Büyük romanların etkisi de büyük olur, arkalarından birçok benzeri yazılır; dikkat ediniz, taklidi demiyoruz. Büyük romanlardan ilham alınıp benzer yahut anıştıran tarzda başkalarının üretilmesini doğal karşılarız. Cervantes yazmasaydı, Quixotic – Don Kişotvâri roman sanatı olabilir miydi? Madam Bovary için yazarı G. Flaubert, roman kahramanına etek giymiş bir Don Kişot’tur demişti; hatırlayalım.
Sequential Novel diye Batı edebiyatında tekrarlanan, ardılı ve arkası getirilen eserler bir yana, bir güçlü romanın etkisinde kalarak benzeri bir şeyi denemek, yazmak, kendi coğrafyasına ve kültürüne, siyasi-toplumsal yaşantısına uydurmak bildik, alışageldik görünüyor.
Erken Cumhuriyet’in acılı kuşağı yazarlarından Hasan İzzettin Dinamo’nun bir romanını bu yönüyle ele almak gerekiyor: AÇLIK
Acılı Kuşak tabiri, Cumhuriyet gazetesinin bir vakitler gazete-fıkra yazarı, edebiyatçı, şair, başlı başına bir entelektüel insan olan rahmetli Mehmed Kemal’e aitti; onun bu başlıklı bir eserini de hatırlatırız.
Acılı Kuşak’ta 1940-50’ler ve sonrasının Solcu entelektüel Türk yazarları, aydınlarının nasıl acımasızca, bir tür kıyma makinasından geçirildiğine dair acıklı anlatılar bulunur; Nâzım Hikmet’ten Sabahattin Âli’ye kadar bir kuşak rahat yüzü görmemişti.
İşte bu acılı kuşağın üyelerinden birisi, Hasan İzzettin’dir.
1909’da doğar doğmaz başlayan acıklı hayat hikâyesi 1989’da sonlandı; TKP tutuklamaları, hapis ve sürgünler, işsizlik ve tabii açlıkla geçen bir ömür.
Ona, 1980 evvelinde, İstanbul’un Kadıköyü’nde bir grup Ülkü Ocaklı gencin “gomonist” diye saldırdığına, dayak atıldığına dair gazete haberlerini de hatırlarız. O vakitler yazarımız Dinamo, yetmiş yaşında, pinpon bir ihtiyardı; faşizmin saldırgan yüzünü de ne çabuk unutuyoruz.
Dinamo’nun Kutsal İsyan başlıklı Türk Kurtuluş Savaşını konu alan dev eseri, bir müstesnadır; ancak bugün kimse elini uzatıp bu beş ciltlik, binlerce sayfalık destan romanı okumaya kalkışmaz.
Herkesin elinde, varsa yoksa, “Aşk beni bırakmadan sen beni bırak” gibi başlıkları olan, sadece bu yüzden elli bin, yüz bin tiraj yapıp yazarını ve yayıncısının yüzünü güldüren güyâ romanlar geziniyor.
Dinamo’nun ilk kez 1980’de yayımlanmış Açlık romanı, okuru elli yıl evveline, 1928’e götürüyor. Gazi Atatürk, Dolmabahçe Sarayı’ndadır; İstanbul’un o vakitlerindeyiz. On sekiz yaşındaki roman kahramanı genç delikanlı, çantasına doldurduğu şiir taslakları, edebiyat defterleriyle, cebinde üç beş kuruşuyla İstanbul’a gelir; Sirkeci’de bir otele yerleşir.
Çıkıp geldiği yer Sivas Öğretmen Okulu’dur. Bu avârenin şiirleriyle meşhur olmak tek avuntusudur; her türlü sıkıntıya göğüs germeye hazırdır. Kısa sürede parası suyunu çeker; üç beş tanışın da yardımları biter ve sonunda Sultanahmet’te, Topkapı Parkında, Ayasofya tuvaletlerinde gece yatarak, gündüzleri ne bulursa onlarla idare edip, çeşmelerden bol bol su içerek açlık ve sefaletin içine gömülür.
Kısa sürede pişman olacak ve okuluna geri dönmek için bütün yolları deneyecektir. Dolmabahçe’deki Gazi’ye dahi yol parası için başvurur, nikâba verilen arzuhâl yaverlerin kapısından döner.
