Y. Alp Kozanoğlu ve Ömer Çeşit’i MedyascopeTv’de gerçekleştirdikleri “Eksik Olan” başlıklı kültür sanat programlarından beri takip ediyordum. Bu isim hayatın yekpare katı bütünlüğünde yalnız sanatla açığa çıkabilen parçaları keşfetmek için çıkılan bir yolculuğu çağrıştırıyor.
Evet, Ömer ve Alp’in hazırladığı bu kitaba da tam olarak bir yolculuk diyebiliriz çünkü “Burada ve Şimdi: Hap Bilgiler Çağı Üzerine Düşünceler” adlı kitap pek çok muhteşem durağı olan bir yolculuk gibi kurgulanmış.
Burada ve Şimdi, Hikmet Akyüz’ün editörlüğünde Beyoğlu Kitabevi’nden yayımlandı. İşini titizlikle ve güzel bir şekilde yapan insanlarda görülen bir ortak özellik olarak söyleyebilirim ki sessiz sedasız sürdürüyorlar çalışmalarını. Alp ve Ömer’in birbirlerine sorular yönelterek, bazen kırılan, ayrılan, sapan yollara doğru ilerledikleri bazen de kesiştikleri bir patikada ilerliyoruz. Bu yolculuk boyunca bize Thomas Bernhard, Tolstoy, John Stuart Mill, Alain de Botton, Mark Twain gibi yazarlar eşlik ediyor.

Haziran 2023, 244 sayfa
Burada ve Şimdi, Hap Bilgiler Çağı Üzerine Düşünceler başlığıyla modern insanın bilgi tutkusundaki çıkmazı bir çıkış noktası belirleyerek kendi deyişleriyle “bilgi edinme arayışına organik bir katkı” sunmayı hedefliyorlar. Türkiye’de görmeye pek alışkın olmadığımız sakin bir tartışma üslubuyla hayatın anlamı, varoluşsal sorgulamalar, özgürlük yanılsamaları, şirketleşen insan ve din, inanç, efsaneler ekseninde sıra dışı bir düşünme pratiği geliştirmek için ideal konulara yer veriliyor. Ömer ve Alp’in üslubu ağır konulardan bahsederken bile sakin bir yaz akşamını tarif edercesine dingin ve ölçülü.
Bilgi için yapılan “hap” benzetmesini anlamlı buluyorum. Haplar anlık iyileşmeler haricinde devamlı bir rahatsızlığın belirtisidir. Haplar yapısı gereği küçük, etkili ancak vücudu kalıcı olarak sağlıklı kılmaya yaramayan, bırakıldığında eksikliği hissedilen medikal çözümlerdir. Bunu bilgiye uyarladığımızda hap bilgilerin bizi kültürel anlamda donanımlı kılmaması bir yana, genel dünya görüşümüzü beslemeye yetmeyen, ağızdan çıkarken doğru gibi görünseler de uzun vadede felsefi bir anlayışa entegre olmakta direnen birer yükten başka bir şey değildirler. Günümüzde bilginin içeriği ve biçimi öylesine belirgin bir mutasyona uğradı ki artık bildiklerimizden çok bilmediklerimizle övünebileceğimiz bir çağdayız.
Tartışma pratiğimizdeki ölçüsüzlük ve aslında doğru olmaktan ziyade haklı çıkmanın zorunluluğu toplumun dayattığı “başarılı olma” beklentisiyle örtüşüyor. Bu beklentiye fazlaca kulak astığımızda kitabın ilk konularından biri olan Max Frisch’in Sessizliği Yanıtı üzerine bir değerlendirmeye açılıyor kapılar. Sessizliğin Yanıtı kitabında karakter zirvede kendisine göz kırpan vakur bir yanıta ulaşma arzusundadır. En sonunda zirveye ulaştığında kocaman bir sessizlik onun tüm varlığını avuçları arasına alır, sıkıştırır ve yok edene kadar eritir.
