İranlı bir şair diyor ki: aşka uçma kanadın yanar.
Mevlana da diyor ki: aşka uçmazsan o kanat neye yarar
Yaşarken şaştığınız gerçekliklerden biri olur:
Kimselerin göründüğü gibi olmaması, yalanların metazori gerçeğin yerini doldurmaya çalışması ve insanların içselleştirmedikleri, katlanamadıkları yerde her şeye karşı deve kuşu ve üç maymun oluşları… Aslolan karşı durmaktır, direnmektir… Daha da uzatmak olası bunu…
Oysa hayatta her şeyle tanışmak belki tesadüftür, ama arkadaşlık, dostluk, sevgililik gibi seçimlerimizse kaderimizdir, tıpkı kimileyin coğrafyanın da kader olması gibi…
Ve inanın ki emek verdiğimiz, sahiplendiğimiz şeylerin toplamı da bizi biz yapar…
Sevgililer Günü dedikleri şey anımsattı bunları bana ve de yalnızca bu kadar da değil tabii ki anımsattıkları…
Her yılın 14 Şubat günü birçok ülkede kutlanan özel bir gün.
Kökeni, Roma Katolik Kilisesi’nin inanışına dayanan bugün, Valentine ismindeki din adamının adına ilan edilen bir bayram günü olarak çıkmış ortaya.
Bu nedenle bazı toplumlarda “Aziz Valentin Günü” (Alm: Valentinetag) olarak bilinir.
Valentine kelimesi, Batı medeniyetlerinde hoşlanılan kişi veya sevgili anlamlarında da kullanılır.
Bazı toplumlarda sevgililerin birbirine hediye aldığı, kart gönderdiği özel bir gün olarak devam etmektedir. Tahminlere göre 14 Şubat günü, tüm dünyada 1 milyarın üstünde kart gönderilmektedir. İnternetin hayatımızı, masalların sihirli fasulyesinden de hızlı biçimde yayınlaşıp sarmasından dolayı kartların yerini eposta iletilerinin aldığını unutmamalıyız…
Bunun yanı sıra hediye alımlarından kaynaklı piyasada satışlar da artmaktadır.
Şubat ayı ortasının aşk ile ilişkisi antik çağlara dayanmaktadır.
Antik Yunan takvimlerinde, Ocak ayı ortası ile Şubat ayı ortasının arasında kalan zaman Gamelyon ayı olarak adlandırılmış ve Zeus ile Hera’nın kutsal evliliğine adanmış.
Antik Roma’da 15 Şubat, bereket tanrısı Lupercus’un onuruna, Lupercalia günü olarak kutlanmaktaydı. Bu günde, Lupercus’un din adamları tanrıya keçi kurban ederdi. Sonra kafalarının üstüne koydukları bir parça keçi derisiyle Lupercus’u simgeleyerek, Roma sokaklarında koşturup karşılaştıkları herkese dokunurlardı. Genç kızlar gönüllü ileri atılır, bereket tanrısının dokunuşundan paylarını almaya çabalardı.
İnanışa göre bu dokunuş sayesinde doğurganlıkları kolaylaşacaktı.
Lupercalia bayramının arifesi olan 14 Şubat’ta genç erkeklerin genç kızların isimleri yazılı kura çekerek bayram boyunca ‘çift’ olma alışkanlığı da vardı.
469’da Papa bu gayri-Hıristiyan bayramını yasaklayarak sadece kura çekilişine izin verdi. Ancak artık kuralarda kızların değil azizlerin isimleri yazılıydı.
14 Şubat, 1800’lerde Amerikalı Esther Howland’ın ilk Sevgililer Günü kartını yollamasından bu yana çok sayıda insanın kutladığı toplumsal bir olay olmuştur.
1908 tarihli Katolik Ansiklopedisi’ndeki eski şehitler listesinde, 14 Şubat gününe kayıtlı, inancı yüzünden öldürülmüş üç tane Aziz Valentine geçmektedir.
Romantik aşk ile Valentine arasındaki bağlantı tarihi dokümanlarda hiç geçmemekte ve kimi tarihçilere göre de bu sadece bir efsanedir.
Valentine’nin onuruna kutlama günü, 14 Şubat 496 yılında Papa Gelasius tarafından ilan edilmiştir.
1969 yılında kilise takviminden Aziz Valentine gününü çıkarmıştır.
Zaman içinde ticari yönü çok fazla önem kazanmıştır.
Günümüzde sevgililer günü tüm dünyada ticaretin sihirli bir kazanç aracı hâline gelmiştir. Ama sevgililerin bunun çok ötesinde ve gerçek bir sevgi bağıyla birbirine bağlı oldukları müthiş bir duygu ve yaşam iksiridir de bana göre. Çünkü birbirini mutlu etme, anlama, sevme ve olduğu gibi görme maddiyatın, hediyelerin, çiçeklerin üstünde bir anlayıştır. Bu yüzden de sadece bir günle sınırlı olmadığını sevenler/sevgililer çok iyi bilir diye düşünüyorum.
Hayatın zorluklarına karşı dayanışmanın, acıların ve sevinçlerin sevilenle/sevenle paylaşılması, birbirini anlamanın, çoğaltmanın en güzel hediyelerden baskın olduğunun altını çizmeliyim.
