Bugün neredeyse altını kalın çizerek belirttiğimiz iki türlü (sesli ve sessiz dediğimiz zihinsel) okumadan söz edebiliyoruz. Ama sessiz, yani zihinsel okuma çok eskiden zordu, hatta olanaksızdı demek asla bir abartı olmaz. İki büyük aşılamayan sebep yüzünden: İlki, eski dönem parşömenlerde metinleri oluşturan sözcüklerin birbirine eklemlenmiş olmaları, ikincisi ise okumamızı da yazmamızı da kolaylaştıran noktalama işaretlerinin daha bulunmamış olması…
Parşömenlerin oluşturulması da okunması da bir beceriyi gerektirdiği gibi, birden fazla kişinin olmasını zorunlu hâle getiriyordu. Bu sebeplerden dolayı sessiz, yani zihinsel okuma olanaksız bir işti. Ayrıca sessiz okuma, yalnızlığı, sessizliği de gerekli hâle getiriyordu. Bu yeni değer, gerçekten de kendi içine kapanmak için adeta zorunluydu.
Noktalama işaretlerinin sessiz okumaya olan etkisini ve katkısını daha iyi kavramak için, noktalama işaretlerinin geçmişten günümüze gelişimine kısaca bir göz atmakta yarar var sanırım. Sessiz (zihinsel okuma da dediğimiz) okuma, geçmişten günümüze doğru kitabın tek elle tutulup diğer elle de sayfalarını rahatça çevirebildiğimiz biçime evrilmesinin bir sonucu olduğu kadar; yine geçmişten günümüze yazılanların daha iyi anlaşılması ve rahatça okunabilmesi için çeşitli etkenler ve bu alanda çaba gösteren kişiler yüzünden geliştirilerek, maalesef bugün hem yazanların hem okurların (pek çoğunun) tam olarak yazılarda nerelerde, niçin, nasıl kullanması gerektiğini bilemeseler de, hakkında bilgi sahibi oldukları noktalama işaretlerinin de bir sonucudur…
Yunan uygarlığının etkisindeki Mısır’ın İskenderiye kentinde bulunan ünlü kütüphanenin başında Aristofanes (MÖ 446-MÖ 386 yılları arasında yaşamış bir komedya yazarı.) vardı. Yüz binlerce parşömen tomarını okumak, hem zor hem de çok zaman alan bir işti. Yunanlılar, daima kelimeleri bitişik biçimde hiçbir noktalama işareti, büyük ve küçük harf kullanmadan yazardı. Hangi kelimenin ve cümlenin nerede başlayıp bittiğini anlamak bu konuda uzmanlaşmış okuyucunun işiydi. Bu yüzden tomarları kopyalamak kadar, tomarlardakileri okumak da pek çok açıdan sorundu. (bu konuya yazının akışı içinde tekrar döneceğim.) Seçilmişlerin kendi görüşlerini kabul ettirmek için tartıştığı Yunan ve Roma demokrasilerinde hitabete, yazılı dilden daha çok önem veriliyordu. Kitle önünde iyi konuşmak içinse yazılı belgeleri önceden okuyup ezberlemek gerekiyordu. Bu yüzden de bir metni bir kere okuyup anlayana rastlanmamıştı. Çünkü bir metni ilk kez eline alan birinin onu şaşırmadan ve anlamlı şekilde yüksek sesle okuması olanaksızdı. İşte Aristofanes okuyuculara, sonu gelmez biçimde birbiri ardına sıralanmış harfleri orta nokta(·), alt nokta(.) ve üst nokta(·) işaretleriyle ayırmalarını öneriyordu. Her biri farklı uzunlukta duraksamalara işaret ediyordu. Bu herkesi ikna etmemişti. Antik dünyada imparatorluk kurma konusunda Romalılar, Yunanlıları geçtiğinde Aristofanes’in noktalarını bıraktılar. Romalı hatip Cicero, cümle sonunun konuşmacının nefes almak için duraklaması ya da işaret yoluyla değil, konuşma ritminin getirdiği sınırlama ile belli olduğuna inanıyordu. Romalılar, kelimeleri birbirinden ayırmak için orta noktaları kullanıyor olsalar da 2. yüzyıldan itibaren bu uygulamaya son verilmişlerdi. Kitlelere konuşmak büyük önem taşıyor ve metinler yüksek sesle okunuyordu.