Dağın zirvesindeki bu sessizliği Ömer ve Alp’in konuşmalarından oturduğum koltukta bile hissedebiliyordum. Nitekim sessizlik de büyük bir yanıttır. Yaşamın sıkıntıdan mürekkep biteviye bir yolculuk olduğuna dair en anlamlı cevaplardan biri belki de.
“Can sıkıntısından dünyaya geldiler ve can sıkıntısıyla lanetlendiler; ve yaşadıklarından habersiz, soru soran gözlerle sana dikilmiş olanları hayata çağıran sen, içlerinde en az bilgisi olansın.” (sf.26)
Aramızda bazı şanslı kişiler, örneğin toplumun beklentilerine tümüyle ters çevirebilecek cesareti kendinde bulabilmiş “huysuz” karakterler de vardır; Thomas Bernhard gibi… Birinci dünya savaşının tortusunu henüz hala üzerinden atamamış ve İkinci Dünya Savaşı görmüş bir Viyana’da hayatını sürdüren Bernhard, münzevi yaşamında en başta kendisi olmak üzere sanattan politikaya kadar hemen her konuda güçlü bir eleştiri sunmuş, romanlarını da bu hiçliğin kalın duvarlarıyla çevreleyerek kurmuştur.
Yaşadığı dönemde kitapları yasaklanan, bir halk düşmanı olarak görülen Bernhard’ın toplumu karşısına alabilen bu cesareti belki de bireyle arasına kabul edilebilir bir mesafe koymayı bilerek topluma daha yakın kalmayı hedeflemesiyle açıklanabilir. Bir insandan tiksinebilir, onun bencilliğine tahammül edemeyebiliriz. Tek tek bakıldığında gerçekten de insanların dayanılmaz zaafları, kurnazlıkları, bencillikleri ortaya çıkar. Ancak toplum söz konusu olduğunda burada daha gerçekçi veriler karşımızdadır. Eleştiriler, siyasi ve kültürel açmazları bir potada eriten toplum üzerinden yapılır. Bernhard bana göre bu huysuzluğu bir rol gibi bürünebiliyordu ve bunu yapabilecek cesareti vardı. Hatta, nasılsan öyle görünmen gerektiğini öğütleyen bir şarkı da vardır hepimizin bildiği, Bernhard eğer işe yaramıyorsa bir anlamda bu doğallığa da karşı gelir.
Dorian Gray’in Portresi romanında Lord Henry’nin şu alıntısını görürüz, “Doğal olmak da yapmacıklıktan başka bir şey değildir ve bana göre yapmacıklıkların en sinir bozucusudur.”
Doğal olmak, gerçekten doğal davranmak mümkün müdür? Hangimiz arzularımızı tümüyle dışa vurabilir, dışa vursak bile bunları çekince duymadan yaşayabiliriz? Toplumda barınabilmenin tek yolunun arzuları bastırmak olduğundan söz ediyor Ömer ve Alp. Bu da bizi doğrudan bir maske imgesine götürüyor, hem de bir tane değil, onlarca maske! Her mekâna bir maske…
Belki de bu klişeleşmiş “maske” meselesi gereklidir. Dostlarımızla, çevremizle kurduğumuz ilişkinin birer nişanesi olarak maskelerin her biri belirli bir personayı simgeliyorsa eğer, bunda kötü bir yan göremiyorum. Bastırılmış arzulardan bahsederken yalnızca cinsellik çağrışımlarına kapılmamalı, örneğin bencillik de bir arzudur. Tolstoy’un Diriliş romanına atıfla, bencilliğin normalliği üzerine duruluyor. Şöyle diyor Alp, “Sonuç olarak birçok şeyi birbirimize bu yaptığımız şeyin hiçbir bencilce yanı yokmuş ve tamamen karşı taraf için yapıyormuş gibi pazarlıyoruz, ama Nehlüdov penceresinden baktığımızda Tolstoy bunun aslında böyle olmadığını gösteriyor.” (s.70)
Dünyanın Neresindeyiz?
