Melih Cevdet Anday’ın romanını yeniden okumak, kronikleşmiş roman kıtlığında, sıtmaya ilaç olan kinin gibi geldi…
Öyle bir roman okuyordum ki; roman kahramanı
Raziye kitabın son sayfasından firar edip gitti ama hayali kaldı geriye…

Türkçede bir deyiş vardır, biraz cinsiyetçi gelebilir kimisine ama farkında olmaksızın hemen hepimiz, değişik durumlarda kullanırız:
Adam gibi adam, deriz mesela yahut adama benzer diye vurgularız…
Ben, bu kez, bu deyişi Türk yayımcılığında -raflarda bolluğu, Türk Edebiyatında ise eksikliği hatta yokluğu çekilen romanlar üzerine düşünüp Melih Cevdet Anday‘ın ilk basımı 1975 yılında yapılmış “Raziye” başlıklı eseri için kullanmak istiyorum; hak ediyor…
Zira roman gibi roman, adam gibi romandır: Raziye…
İlk baskısı, o vakitler Dr. Turhan Bozkurt‘un yönetimindeki Altın Kitaplar Yayınevi tarafından titizlikle yapılmıştı. Ardından başka başka yayınevlerinde birkaç baskı daha yaptı; ancak asıl büyük sükseyi, Memet Fuat‘ın Adam Yayınları’ndan çıkıp 1990 yılında tekrar okura ulaştığında, o zaman edindi.
Zira Adam Yayınları, ben kitabı tekrar, şimdi, yıllar sonra bir kez daha okuduğumda, salt bir yerde matbaa hatasıyla karşılaşmamın dışında hiç göremediğimce bir düzgünlük, titizlik ve özen içinde basmış, arkasında durmuş, rahmetli Melih Cevdet Bey zaten yeterince tanınıyor olmasına karşın romanı tanıtmak çabası göstermişti; adam gibi iş yapmıştı!

Melih Cevdet Anday
Everest Yayınları, 2022
292 sayfa
“Raziye”, ardı ardına sanıyorum, o dönemde, üç baskı yapmıştır. Şimdi kitabevlerinde bulunabilen son baskısı ise Everest Yayınları’na aittir. Kapak tasarımı merakımızı demleyen bir şeydir, lakin düşünmeden de edemeyiz: “Bu Raziye diye anlatılan kız herhalde çehre züğürdü, acûze bir şey olmalıdır ki kapakta yüzünü görmemizi istememiş olmalılar!” düşüncesini okurun aklına salıverir. Çıplaklığı bir etiketin arkasında saklanmış, sadece mevzûn bacakları görülen ve sol kolu ise hafifçe havaya kaldırılmış bir kadın hayali karşımızdadır. Raziye bu olmalıdır!
Raziye’nin filmi de çekildi. Türk Sinemasının değerli yönetmeni, şimdi hayatta olmayan Yusuf Kurçenli 1990’da filme almıştı romanı…
Romana “Sevdalanmaya gidiyormuşum meğer…” diye başlayınca, artık Melih Cevdet ustamızın kalemi ucuna yapışır kalırsınız; o size, sizi hiç sıkmadan 292 sayfalık romanı bir solukta okutuverir.
İstanbul’da siyasete karışıp, muhtemelen solcu bir üniversiteli genç olan roman kahramanımız, başına dert açacak işler alınca polisten saklanmak üzere dayısının güney sahillerinde, ıssız bir yerdeki köy evine gider. Dayı üvey dayıdır, ama dayıdır işte; ona sığınır. Dayı kentlidir aslında, Avrupa görmüştür, seracılık yapmakla köylüye yol yordam göstermek idealizmiyle, işte buradadır.
O, Yakup Kadri Karaosmanoğlu‘nun ünü dağı tepeyi tutmuş Yaban adlı romanındaki İstanbullu paşa çocuğu Ahmet Celal’dir bir bakıma…
Dayı bey aksi, geçimsiz, azıcık tüyü bozuk, ona buna hır çıkaran bir insandır, çabuk parlar, hemen yatışır; ama köylü onu pek sever.