Aristofanes’in girişiminin bildiğimiz noktalama işaretlerine dönüşmesini sağlayan bir gelişme olmuştu. Roma İmparatorluğu 4. ve 5. yüzyıllarda çöküşe girdiğinde Roma’nın paganları yeni bir din olarak Hıristiyanlığa karşı zorlu mücadele veriyordu. Paganlıkta geleneklerle kültür ağızdan ağza aktarılırken, ilahileri ve Tanrının sözlerini daha iyi yayabilmek için Hıristiyanlık yazıyı tercih ediyordu. Kitap bu yüzden de Hıristiyan kimliğin ayrılmaz bir parçası hâline geldi. Bu kitaplar çoğunlukla altın yaldızlarla ve süslü harflerle donatılmış, paragraf işaretleriyle bölümlere ayrılmıştı. Hıristiyanlık, Avrupa’da yayıldıkça yazı ve noktalama işaretlerini daha da benimsedi. 6. yüzyılda Hıristiyan yazarlar, asıl anlamlarını korumak için eserlerini okuyucuya sunmadan önce, kendileri noktalama işaretlerini kullandı. 7. yüzyılda Sevilleli Isidore adlı başpiskopos ve aziz, durma sürelerine işaret etmek üzere Aristofanes’in noktalarını yeniden düzenledi. Isidore, ayrıca noktalama işaretleriyle anlam arasında da doğrudan bağ kurmuştu. Demek ki günümüzdeki noktalama işaretlerinin hem gelişmesinde hem de yaygınlaşmasında Hıristiyanların önemli bir katkısı var.
Daha sonra İrlandalı ve İskoç rahipler aşina olmadıkları Latince kelimeleri ayırt edebilmek için kelimeler arasında boşluk kullanmaya başladı. 8. yüzyılda yeni bir ülke olarak Almanya ortaya çıkınca, Kral Şarlman, Rahip Alcuin’e standart bir alfabe yaratma görevi vermese, bildiğimiz küçük harfler ortaya çıkmayacaktı demeyeceğim belki daha sonraları başka bir ülke kralı, yazarı vs. tarafından bulunacaktı. Yazının geliştiği bu dönemde noktalama işaretleri de onun ayrılmaz bir parçası hâline geldi. Bugün kullandığımız nokta, virgül, noktalı virgül, soru işareti gibi birçok noktalama işaretinin kökeni işte bu döneme dayanır. Ünlem işareti ise 15. yüzyılda, taksim ve tire işaretleriyle birlikte Rönesans döneminde kullanıma girdi. Matbaanın mucidi Johannes Gutenberg 1455’te 42 satırlı İncil’i bastığında noktalama işaretleri sabit hâle gelmişti. 15. yüzyıl sonunda bugün kullandığımız işaretler bir daha değişmemek üzere son şeklini aldı.
Özetle diyebiliriz ki kitabın ve noktalama işaretlerinin gelişimi sessiz okumayı da vazgeçilmez yaptı.
Eskiden okuma ve çoğaltma işlemi nasıldı?
Okuma işlemi, çok eskiden o dönemin metinlerinde sözcükler birbirinden ayrı yazılmadığı ve noktalama işaretleri bulunmadığı için hemen her zaman yüksek sesle (sesli okuma) yapılırdı. Bu da demek oluyor ki okuma ediminin yalnızlığı, sessiz okuma diye bir biçimi akla bile getirmiyordu. Antikçağın sonlarında papirüs tomarlarının terk edilip codex (bir dizi kâğıt, parşömen ya da papirüs gibi yazılabilir materyallerin bir araya getirilmesiyle oluşturulan kitap) denilen ve sayfalarını bugün hâlâ çevirdiğimiz (eskiden parşömenden olan) kitabın benimsenmesiyle birlikte kolaylaşmıştı. Bu icadın önemli psikolojik sonuçları oldu. Notlar almak gereği doğduğunda başvurulan okutman köleyi gereksiz hâle getirdi. Metni bir elle incelerken bir yandan da öteki elle yazmak artık mümkündü. Karolenjler (Karolenj Hanedanı, kökenleri 7. yüzyıl’a Arnulfing ve Pippinid klanlarına dayanan Charles Martel tarafından kurulan bir Frank hanedanıdır.) döneminde gerçekten de yaygınlaşmış görünür sessiz okuma. Yeni tür kitaplar, pek çok kimseye ihtiyaç duyulan eski kitapların yerini aldıkça, farklı olarak sessiz okuma olanağını da tetikledi. Böylece metinle insanın kendisi arasındaki içsel söyleşisini mümkün kıldı. Codex, bu etkili aracılık dışında bir metni kopyalamak ya da bir seferde birçok örneği karşılaştırmak için de büyük kolaylık sunmaktadır.
