Bir kız, üstelik yapayalnız, çayırda uzanmış sanki uzaklardaki bir eve bakmaktadır.
Evin içinde kim bilir neler olup bitmektedir… Orada nasıl bir dünya vardır?
Evin kapısı muhtemelen kapalı, Christina ise dışarıdadır. O şimdi evin içinde değil sanki başka bir alemdedir, kendi dünyasında yaşamaktadır.
Amerikalı ressam Andrew Wyeth‘in resmettiği Christina’nın Dünyası pek çok kişi için ardında birçok anlam barındırmaktadır. Hikâyesini Christina Olson’a borçludur. Christina bir hastalık yüzünden kısmi felçli, belinden aşağısını kullanamaz hâldedir. Yürüyemez. Buna rağmen tekerlekli sandalyeyi kullanmayı da reddetmiştir.
Christina’nın keyif aldığı şeyleri tekerlekli sandalye kullanmadan yapma ve hayata böylece tutunma gayretinde olması birçok kişi için umudun sembolü olsa bile resmin huzursuzluk verici bir tarafı olduğu da su götürmez bir gerçektir. Evin, eve uzanan patikanın ve Christina’nın asimetrik duruşu ile onun güçsüz gözüken kolları elbette buna katkıda bulunur. Bilhassa Christina’nın çaresiz hastalığını bilmek ise insanın acıma duygusuna dokunan yegâne sebeptir. Onu bahçede sürünürken, uzaklardaki bir eve yönelmiş, rahatsız bir vaziyette görürüz. Eve kadar sürünerek gideceğini, bunun kollarına ve yerde sürünen vücuduna nasıl bir acı verebileceğini tahmin ederiz. Çoğumuz yürüyebiliriz ve böylesi bir acıyı çekmek zorunda değiliz fakat Christina yürüyemez ve muhtemelen bu acıyı hissedecektir. İşte bunu bilmek sanki bizi rahatsız etmektedir. Resimde “o” ve “biz” vardır.
Nitekim onun bu yalnızlığı resme de fazlasıyla yansımıştır. O tek başına çimlerin üstündedir. Diğerleri ise muhtemelen evin içindedir. Uzaktaki evde, oradaki kapının ardında muhtemelen başka bir hayat devam etmektedir. İçerdekiler ne yapmaktadırlar bilinmez fakat Christina dışarıdadır: O, Dışarıdakidir.
Bu duruma bir resimde tanıklık etmeye şaşmamalı nitekim “dışarıdaki” kavramı sadece resimde değil sanatın her alanında birçok kez karşımıza çıkar. “Dışarıdaki” olmak insanı sanatçı yapar mı, bunu ancak sanatçılar bilir fakat birçok sanatçı muhakkak ki bazen biraz “dışarıdaki”dir hani… İşte böylesi biri hele ki üretkenliğini biraz olsun yitirmişse toplum tarafından çoğunlukla hemen lüzumsuz olarak görülür.
Laf lafı açmış, sanattan bahsederken söz lüzumsuzluğa gelmişse Sait Faik Abasıyanık’ın Lüzumsuz Adam’ından bahsetmemek olmaz.
Nitekim bu hikâyede lüzumsuz adamımızın mahallesindeki sokaklarda dolaştığı anlara ve deneyimlerine tanıklık ederiz. Bu sırada insanlarla az biraz sohbet etmekte, bazense onlardan kaçmaktadır. Ne yaptığı fark etmeksizin Lüzumsuz Adam’ın huzursuzluğunu sürekli olarak hissederiz. Sanki her ne yaparsa yapsın yaptığından memnun değilmiş gibi bir izlenim verir bize. Çevresindeki toplumun tam bir parçası olamamıştır. Bulunduğu sokaklarda bir oyuncu olmaktan çok izleyici gibidir. Olayların içinde olmaya korkar bir hâli vardır. O da dışarıdadır. Ancak mahallesini yine de terk edemez. Bunun sebebi korkudur. Lüzumsuz Adam yabancı bir yere gitmekten çok korkmaktadır. Dokuzuncu sayfada “Yedi senedir bu sokaktan gayri, İstanbul şehrinde bir yere gitmedim. Ürküyorum. Sanki döveceklermiş, paramı çalacaklarmış… gibime geliyor da şaşırıyorum. Her insandan korkuyorum.” demektedir. Kendi mahallesinin uyumlu bir parçası olamaması yetmezmiş gibi yabancı yerlerden de pek çekinir. Onun sürekli korkulu, kaygılı, huzursuz bu hâli akıllara hipervijilans kavramını getirir.
Bu, aslında tıpkı göç eden bir kuş sürüsünün en dış kısmında kalan bir kuşun dış tehditlere daha açık olduğu için kendisini sürekli tehlikede hissetmesi ve tetikte olması gibidir. Kişi sanki sürekli gelebilecek tehlikeleri keşfetme arayışındadır. Kaygı, endişe ve huzursuzluk peşini hiç bırakmaz. Böyle birinin yalnız ve kendini tam olarak bir yere ait değilmiş gibi hissetmesinin yanı sıra güvende hissedeceği bir yeri de sürekli aramasına şaşmamalı. Lüzumsuz Adam o dükkândan bu dükkâna girip çıkmakta, bir onunla bir şununla sohbet etmektedir. Sanki bir şey arıyor, belki bu yüzden sürekli aylak aylak geziniyor gibidir.
