Sandor’dur; kendi babası.
Aralarında gelişen aşk, kardeşi olduğunu sakladığı fakat bir keresinde “…sımsıkı sarılıp dudaklarından uzun uzun öpüyorum, şimşekler bizi aydınlatıp gök gürlerken içimi büyük bir sıcaklık kaplıyor; oracıkta Line’e dayanarak boşalıyorum” dediğine bakılırsa ensest boyutuyla heyecan uyandıran bir erotizme ulaşıyor.
Tobias yahut yeni adıyla Sandor kız kardeşiyle evlenmeye hazır, yeter ki o ilgisiz akademisyen kocasını bir boşasın:
“Firavunlar döneminde ideal evlilik, kız ile erkek kardeşler arasında gerçekleşirmiş. Bence de öyle, gerçi Line ile benim annem ayrı ama. Zaten başka kız kardeşim yok ki!”
Sonra bir cinayet girişimi daha: Eniştesini, sevdiği kadının kocasını bıçaklamaya kalkışıyor; yine beceremiyor. Tıpkı babası Sandor gibi eniştesi Koloman da onu ele vermiyor, hem zaten bıçak yarası çabuk geçer.
“Adam öldürmek kim, ben kim!” diyor.
Sonunda herkes Sandor/Tobias’I terk eder, o da gidip bir garson kızla evlenir; bir şey olduğu yok, büyük hadiseler beklemeyin ondan, o sıradan biri ve öylecene tarihin karanlık dehlizlerinde kaybolup gider kahramanımız.
Polonyalı yazar Jerzy Kosinski’nin ABD vatandaşı olduktan sonra yayınlanmış romanları arasında Türk okuru en çok canevinden vurmuş romanı Boyalı Kuş’ta, bir küçük çocuğun II.Dünya Savaşı yıllarındaki vahşet sahnelerini, birçok edebiyat eleştirmenine bakılırsa, sadistik bir lisanla aktardığı eserine uzanan yolları, kolları var elimizdeki novella’nın…
Zaten gri ülkelerin, Polonya’dan Romanya’ya kadar bir büyük coğrafyanın böylesi grimtırak eserleri olması da pek doğal, değil mi!
Onlardan Kazancakis’in kahramanı Zorba gibi kıpır kıpır dans, güneş, mavilik ve zeytin yeşili bekleyemeyiz.
Fakat roman tercümanının-çevirmenin yetiştiği kültürü de merak eder, bekleriz; nitekim yakaladık bile…
Daha 9.sayfada İstanbulluluğunu ele veriyor, Ayşe İnce Kurşunlu:
“Hava kapattı!”
Bu, eski İstanbul ağzında söylenen bir deyişti; çeviriye girmiştir.
Ayşe İ.Kurşunlu’nun, edebiyatçı ve gazeteciliğin âbide isimlerinden rahmetli Mehmed Kemal’in kızı olduğunu da burada kulağınıza fısıldayıp, sizi romanla baş başa bırakmak üzere kenara çekilelim.