Yine de bir kâtibin işi son derece zordu. Aynı salonda birçok kâtip bir arada olduklarında bile daha iyi yoğunlaşabilmek için mecburen susmaları gerekiyordu. Kitap ya da kopyalanacak tomar bir sıranın üzerinde dururdu. Kâtip, ortası yarılmış bir kamış ya da daha çok -Karolenjler döneminde- bir kuştüyü aracılığıyla kâh dizlerinin kâh bir tablo veya masanın üzerinde yazardı. Daha önceden, bir kazı kalemiyle satırları, sütun ve marjları belirleyecek dikey çizgileri çekmek zorundaydı. Gerçek kâtibe, daha başka yalnız işçileri de eklemeliyiz: düzeltmenler, başlıkçılar, ressamlar, tezhipçiler ve ciltçiler. Corbie’de, 8. yüzyılın sonunda Karolenj minüsküller icat edilip ardından da yaygınlaştığında son derece okunaklı olan karakter (bugün kullandığımız Romen karakteri) Merovenj işlek yazı gibi bir çırpıda yazılmak yerine bir hat sanatının konusu oldu. Bu gelişme, kâtibin emeğini iyice zahmetli kıldı, bu konuda yazılanlara bakılırsa. Kâtiplerin gözleri bozulur. Kamburlaşırlar. Göğüsleri ve döşleri içine çöker. Börekleri iflas eder. Tepeden tırnağa bedenleri ağrır. Dolayısıyla da kopyalama işlemi, sahici bir çilecilik biçimi; tutkuları sağaltmak, gözlerin dikkati ve bu dikkatin parmaklardan beklediği gerilimle hayal gücünü gemlemek için de gerekli bir ilâçtı. Örneğin, bir Kutsal Kitap’ı tek başına kopya etmek için bir yıllık bir uğraş gerekiyordu. Karolenj kâtipler sayesinde böylece sekiz bini aşkın elyazmasına sahip olduğumuzu belirtir kaynaklar. Bilinen antik yazarların hemen tamamı bu elyazmalarında yer almış.
Kimi zaman yanlış, kimi zaman da uygunsuz ve açık saçık buldukları bir metni kopya ettiklerinde, bu kâtiplerin kafalarından ve hayallerinden neler geçerdi türünden sorulara verilecek yanıt, öncelikle hiçbir zaman seçmeciliğe ve sansüre başvurmadıkları olur. Kâtipler, kopyaladıkları metinlere sadıktı. Ama içlerinden pek azı bize izlenimlerini bırakmıştır. Bunlara bakılırsa, bazı kâtiplerin seçmecilik yapmadığı hâlde, kendince sansür uygulayıp bazı açık saçık içerikleri yazmadıkları yönünde oldukları da bir gerçek… Büyük ve ezici bir çoğunlukla kâtipler kopyaladıkları metinlere hiçbir müdahalede bulunmadılar.