Bu şekilde gezinmenin en yüce örneklerinden biriyse Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ıdır. Nitekim o da sürekli gezinmekte, sanki ne olduğunu bilmediği bir şeyi aramaktadır. Bu yüzden tuhaf işlerle meşgul olur. Atölyede vakit geçirir. Yazarlıkla uğraşır. Sokak isimlerinin arkasındaki hikâyeyi bulmak gibi garip işlere epey vakit ayırır. Biz onun aidiyet sorunu çektiğini ve anne sevgisini aradığını ancak romanın sonuna doğru anlarız. Nitekim bu yönden biraz olsun tamamlandığını hissettiği bir sevgilisi bile olacaktır fakat sevgilisi kahramanımız garip bir adam olduğu için sonunda kendisini bırakacağı korkusuyla Aylak Adam’ı maalesef terk eder.
Sevgilisi içeridedir. O, toplumun bir parçasıdır. Aylak Adam ise gariptir ve dışarıdadır. Son sayfada “Konuşmak gereksizdi. Bundan sonra kimseye ondan söz etmeyecekti. Biliyordu, anlamazlardı.” diye yazmaktadır. İşte bu satırlar Aylak Adam’ın toplumun kendisini anlamayacağına kesin bir şekilde inandığının işaretidir.
Bazen kişinin bu içe kapanış yahut “dışarıda” hâli kendini sessizlikle değil, beklenmedik ve olağanüstü bir tepkiyle de gösterir. Bunun en trajik örneğine İrfan Yalçın’ın Fareyi Öldürmek romanında tanıklık ederiz. Romanın kahramanı Sabri ilginç bir adamdır. Çok ince ruhlu, kibar ve efendi biridir. Kötü bir olaya bile gülümseyerek tepki verir. Ürkek ve sessizdir. Biz onu epey ezik ve pısırık bir karakter olarak tanırız. Sabri çok kötü bir çocukluk geçirmiştir. Bunun izlerini hayatı boyunca taşır. Çocukluğu yetmezmiş gibi gençliği ve yetişkinliği de içler acısıdır. Özgüvensizdir. Bir oyunu kazandığında bile “Hay Allah aksilik oldu galiba” diye karşılık verir. Kaybettiği zaman ise karşısındakine zaten böyle usta bir oyuncuyu yenmenin mümkün olamayacağını, kendisinin çok başarısız olduğunu bildiğini söyler. Bu özellikleri onu her zaman alay konusu yapmıştır. İşyerinde onun üzerinden sürekli şakalar yapılmaktadır. Sabri sürekli aşağılanır. Bu yetmezmiş gibi bir olay olsa günah keçisi her zaman o olmuştur. Hiçbir zaman diğerlerinin arasına girememiş, onlarla aynı saygınlığa erişememiştir. İşte böylece diğerlerine karşı o hep tek başınadır. Diğerleri içeride Sabri ise “dışarıdadır”. Bir gün işyerinde cinayet işler. Herkes buna pek şaşırır. Kuşkusuz bu cinayet onun “dışarıda” olmasının bir sonucudur, bir tepkidir. Nitekim öldürdüğü kişi içeriden biridir.
Biz şimdi cinayeti rafa kaldırıp sanata geri dönelim. Nitekim “dışarıda” olmasına karşın son derecede üretken olan sanatçılar da vardır. Bunlardan ilginç bir tanesi de Tahsin Yücel’in Vatandaş’ıdır. O kendini toplumsal haksızlıklar ve yanlışlara karşı sesini çıkarmak için umumi tuvaletlerin duvarlarına yazı yazarak bize göstermektedir. Kırk beşinci sayfada “Ayakyolu insanın insana güven verdiği çok ender yerlerden biri.” demektedir kendisi. Bu cümlesinden aslında onun da diğerleri gibi kendini güvende hissetmediğini ve kendine güvende hissedebileceği bir yer aradığını anlarız. Roman boyunca müdürüyle ve diğer çalışanlarla bir atışma içindedir. Bu atışmalar tuvalet duvarındaki yazılar üzerinden ilerler. Sonunda bir dergi için yazarlık teklifi alır fakat o bundan daha ziyade tuvalet duvarlarına yazmayı tercih eder. Yüz kırkıncı sayfada “Bu yalanlar ve doğrular kargaşasında, sizler yalnızca bildirmekle kalırken, ben anlatmak, anlaşmak istiyorum, anlatmaya anlaşmaya çabalıyorum.” demektedir kendisi. Vatandaş sanki dışarıdakilerin de dışındadır. O, neredeyse diğer tüm sanatçıları da karşısına almaktadır.
Bu yine de hiçbir şeyi değiştirmez. Nitekim böyle düşünüp hissetmek çoğu zaman dışarıdakilerin ortak özelliğidir. Kimisi tuvalet duvarına yazar, kimisi kâğıda… kimisi resim yapar, kimisiyse sanatla meşgul değildir bile.
An gelir dışarıdakiler içeriye Christina’nın eve baktığı gibi bakarlar. Belki sürünerek, perişan hâlde oraya gitmeye bile yeltenirler.
Bir de fark ederler ki bir deneme yazısında ardı ardına dizilen birkaç bağımsız karakter gibi şimdi yan yana bu kapının etrafında durmaktadırlar. Oluşan bu kalabalık o vakit dışarıdakileri pek şaşırtır. Hayretler içinde birbirlerine bakarlar.
Kim bilir belki kapıyı bile tıklatırlar:
Tak…tak…tak… İçeride kimse var mı?