Oyuncular: Kamran Usluer, Oğuz Tunç, Yasemin Öymen
1990, 75 dakika
Bir yandan da çekinirler… Dayı beyin Spartan bir ruhu vardır, gençlere yapılacak en büyük iyiliğin onları aşktan korumak olduğunu söyler durur. (s.122) Köyde bir sosyal mühendis olmaya da kalkışır, Platonculuğu tutar bazı bazı ve onlar adına ütopik köy-kent tasarıları da kurar:
¨Bir uygarlık merkezi doğacak buracıkta. Fabrikanın çevresinde okullar, konser salonu, tiyatro, sergi evi, halk bunları bekliyor… Aklın egemenliği var, gücü ile yaşamı yükseltecek. Sabahları beş köy birden İsveç jimnastiği ile başlayacak işe, öğle paydosundan sonra yarım saat Mozart, yarım saat folklorik müzik. Öğleden sonra bir saat araştırmalar merkezinde teorik ve pratik bilim toplantısı…¨ (s.123)
Üniversiteli yeğen ise o bunları anlatırken başka âlemdedir: Dayısının evinde kadınlık çağına gelmiş güzeller güzeli evlatlığını ilk gördüğü anda ona vurulur, bunu o an nereden bilsin, ağır ağır damıtarak sonra anlayacaktır.
Kızın adı Vedia‘dır, eski dilde Tanrı emaneti diye adlanan isim.
Vahşi bir güzelliği vardır kızın…
Dayısının gözünde manevi kızı, J. J. Rousseau’nun Le Sauvage Noble ~ Vahşi Soylu kavramında, o kıvamdadır.
Dayısı onun soylu bir aileden alındığını söyler ikide bir; sanki soylu Çerkes Atı alınmış gibi…
Daha ilk tanıştırma ânında dayı Vedia’ya çıkışır, odasında kendi başına kapanıp hasır sepet ördüğüne kızmaktadır. Hasır sepeti soylular değil de, gezici Çingeneler ördüğü için midir bu kızgınlığı; anlaşılamaz.
Kızı en soylusundan yetiştirmek, bozkırda açmış gül gibi sulamak ister. Ona Beethoven’in 5.Senfonisi’ni dinletir, kitap okutur, Yunan ve Roma Edebiyatını aktarır. Kıza duyduğu bir gizli aşkı da hissederiz üvey babasından; belli belirsiz bir merak kırbacı yazarın elindedir ve okurunu bununla satır satır kovalar… Vedia kendisine gösterilen Batılı tarz eğitime karşın, tanımadığımız o sır dolu soyunda olan tavırları mı sergiler, nedir; önceleri bilinmez!
Ona gösterilen ihtimama, özen ve dikkate karşın bir başarısızlığın gölgesi Vedia’nın yanında sürekli gezinir. Üvey baba ve evlatlık kızı arasındaki ilişki, hınzır bir okurun başka türlüsünü beklemesi dışında, tamamen bir tür Doolittle Sendromu gibidir.
George Bernard Shaw‘ın My Fair Lady müzikalindeki, zengin ve entelektüel merakları olan snop profesör Henry Higgins’in kaldırımda bulduğu bir kıza talim terbiye vererek ondan bir sosyete gülü çıkartmak istemesini bize anımsatır.
Elizabet Doolittle adlı kızın başarı ve başarısızlığını anlatan bu ilişkiyi, Doolittle Sendromu diye adlandırmıyor muyuz!
Kıbrıslı antik dönem heykeltraşı Pygmalion‘un taştan yontup adını da Galatea koyduğu ve sonra yavaş yavaş âşığı olmaya başladığı mükemmel bir kadını bu romanda bize anıştıran Vedia, işte benzer bir yoldadır sanki… Dayının ellerinde hârika bir kadın olmaya başlayacak mıdır?