Kitaplar bu sebeplerden dolayı son derece pahalıya mal oluyordu. Hayvan başına 4 yaprak hesabıyla, Cicero ya da Seneca’yı kopya etmek için bütün bir koyun sürüsü gerekiyormuş, okuduğumuza göre. Ciltleme ve kapak sayfalarının süslenmesi, çoğu kez façetasız değerli taşların kakıldığı ve kutsal emanet muhafızları imalatçılarının işi olan gerçek bir kuyumculuk çabası gerektiriyordu. Özetle, güzelliğe, albenililiğe tapınmak böylece yüksek ortaçağdaki bir yazın adamının özel hayatındaki saygın muhatabı olan kitabın düpedüz kutsanmasına yol açıyordu. Keşişler açısından bu durum daha da iyi anlaşılabilmeliydi. Çünkü bayağı ya da seçkin zevkler onlara yasaklanmış olduğundan, geriye güzel dizelere duydukları hayranlıktan başkası kalmıyordu. Böyle bir kâtibin ve genel olarak da yazarın yalnızlığı, güzelliğin araştırılmasına ve söylenemez olan şeylerin eşiğindeki biçem başarısının verdiği yoğun doyuma varıyordu.
Avrupa’daki okuryazarlık nasıl gelişti?
Batı toplumlarının yazı kültürüne geçişi Philippe Ariès tarafından modern çağın başlıca yeniliklerinden biri olarak ele alınmıştır. Okuma ve yazmadaki ilerleme, -okuma ve yazmanın büyük bir çoğunluk tarafından öğrenilmesi- basılı ya da elyazması, üretilmiş yahut ortaya çıkartılmış metinlerin daha yoğun biçimde dolaşıma girmesi, okuyucuyla kitabı arasında baş başa ve gizli bir ilişkiyi getiren sessiz okumanın yaygınlaşması gibi olgular, Ariès’e göre; kolektif hayatın ve özel alanın kültürel jestleri arasındaki sınırı yepyeni bir şekilde çizen belirleyici ve de bir o kadar da vazgeçilmez dönüşümlerdir…
Tek başına ya da başkası için yüksek sesle okuma, çok kişiyle okuma, iş için veya topluluk içinde keyif için okumalar, sessiz ve mahremiyet içinde okuma devrimiyle yok olmayan uygulamalardır. Demek ki bu alanda da farklı uygulamaların birbirine karıştığını kabul etmek ve ilk modernitenin özelleşme sürecinin karakteristiğini teşkil eden yeni kültürel davranış ve hareket modellerinin bu çeşitliliği çerçevesinde uygulamaya konduğunu gözden kaçırmamak gerekir.
Özellikle 6. ve 8. Yüzyıl Avrupası’ndan yazıyla tanışıklık artmakla birlikte, insanlar arasında yazmak eşit bir biçimde yayılmadı. Bu dönem Avrupası’nda kızlar için asıl olan okuyabilmekti, yazabilmek, yani yazmak değildi. Bu yüzden de kadınlar okuyabiliyordu ama yazamıyorlardı. Yazıya erişime dair kesin olan bu fark, modern çağın üç yüzyılına şekil veren özelleşme sürecinde kuşkusuz güçlü kopmalar yaratmıştır. Ancak okuma ve yazmayı bilmek aynı zamanda da diğer insanlarla ve güç odaklarıyla farklı ilişki türlerine de olanak tanır. İşte bu olanaktan en azından tümüyle yararlanmalarının önü kesilsin diye kadınlardan yazabilmek esirgenmiştir, belki de. Okuryazarlığın yaygınlaşması yepyeni sosyalleşme şekilleri oluştururken bir yandan da yazıya yaslanan modern devletlerin kuruluşlarını, onların yasaları vazetme ve toplumu bir tür mühendislikle düzenleme biçimlerini de hem desteklemiş hem de kolaylaştırmıştır. Öyleyse yazıyla haşır neşirliğin derecesi, bireyi topluluğa sıkı sıkıya bağlayan geleneksel varoluş şekillerinden kurtulma derecesine bağlıdır demek hiç de yanlış olmaz. Bu açıdan İsveç ve Danimarka’nın diğer Avrupa ülkelerinden kadın okuryazarlığı açısından önde olmaları geleneklerden erken kurtulmuş, kopmuş olmalarının bir sonucudur demek yerinde olur.