Sevmek, yaşatmak, yaşamak, o leb demeden leblebiyi anlamaktır…
Biliyorum, onca olup biten katlanılmaz, dayanılmaz acılardan ve korona belasından sonra şair Gülten Akın’ın da dediği gibi, ah, kimselerin vakti yok/durup ince şeyleri anlamaya diye içimizden geçirebiliriz; amma… Yaşam kendi mecrasında akıp gidiyor ve biz de her şeye karşın iyi, doğru ve güzel şeyleri dert edinerek gelecek mutlu, huzurlu ve aşkla dolu günlere inanarak ve bunun için üstümüze düşeni de yaparak yaşamalıyız. Çünkü nerde insan varsa; orda güzel olan her şey için umut var demektir.
Hayatlarımızı iyi biçimde yaşamak isteriz. Bazen birileri açar Pandora’nın Kutusu’nu ve acı çekeriz ya da dünyadaki savaşlar, kötülükler, bencillikler gizlice çelme atar bize, düşeriz ve dünyanın karşı konulamaz yükleri yüzünden eziliriz.
İşte bu yüzden en büyük kalemiz, silahımız ve rehberimiz aklımızdır.
Aklımızı kullanmalıyız, başka iplere değil aklımızın ipine tutunmalıyız.
Desem ki… Zaman açık unutulan bir musluk ve biz ne kadar avuçlarsak avuçlayalım alabileceğimiz kadar değil de musluktan akan kadardır payımıza düşen ve çoğu da kalmayacak bize üstelik…
Desem ki… Aslında ben sizin karşınızdaki sizim, siz de karşımdaki ben’siniz…
Bizler nehirler gibi doğarız hayata ve zamanla yatağımızı derinleştirip akarız insanlık okyanusuna… Kimimiz taşkın, kimimiz şaşkın kimimiz derin, kimimiz durgun, kimimiz coşkun ve serin nehirler gibi… Akarız… Siz buna yaşamak deyin a dostlar…
Yaşamak dediğimiz de türlü türlü…
Ama en güzeli doğumla başlayıp ölümle noktalanan hayat yolunda karşılaşacağımız öteki yarımızı bulup onunla; iki nehrin buluşup birbirine karıştıktan sonra aynı yatakta akması gibi, yola devam etmektir. Duygularımızla, düşüncelerimizle, beklentilerimizle, devinimlerimizle, sevmelerimizle, kısacası bizi biz yapan her şeyimizle nehirler gibi hep bir akış ve aşk hâlindeyiz…
Kitapların, filmlerin aşklarını, hayatlarını yaşamak da ellerimizde…
Çünkü bunlara yansıyanlar hayatlarımızdan kotarılmış gerçeklerdir; kurgu olsalar da…
Aşk ile örülü hayatlar iyi ve doğru kitaplar, filmler gibidir bana göre.
Ferhat ile Şirin, Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı gibi hikâyeler aynı zamanda insani aşkın büyüklüğünü derinliğini de anlatır bize, ‘seversen kavuşursan vuslat olur seversen kavuşamazsan aşk olur…’ deyişine Âşık Veysel’in uygunlukları bir yana tabii.
Özellikle sanal mecralar üzerinden aşkın olup olmayacağının tartışıldığı günümüzde unutulmamalı ki sahici aşklar öyle kolay yakalanmıyor.
Bu mecralardaki aşkların, ilişkilerin, dostlukların vs, yüzcek olan hiçbir insani ilişki ve temas kadar büyük ve derin olabileceğini düşünmüyorum.
Çünkü bu dünyadaki öteki yarımızı bulduğumuzda (bir yatakta akan iki nehir gibi) hayat yolu hem çok güzel hem de hiç mi hiç vazgeçemeyeceğimiz kadar sarıp sarmalar bizi…
Kendimden biliyorum bunu. Gerçek aşkı yaşayan dostlarımdan, arkadaşlarımdan…
Aşkın süresi de elimizde üstelik kim ne derse desin bu konuda…
Yunus Emre, aşka varıca kanadı kim arar? demişse bir bildiği var/dı.
Bu yüzden aşka varana, aşkı için kanadından vazgeçebilene selam olsun…
Aşkı arayana/bulana da armağanım olsun şiirim:
neden
yağmurda yürüdüm seni düşündüm:
neden sen gidince
anasından ayrılan bir serçenin telaşı sarar beni
ve neden gördüğümde seni düşümde bile
tenim olur anasına kavuşan serçenin sevinci
neden sen gülünce
çiçeklenen bir erik ağacı olurum
ve neden yüzünü görmeyince
karda kalmış kavak gibi kururum
en derin gece sen gelince neden dönüşür güneşe
ve adın dilimde iki hece bildik bir bilmece
söyler misin neden senle büyüyen bir nehirim
ve sensiz kurumuş iki göl gibi bakar gözlerim
ah, özlemin içimi yakan ateştir bilir misin?
sana gel desem ateşi söndürmen için
bana gelir misin?
yalnızlık kuyusunda bir başka Yusuf’um
şimdi gözyaşlarım kum
seni düşündükçe huysuzum, uykusuzum
her zaman buldum da seni düş sandım
oysa yanımdaydın mecnunluğuma aldandım
gel de son an’ımda parmaklarınla gözlerimi yum
ve aşkım bil ki seni kendimle götürüyorum
bu dünyada kalacak olan bedenin
ruhun artık bende ikimiz için.