Dayı ona âdeta âşıktır; yeğeni de sevdalanacaktır, abayı yakar… Gel gelelim Vedia için bunlar bir hiçtir, onun aklı sanki başka yerdedir: Yalınayak dağlarda yürür, denize anadan üryan cıbıl girip saatler boyu delice yüzer, akşam sofrasında şaraba bana mısın demez, basit ve yalın konuşur. Öylesine sözcükler sıralar ki onunla konuşmanın neredeyse yolu da yoktur:
-Bu ne?, diye sorulduysa,
-Hangisi ne?, der…
–Canım, işte bu!
-Bilmem…
-Nasıl bilmezsin…
-Bilmem işte…
-Peki burada ne arıyor?
-Arasa ne olacak, arasııın…
-Ama, burada senin odanda…
-Ne, benim odamda mı?
-Evet senin odanda, hasır sepet örmüşsün…
-Ördümse ne çıkar!… tarzında, adamı orta yerinden çat diye karpuz gibi çatlatacak konuşmalardır bunlar. Ama bu konuşmaları, Vedia’ya yaptırmakla, Melih Cevdet ustamız ustaca bir yol seçmiştir. Biz bu konuşmaları okurken, hem o kızı burnundan tutup seni gidi cimcime haylaz diye sevmek isteriz, hem öte yandan onun hakkındaki merak ateşimiz hararetle artış gösterir; kimdir bu kız, nereden gelmiştir, dayının evinde ne arar?
Seracılığı, domuz avcılığını köylüye öğretmek idealizminde direnen dayının başı bir yandan da köyde Ermiş Yusuf adıyla tanınan yarı deli, divâne bir adamla beladadır. Ermiş Yusuf zaman zaman uçtuğunu söylemekte, köylü de buna inanmaktadır.
Külden başka bir şey yemeyen, o yüzden zafiyet geçirmiş gibi ipincecik kalmış Yusuf’un uçmadığına köylüyü inandırırsa, belki sera işine, domuz eti meselesine de bir çözüm bulacağını düşünen, gelip gelip işleri buraya dayanmış dayı bey Ermiş’le kozlarını paylaşmak ister. Uçtuğunu herkesin önünde kanıtlasın diye iddiaya kalkışır, o uçarsa her şeyi bırakıp kızıyla bu köyden gitmeye yemin eder. Bu gerilim içinde dayının bir gözü köydeki olan bitenlerdeyse, ötekisi dağlarda dolaşan Çingene obalarındadır. Bir yere mi gidiyor, yeğenine “Vedia sana emanet, göz kulak ol, sakın dağlara çıkmasın, orada Çingeneler var, kaçırırlar!” diye sıkı sıkı tembih eder; o tembihledikçe biz okurların Vedia’yı bu denli korumasına bir anlam veremeyiz, merakımız da iyice artar. Koskoca kızı Çingeneler nasıl kaçırsın, niye kaçırsın diye anlam veremeyiz baştan…
Çingenelerin bu dağlardan kovalanması gerektiğini de köylüye anlatır durur, onların göçebe olması yüzünden uygarlaşamadığını söyler ve sürekli dikkati dağlardadır. Bu yanıyla, İtalyan yazarı Dino Buzzati‘nin Kuzey’den bir gün gelecek olduklarına inanılmış barbar kavimlerin korkusuyla sınır ucunda kale bekleyen askerlerin romanı, Tatar Çölü‘nü bana hissettirmiştir.

Vedia’nın serbestisi akıllara durgunluk verir, İstanbullu yeğen delikanlının da aklını başından alır. Melih Cevdet, Yunan Mitolojisindeki Daphne‘yi romanına taşımıştır; kendisini elde edeceği sırada defne ağacına dönüşerek iffetini Tanrı Apollo‘nun elinden kurtaran Daphne…
Bir farkla ki Vedia kaçmaz, cinsel ilişkiye hazır bir kızdır, ayrıca belli ki, satır aralarında yazarın serpiştirdiğince, o dilerse yakışıklı bir balıkçıyla yatar kalkar, belki Ermiş Yusuf’la da beraber olmuştur; bunları bilmemiz gerekmez, sadece hissederiz.
