Ülkü Tamer en sevdiğim şiirlerinden biri olan Gözü Uçuklayan Adam şiirinde der ki:
“Bu şehirde önemsemezlerdi beni, neşeliydim.
Üstelik boş sözler söylemeyi severdim,
Başka şehirlerden ve çocuklardan konuşurdum:
Namuslu, çünkü şair olan bir forsadan,
Bir dudak bükülmesiyle sevilen o kovboydan,
Bir ressamdan ve bir noktalama işaretinden.
Ciddi şeyler anlatmam beklenmezdi.”
Böyleydi Ülkü Tamer, şiirin kendisiydi. Boş sözler söylemeyi sevdiğini söylerken hafif, uçucu, harcıalemdi tavrı ama yine de aklımdan çıkmadı hiçbir söylediği.
“Tarihte Yaşanmamış Olaylar” hepimizin dimağında kalıntıları olan bilgicikleri şöyle bir tepe taklak eden, onlarla alay eden, hatırlatan unutturan, kimi zaman kahkaha attıran hikâyelerle dolu bir öykü kitabı. Öyle muziptir ki yazar, kitabın daha başında okurları uyarır:
“Bu kitapta okuyacaklarınızın tümü uydurmadır. Düzmecedir. Palavradır. Adlar da tarihler de, olaylar da gerçek değildir. Düş ürünüdür, sondaki kaynakça bile!”
Can Yayınları’ndan çıkan Tarihte Yaşanmamış Olaylar kitabındaki 10 öyküden 5 tanesi bir tiyatro sahnesinde can buldu; Boa Sahne’de!
Faruk Üstün uyarladı, Emrah Eren yönetti ve birbirinden yetenekli oyuncular sayesinde Ülkü Tamer’in tarihin tozlu sayfalarından çekip çıkardığı hikâyeler şenlikli bir gösteriye dönüştü.
Tarihte Yaşanmamış Olaylar, bu yıl 8. kez düzenlenen Üstün Akmen Tiyatro Ödülleri’nde Yılın En İyi Oyun Ödülü kategorisinde “Treplev”, “Eksik”, “Anahtar Deliğinden Gişeye Bakan Üç Kişi ve Sonat” ve “Büyük Zarifi Apartmanı” gibi birbirinden iyi oyunlarla adaylığa girdi ve ödülün sahibi oldu!
Atakan Avcı, Delal Yıldırım-Ezgi Nur Köycü, Eylül Güntekin, Murat Küçük, Utku Palta, Yağmur Altay ve Ammar Özçelik’ten oluşan genç oyuncu kadrosu sahne üzerinde sadece oyunculuklarıyla değil müzik yetenekleriyle de hayranlık uyandırdılar. Absürt masallar sandalında gezinen harika bir müzikal anlatıydı…
Karakterler BİRİ, ÖBÜRÜ, ÖTEKİ diye geçiyor oyun metninde. Birisiyiz, ötekiyiz, öbürüyüz. Dinleyici bazen anlatan konumuna geçiyor bazen tam tersi… Ama tek bir ortak nokta var; herkes dinlemeye, inanmaya çok hevesli! Oyunda da söylendiği gibi
“Aydınlığın, güneşe olan tutkusu gibi kendilerini kaptırdılar.
Bakışlarla, dokunuşlarla anlaştılar.”
Hem karanlık hem şenlikli bu tarih sahnesinden mümkün mü ki kendimizi soyutlayalım! Biz de tüm bu olup bitenin bir parçasıyız, bir yerlerde gizlenmişiz, birine isyan ediyoruz birilerinden kaçıyoruz veya öldürecek bizi savaşlar, biliyoruz! Tarihin başrolünde insan vardır; hem onu yazar, hem karşısına geçip oynar.
“Öteki: Sinirim bozuldu artık. Şu insan denen yaratık nasıl da bayılıyor sorunlar, hatta canavarlar yaratmaya. Sonra da karşısına geçip, yarattığından korkuyor.
Biri: Haklısın ve bir de insanın vahşiliği hiç bitmeyecekmiş gibi geliyor bana. Savaşsız yapamıyor.”
Kimisi uzanır inancın tatlı kollarına rehavet içinde dinler ona anlatılanları. Der ki bize ne anlatılırsa ona inanacağız, neresi işaret edilirse oraya bakacağız! Ama aradan birkaç dik başlı isyankâr çıkmayacak mı tüm bu olup biteni sorgulayan, soran?
“Öteki (Seyirciye döner) Tarih, sorgulanamaz mı? Ya da kaynakları? Cengiz Han ı, Timur u, Büyük İskenderi ya da Hannibal ı neden sorgulamayalım.”
Ülkü Tamer coşkuyla giriyor meseleye:
“Heredot adında birine demişler “tarih baba”
İşte o gün milattır belki de büyük yalana merhaba.”
“Büyük yalan” diye başlıyor tarih masalı ve coşkusu kendi harında kavruluyor oyun boyunca. Çünkü işe bir kez büyük yalan diye başladınız mı bunun ucu bucağı olmayan engin bir yolculuk olduğunu hissedersiniz. Yalan gerçeğe bulanır gerçek yalanla kaynaşır ama sonunda gelir düşlerimize saldırır. Oyunda tekerlemeler bile hafızalarda yer ettiği hâlinden farklıdır,
“Pirelerin berberlikten, horozların tellallıktan bihaber olduğu
Hiç kimsenin dedesinin beşiğini tıngır mıngır sallamadığı
Havası soğuk, insanı nemrut, çoğu da ceberrut, Sibiryadayız.”
Faruk Üstün’ün başarılı uyarlamasında yer yer Ömer Hayyam’ın dörtlüklerini de anımsatan bir ritme rastlıyoruz.
“Sorumluluk mudur tarih, yoksa savunma aracı mı?
Tarihi okuduktan sonra davalı mı olmalı yaşamdan davacı mı?
Yoksa iyi ki, oh ne güzel, harika deyip duacı mı?”
“Ne sandın, sana anlatılanlar doğru dürüst mü tastamam
Saklananlar çıkıyor su yüzüne, gün doğmadan.”
Hayyam deyince yine tarihin ocağına düştüm. Hangi dörtlüklerin ona ait olup olmadığını bile yazarlar hâlâ düşünüp tartışır. Şairin kendi eliyle yazılmış değildir bunlar, ölümünden sonra ancak 15. yüzyıldan kalma kitaplarda karşılaşırız dörtlüklerle ama yine de onları Hayyam’ın yazmış olduğu kabulüyle serinleriz, sarhoş oluruz, can gelir dimağımıza. Tarih yazıldığı gibi olmasa da diyebiliriz ki bize ulaştığı gibidir. Sabahattin Eyüboğlu şöyle der Dörtlükler’in önsözünde,
“(…) bunlardan hangileri Hayyam’ın, hangileri Hayyamca başkalarınındır, kesin olarak söylenemez. Ne var ki Hayyam o kadar herkesten başka, o kadar kendi olmuş ki onun adına ancak onun söyleyebileceği sözler söylenmiş.”
Ülkü Tamer Romalılardan, Sibirya’ya, Aristo’dan Büyük İskender’e hikâyeleri sıralarken olayları eğip büküyor, kimi düşünceleri taşlıyordu ama en çok kendi gibi olana, dürüst kalabilene dokunmuyordu. Masalların koca otları, anızları arasında gerçek gözlerimizin önünde ışıldıyor ve bir tiyatro sahnesinden bize göz kırpıyor.