Burada ve Şimdi, “şirketleşen birey” kavramına karşı geliştirdiği bakış açısıyla da dikkat çekici noktalara değiniyor. Bu kavramla ilgili Alain de Botton’ın Statü adlı kitabından hareketle “‘Şirketleşen birey’, yani bireyin her türlü duygusunu bir verimlilik ve optimizasyon esasınca yönetir hale gelmesi, kendine bir yatırım gibi davranması, ilişkilerini bir yatırım gibi yorumlaması.” şeklinde özetliyor Alp. Bu belki de günümüzün en güncel meselelerinden biri. İçine hapsolduğumuz network ağı tavırlarımızdan düşünme tarzımıza kadar her şeyi belirliyor.
“İnsanlar statik hayatlar yaşamadığı gibi, statik kararlar da vermiyor. Her durum ve her duygu insanın içinde barınabiliyor. Bu da insanın dinamik farklılığını ortaya çıkarıyor. Statü ise hep başkasının gözüne dayanan kısıtlayıcı bir kavram ve bu haliyle insanın kendisinden başka biri tarafından sınırları çizilip sabitlenmiş. Çünkü öteki, bizi bir kere gördüğü şekilde yaftalıyor ve sonra biz o yaftadan kurtulmaya çalışıyoruz. Veya bu yanlış yaftalama işimize geliyor ve bunu sürdürüyoruz.” (s.110)
Eğer doğru yerde, doğru zamanda, doğru kişiyle birlikte değilsen ve bu karşılaşmayı finansal olarak destekleyecek güçten yoksunsan, ürettiklerinin neredeyse hiçbir değeri olmadığı sonucuna varılıyor. Hatta ölümünden yıllar sonra keşfedilen, değeri anlaşılan sanatçıların paylaştığı üzücü kader bile başlı başına bir şans! Sanatçı, yani üreten kişi hassas bir ruh haliyle ürettiği sanat eserini agresif pazarla buluşturduğunda büyük hayal kırıklığı yaşıyor. “Her şey bunun için miydi?” diye bile düşünebiliyor. Bir şeyin iyi ve kötü olduğunu belirleyen otoritelerin zarafetten yoksun estetik değerleri karşısında narsistik ve kibirli bir kimliğe bürünmek zorunda kalabiliyor sanatçı. Narsistik eğilimlere karşı bakış açım son yıllarda belki de bunları düşünmekten dolayı biraz değişti. Alp’in dediği gibi, “(…) kişinin başkasında kendini kaybetmesi, kendinden vazgeçmesi, kendini başkasına bırakabilmesi, narsistik performans öznesi olmaktan kurtulabilmesi, bunu yaparken de karşı tarafta kendini tekrar var edebilmesi… Bu müthiş bir şey ve müthiş bir oksimoron. Yok olurken tekrar var olmak.” (s.127)
Narsisim bizim için bir çıkmaz değil, çıkış yolu gibi artık. Giderek çareyi kendimizde ve kendimizle ilgili olanda bu kadar çok aramaya başlamamızın çok fazla nedeni var. Siyasi anlamda hiçbir şekilde seçimlerimizin somut karşılığını alamadığımız, büyük bir savaşın göz göre göre devam ettiği, çocuk canların hiç sayıldığı, büsbütün karanlık bir dünyanın içinde, “doğru yerde olsak ne çıkar, doğru zamanda yaşasak ne çıkar?” diye düşünüyorum bazen. Öte yandan biliyorum ki bizi dilsiz ve kör kılacak şey bu umutsuzluktur. Süregelen vahşete karşı direnerek ve açıkça savaşın tek çözümünün barış olduğunu haykırarak yaşamalı insan.
Burada ve Şimdi: Hap Bilgi Çağı Üzerine Düşünceler kitabı sıklıkla başvurulabilecek detaylı bir kaynak. Bu yazıyı huzursuzlar, sorgulayanlar, gerçeği arayanlar, isyan edenler için kitaptan bir alıntı ile bitirmek istiyorum.
“Aslında eksik olan buradalıktır.” Hans Ulrich Gumbrech.