Vedia, dayısının titizlenmesine karşın, bu serbestliğiyle yeğeninin koynuna girer, defalarca beraber olurlar. Melih Cevdet, Türk edebiyatında erotizmi en dengeli biçimiyle aktaran yazarların, bence, başında gelir; okurken buna dikkat kesildim. Erotizmi ne aşırıya ve kabalığa gider, ne gizli kalır, ne eksik.
Bütün çabalara karşın köydeki işler diledikleri gibi gitmez, birtakım aksiliklerin peşinde dolaşan dayı Vedia’yı yeğenine emanet edip evden ayrılır; o gidince, Vedia anında üniversitelinin koynuna giriverir.
Dayı bu emanet edişlerinde, asma merdiveni kaldırmadan uyumamalarını tembihleyecektir…
“Asma merdiven” mi, evet, ev bir asma merdivenle girilip çıkılan evdir; tıpkı Ortaçağ kalelerine hendek üstündeki asma köprüden girilir gibi her akşam kapılar kapanır, merdiven kaldırılır. Dayı bey bir sığınak yaratmıştır kendisine. İşte bu geceleri kaldırılan merdiven dahil her türden korunağa karşın, Raziye bir gün ona gaipten sesler gelmiş gibi buradan kaçacak, Sirenlerin sesine dayanamayan denizcilerin kendisini suya atması misali, geldiği yere, dağlardaki Çingene obasına gidecektir.
Raziye, Vedia’nın gerçek adıdır…
Raziye, dayının Çingene obasından satın alıp evlatlık edindiği güzel kızdır.
Raziye, bana, Yahudi Kabalası’nda yer alan ve Tevrat’a girmiş Raziel‘i anımsatıyor. Raziel sırların kadını anlamındadır, sır küpüdür; o Tanrı’nın Sır Meleği olmuş ve Adem ile Havva’nın sırlarını dahi paylaşmıştır.
Zaten, Havva’nın sonradan Raziel olduğu da iddia edilir.
Raziye, romandaki erkekleri öyle ya da böyle baştan çıkartan Jezebel midir yoksa!
İsimlerin kökleri üzerine bir iddiam yoktur elbette, ama apaçıktır ki Raziye ismi İslam Kültürüne Musevîlikten geçmiş olmalıdır.
Öyle değilse bile işte ben yakıştırıyorum şimdi: Melih Cevdet’in Raziyesi bir sır küpüdür ve sonunda öğreniriz kim olduğunu…
Çingeneliğini örtmek için hem kendisine hem herkese yalan söyleyen dayı, onu ne yapsa evcilleştiremeyecek, başarısız kalacaktır.
Rahmetli Melih Bey böyle düşünmüş müydü, bilmesi olanaksız ama ben şimdi, Raziye’nin bu kadir kıymet bilmez ama insan doğasında kendiliğinden bulunan güyâ ihanetini bir yerden hatırlıyorum.
Dokuz yüzyıl evvel yaşamış İranlı ozan Şirazlı Sâdi‘nin Gülistan adlı klasik yapıtında, Çingenelerden alınıp kısır bir Sultan’a evlatlık verilen bir çocuğun, günün birinde, bir savaş ânında babasını, yani Sultan’ı öldürmeye kalkışması mes’eline gönderme yapabiliriz. Çocuk savaş arbedesinde babasını arkasından hançerleyip tahta oturmak istemiştir.
Edebiyat dili güçlü bir yazardan roman okumak ırmakta yıkanmaya benziyor.
Sözcükler avucunuzdan kayıp giden su gibidir…
Salt şu satırları hele bir okuyunuz: “O sırada ay, bir zeytin dalının ucuna takılmıştı. Uykusu kaçmış bir horoz bağırdı, yanı başımızda. Gece bir çocuğun düşündüğü gibi, evlerin çevresinde dolaşıyordu.”
Romanın son sayfasına gelip kitabı bir hüzünle kapattıktan sonra, sık sık geri dönüp orasından burasından tekrar tekrar, parça parça okudum; belli ki doyamamışım…
Az zaman geçsin, ben Raziye’yi yine özlerim; dur sen, tekrar ve yine hayaline dokunuruz.