Selim İleri aktarıyordu, Kemal Tahir’in sofrasında geçen bir edebiyat sohbetinden hatırasında kalanı…
Tarih romancılığımızın babası sayılabilecek Kemal Tahir, Türk Edebiyatında en çok Reşat Nuri Güntekin’in eserlerini beğendiğinden söz açtığı bir sıra, onun romanları arasında birisini hepsinden ayırır ve ¨Eski Hastalık¨ için güzel sözler söyler.
Çerkes asıllı Kemal Bey, rahmetli, bu romanı her okuyuşunda final sayfaları gelince göz yaşlarını tutamazmış.
Ben de tutamam; okuyun, deneyin, siz de tutmayacaksınız.
Türk Romancılığının efsane ismi Reşat Nuri Güntekin’in ESKİ HASTALIK başlıklı romanı 1938’de Kanaat Kitabevi tarafından basıldı, yayınlandı.
O günden beri, bilmem kaç baskı!
Türk Edebiyatının en ince ruhlu aşk hikâyelerinden birini sunan sağlam bir romandır; niye bu eseri sinemaya aktarmazlar diye hayıflanır dururum.
Elbette güçlü bir yönetmen ve sinematografik kurguyla beyaz perdeye yansımalıdır, yoksa dizilerde rezil rüsvâ edilenler gibi olmamalıdır.
Romanda, aşkı hafiflik ve bir tür zafiyet sayıp Batılı ve modernite düşünceleriyle beslenmiş fikir dünyasına yakıştıramayan ama hayatın getirdiği zaruretlerle bir evlilik yaşayan Züleyha isimli İstanbullu bir genç kadının hüzünlü hikâyesini okuruz.
Savaşlardan gazi dönmüş Ali Osman Albayın, o muharebe alanlarındayken kız kardeşine emanet bıraktığı tek kızı, anasız kalmış Züleyha, İstanbul’daki halasının köşkünde yaşayıp öyle böyle iyi bir eğitim alır ve bu vesile Batılı, feminist düşüncelerle tanışır.
Albay savaş dönüşü alildir, yaralıdır, yaşlıdır; kızını emanet edeceği birisini öteden beri düşünmektedir.
Hayalinde Züleyha’ya biçtiği kumaş, savaş sırasında emir subayı olan Yusuf Bey’dir. Bir ziyaret tasarlayarak Yusuf’un Mersin Taşucu’ndaki devasa çiftliğine giderler.
Orada anlaşılır ki, bir mesut hayatı kızına ve evladı gibi sevdiği Yusuf’a sunmak arzusundadır. Züleyha perde perde üstüne ölüm hazırlığı inen yaşlı babasını kıramaz; evliliğe evet der. Ama başında kavak yelleri esen liseli kızlar gibidir…
Züleyha’nın biraz da kerhen evlendiği kişi, bir çiftlik sahibidir ama Fransa’da tahsil görmüş, yakışıklı, bundan daha önemlisi ¨alnında şerefsiz¨ yazmayan ahlaklı bir erkektir; romancımız bize Yusuf adında dürüst bir roman kahramanını emanet eder böylece…
Züleyha evliyken, oradan çok sıkılıp bunalmış olduğu bir ara İstanbul’a gelir, genç bir erkekle Suadiye taraflarındaki bir çalgılı, caz bandlı davette tanışır, gece vakti onunla otomobil gezisine çıkar ve bu sefahati sırasında kaza yaparlar, hastaneye düşer.
Tüm Cağaloğlu matbuatına (gazetelere) da haber olur.
“Çukurovalı ünlü ziraatçının karısı bir genç erkekle…” diye!
Yusuf, her şeye rağmen ve yüreğine ateş gibi düşmüş aşkıyla İstanbul’a gelip karısını, hiçbir şey olmamış gibi alır, tedavisini yapar, geriye götürür. Bir deniz yolculuğu ile Mersin’e doğru kıyı kıyı, Reşat Nuri Bey onları bir vapurda seyir ettirirken, bizleri de yanlarına misafir eder, hepimizi roman sayfalarında dalgaların üstüne çıkarır…
O meşûm kaza olayından sonra, o gece ne yaşandıysa buna dair her şey bir sır perdesi ve sessizlik içinde Yusuf’la Züleyha arasında kalır.
Züleyha’nın bağlasan durmayan, arkasını dönüp gitmeye, fakat nereye olduğunu kendisinin de bilmediği, bir huzursuzluğa doğru kapı açan her daim “Burada fazla eylendik, haydi kalk gidelim” huyu onu rahat bırakmayacaktır.
Sonunda Yusuf, habire kendisine “Bitti, bitti, bu iş bitti” diyen karısını boşamaya, onu İstanbul’a geri göndermeye razı olur ve Adana Tren İstasyonu’nda Züleyha’yı teşyi (yolcu) ederken, aralarında şu konuşma geçer; biz romanda buna da şahit oluruz.
Trenin hareketinden az öncedir.
Züleyha, o uğursuz ve gizli bir leke gibi kocasının yüreğine saldığı endişenin kaynağı olan hadiseye ait olarak, “Yusuf Bey, ben sizi aldatmadım!” der…
Yusuf, aslında çok dargındır, “Size inanmak isterim, fakat bu hınzır hastalığa yakalananlar için şüphe dayanılmaz bir azaptır” diye cevap verir.
Tren hareket eder, Züleyha oturmakta olduğu kompartmanda bilmediği bir geleceğe doğru arkasında onu seven, sevmek ne kelime, âşık bir erkek bırakarak yoluna devam edecektir; o kadar kendinden emindir.
Şöyle yazıyor Reşat Nuri; tren, rayların arasında tıkırtılar, salıntılar, çelik sesleri çıkarırken, “Dışarıda yemek zili çalıyordu. Bu, Züleyha’ya üstünde birikip ağırlaşıyormuşa benzeyen karanlığı silkelemeye, kendisini hayatın ışıklarına doğru cesaretle yürümeye davet eden bir ses gibi geldi.”
Ve işte Züleyha’nın sonrasını bilemediğimiz hayatına ait son cümle ardından kopar gelir:
“Züleyha yerinden kalkarak lambasını açtı, çantasından çıkardığı aynada gözlerinin bozulmuş rimellerini uzun uzun düzelttikten sonra vagon-restorana yürüdü.”
Roman biter, biz bir daha Züleyha’dan hiç haber alamayız!
“Ah Züleyha, bunu niye yaptın!”, diyesiniz gelir; ama insandır, yapar.
Ben, ne vakit bu romanın, istasyondan uzaklaşan kara trene arkasından bakıp, şimendiferin oflaya puflaya, sanki yorgun argın yola çıkar gibi harekete geçerken saldığı buhar perdesi ardında, giden aşkı için ağlayan Yusuf’unu okusam, gözlerim yaşlanır da kendime bunu belli etmem…