Açlık’ın esaretine girmiş bulunan genç roman kahramanımız artık zihni yarım yamalak çalıştığından doğru dürüst kararlar vermek bir yana dursun, hata üstüne hata yapar. Roman kısa sürede adına İstanbul denilen yeni burjuva semtinin kirli, çirkef ve aymaz dünyasıyla buluşur; zaten sosyalist kuşağa ait bir yazarın, eninde sonunda ucu sınıf keskinliğine ve mücadelesine değinecek bir kelimeyi İstanbul sosyetesinden geçirmemesi beklenemez.
Bu yönüyle söz, yerine ve hedefine ulaşır ama roman ideolojik bir tahayyülün eşiğinde kalır.
Ne ki, genç delikanlının erkekliği işe yarayacaktır; herkesin alınıp satılacak bir şeyi illa bulunuyor.
Sokaklarda tanıştığı Suna ve Seher adlı şiir meraklısı iki liseli kızla tutkulu aşkı azıcık işe yarar, kızların evden taşıdıkları birkaç kap yemekle karnını da doyurur. Sonunda kızların parasını ödediği bir otel odasında üçünün grup seks yapmasıyla okuru şaşırtır. Bu ne perhiz bu ne turşu, dememelidir; seks ve tutku, turşu kavanozunu çatlatır.
Oteli işleten kadın bu şehvetin peşine düşecek ve delikanlıyı pazarlayacaktır: Ardından genç öğretmen adayının Kazanova olarak Beyoğlu’ndaki mutsuz ama paralı, şımarık metres kadınlar, jigolo arayan evli kadınlar çevresinde ünü tırmanır.
Birçok yatak macerası geçiren aç kalmış roman kahramanımız, sadece adım attığı evlerde karnını doyurup sonra yine züğürt kalır; okura da bunca cinsel talep karşısında niye aç kaldığı, sürekli açlık içine itildiği sorusu geriye kalır.
Elbette ahlaka ait ve içe kapalı bir hesaplaşma içindeki roman kahramanımız durumunu kimselere anlatamıyor, sadece o ân için kendisine sunulanla idare edip sonrasını garanti altına alamıyordur. Birçok acıklı hikâyeyi yaşayan roman kahramanımız, muhtemelen yazarın ta kendisidir o, hatta bir gece Ayasofya tuvaletlerindeki bir kuytuda yatarken, helâda tecavüze uğrayan bir ufak çocuğun sesini bize duyurur; bizi sarsan sözler bunlar, çok içimizi acıtır, duyması dahi göz yaşı döktürür:
“Çocuk, durmadan şöyle yalvarıyordu: Çok acıyor abi, çok acıyor, çok acıyor…
Ortada bu yinelenen, hiçbir karşılık görmeyen sesin yanı sıra bir de hırslı solumalar işitiliyordu. Bu, her türlü insanca yalvarışa sırt çevirmiş hayvanca bir hırstı.” [s.134]
Okur, roman kahramanından bir yiğitlik bekliyor şimdi, yerinden kalksın, heybetli bir ayaklanmayla gitsin, o helanın kapısını tekmeleyip çocuğu oradan alsın, kurtarsın; fakat açlık pençesinde kalmış öğretmen adayı, suskundur. Bize de bu acıyı dinletir.
Aç kahramanımız Topkapı Surlarında bir Çingenenin de misafiri olur, orada bütün oymak üyesi erkeklerin sırayla tecavüz ettiği on dört yaşındaki Meryemo adlı bir kızdan bahseder. Tecavüzcüler, her türlü haltı yer ama iyilik perisi tutar, Sivas’a dönmek için para peşindeki bu delikanlıya yardım için soyguna çıkar; fakat enseleneceklerdir.
Böyle tuhaf olaylardan yakayı kurtaran yalınayak delikanlımız sonunda yine Beyoğlu’nun zengin kadınlarına baltayı asar.
Kazanova’nın gittiği yer Beyoğlu, az ilerisi Harbiye’dir.
Dikkat kesiliriz, Peyami Safa’nın dönem romanı Fatih-Harbiye’dir; o vakitlerin sosyal eleştirisi Levanten ve yeni burjuvazinin yerleştiği Pera’nın üst taraflarıdır. Bütün kötülükler sanki orada olur; orada hiç iyi bir şey bulunmaz; oraları Şeytan’ın memleketidir.
“Aşkın ya da sevişmenin bir bardak su içmek kadar kolay olduğu bu Beyoğlu bölgesinin şirin kadınları…” [s.190] romanın ilk acıklı bölümlerinden sonra eğlenceli kısmına dönüşür.
Ne ki, roman kahramanımız bu fırsatları değerlendiremez, kuru fasulye pilava talim ederek, seks işçiliğini, yatak arkadaşlığını tamam eyler. Hasılı, bütün bunlardan anlarız ki, Fatih, Sultanahmet, Beyazıt namuslu fakat öte taraf ahlaksızdır.
Sosyalist yazarımızın bu toplumsal ayrışmaya uygun düşünmesi de yadırganmamalı; sınıf kavgası da bu ayrışmaya göre verilmiyor muydu?
Sonunda yine bir burjuvadan yardım gelir öğretmenlik talebesine… Rıhtımda gümrükçülük yapan birisi onu bir armatörün Samsun’a gidecek gemisine koyar sevabına, cebine de üç beş para, biraz ekmek, katık; yollar Anadolu’ya…
Bizim halk – folk kültürümüzde âşığından yüz bulamayanlar küsüp, sazını sırtına vurdu mu, kendisini yollara atar; işte öyle…
Romanın yazım, yazılım ve baskı hatalarını halletmemiş bulunan Tekin Yayınları, kitabı 2007 yılında basmıştır. İnternet cahili birçok fikir sahibi de bu romanın Hasan İzzettin Bey tarafından 2007’de yayımlandığını söyler ya, siz aldırmayın; cehaletin neresine dokunsanız küftür.
Bizim üzerinde duracağımız bunlar değildi! Romanın girişinde birinci tekil şahıs olarak olayı nakleden roman kahramanımız, “Başıma Knut Hamsun’un ünlü AÇLIK romanındakilere benzer işler geldiğinde…” diye lafa girişiyor. Sonra, “Onun romanını başımdan geçenlerden ancak iki yıl sonra Türkçe çevirisinde okuyacaktım” [s.9] diye itirafını yapıyor.
Haklıdır, 1928’de bu roman ortada yoktur; Türkçede… Ama 1930’da da yoktur!
Sonradan Naziliği tutan Norveçli yazar Hamsun’un 1890’da yazdığı AÇLIK, bir klasik eser olarak, ancak Behçet Necatigil’in Fransızcasından çevirmesiyle Türkçeye 1950 sonrasında kazandırılmıştır. Bu durumda Hasan İzzettin rahmetli romanın yazarına yalan söyletiyor, fakat bunun önemi yok, nihayetinde romandır: 1930’da Türkçede olmayan gerçek Açlık romanı, Varlık Yayınları tarafından basıldığı tarihte, 1958’de Türk okuruyla buluştu.
Bu tarihleri verip Hasan İzzetin’in hatalı bir şey söylediğini arkasından ortaya koymak çabasında değiliz, ancak Türk Açlık romanıyla klasik Açlık arasındaki benzerliği, bir romandan başkasının esinlenmesi anlamıyla vurgulamak istemiştik.
Kaldı ki, yazarımız Dinamo’nun en az 7 dil konuştuğu, yazdığı, okuyup söylediği bilinir; kim bilir, Knut Hamsun’un eserini, gerçekten kendisine ait bir eseri yazdıktan iki yıl sonra mesela Rusça veya İtalyancadan yahut Almancasından okumuş olsun.
Roman kahramanımız İbsen’den, Çehov’dan, Dante’den bahsetmekte fakat 1920’de Nobel almış bir yazardan habersiz bulunmaktadır; olabilir, roman kahramanlarının böyle saftirik hâlleri de vardır…
Yeni kuşakların Acılı Kuşağı tanımak için okuması gereken romanlardan birisidir, Türkiye’ye ait AÇLIK romanı…
Sartre’ın “Bulantı” romanı, Brezilyalı kadın yazar Clarice Lispector‘un “G.H’nin Tutkusu” başlıklı eseri, Kafka’nın “Açlık Sanatçısı”, birçok film ve tiyatro eseri, bu konuya dair resmedilmiş pek çok tablo, vs., dikkate alınırsa, bütün bunlara ilham veren Hamsun’un AÇLIK’ını da sıraya koymalı; belki her ikisini ardı ardına yahut yan yana okumalıdır.
Türkçemizde Kafkaesque Absurdity –Kafka biçimi bir saçma anlatıma ihtiyaç bulunursa, bu karanlık tünelleri, pislik ve hela kokulu çürümüş koridorları olan edebiyatın, sosyalist realizme deniz feneri çakıp ümit vermeyi ihmal etmez görünen romanını unutmayınız, derim…