17. yüzyıl sonunda Pietizm (erken modern dönemde Avrupa’da kiliseye, otoriteye farklı tavırlarla biçimlenen bir akımdır. Devlet kiliseleri ile yolunu tümüyle ayırmamıştır.) tarafından başlatılan “İkinci Reform”la Kitabı Mukaddes, 15. yüzyılda Almanya’da sadece ruhbanların, din adamı adaylarının, kilise kütüphanelerinin kitabıyken, 18. Yüzyılda basıldı. Düşük bir fiyata çok sayıda üretildi. Böylece herkese ait bir kitap hâline getirildi. Almanya’daki okuryazarlığın gelişimi belki de Pietizm’e bağlıdır. Bizde matbaanın dinsel kitaplar da yayımlamış olmasına karşın okuryazarlık gelişimine dikkati çekecek düzeyde etkili olmaması geleneksel yaşamdan ve yaptırımlardan kopamamışlığın, kopamayışın bir sonucu demek hiç de yanlış değil, maalesef.
Batılı insanın kendisi ve başkalarıyla ilişkileri hakkındaki düşüncelerini değiştiren en önemli olgulardan biri okuryazarlığın gelişimi ve okumanın yaygınlaşmasıdır kuşkusuz. Avrupa’nın neredeyse tamamında karşı çıkılan ve şehir senatolarında da tartışılan Gutenberg’in icadı sayesinde okuryazarlık daha da gelişmiş. Gutenberg’in icadıyla ilgili şüphelerini dile getirenler yazıcılar; bunlardan çıkarı olan tacirler, yazarlar değil sadece. Kiliseler ve Hıristiyanlık da matbaaya karşıdır. Gerçi bu icat kıymetli eserleri yaygınlaştırıyor ve koruyor, bilgileri isteyenlere kolayca, hızlıca yetiştiriyor ama bilgi üretimi ve bilgilerin yorumlanması üzerinde tek yetki ve söz sahibi olmak isteyen âlimlerin, kilise adamlarının ve laiklerin okuma-yazma becerilerinin başkaları tarafından çoğaltılarak paylaşılması, basılı malzemelerin çoğalması işlerine gelmemiş. Bu yüzden de çekişmeli, sancılı, kanlı zamanlar olmuş. Yani hiçbir yenilik eskiden öyle günümüzdeki gibi kendini kolayca kabul ettirememiş.
Okur açısından kendine ait bir (sessiz) okuma neden önemli?
17. yüzyılın bilimsel devrimiyle birlikte kafa emeğine konulan sınır ve yasaklar kaldırılır kaldırılmasına ama bu alan yine de dine, yasaya ve düzene dokunmadan işleri yürütebilecek kısıtlı bir azınlığa tevdi edilir. Matbaa ile yeni bir beceri türü gelişir ve yaygınlaşır: Sessiz(zihinsel) okuma. Bireye okuduğu metni alçak ya da yüksek sesle dillendirmeden okuma fırsatı verir bu okuma türü. Bu okuma türü, okuyucuya kolektif bir mekânda, -örneğin bir kütüphane veya başkalarının da bulunduğu odada- okuduğunda karşılaştığı toplumsal denetimden bağımsız kılar. Bu okuma türü, okunan şeyin okuyan tarafından doğrudan özümsenir. Sadece gözle gerçekleştirilen bu okuma, daha ortaçağ ile birlikte, aşama aşama bütün okuma mekânlarını işgal etmeye başlamış. Başlangıçta manastır görevlilerine özgü olan bu pratik, 12. yüzyıl ortalarından itibaren üniversitelerin alışkanlıklarını değiştirmiş ve iki asır sonra da laik aristokratlara mal olmuş. 15. yüzyılda sessiz okuma kanıksanmış bir okuma türü hâline gelmiş. İyi uygulayabilenler için bu okuma benzersiz ufuklar açar. Matbaanın icadı (baskı adedinin az olduğu zamanlarda bile) çok sayıda örneğin çoğaltılmasını (baskının pahalı olduğu dönemde bile) metinlerin okuyuculara eşit biçimde dağıtılmasını elle çoğaltmadan çok daha ucuza çıkarttığı için gerçek bir ‘devrim’ oldu. İçine kapanma, çevreden soyutlanma, kısacası halkın kendisini uzun süre dışında hissedeceği bir özel tavırlar bütünü gerektiren sessiz, yani zihinsel okuma, kimi zaman bilinçli olarak hayali muhataplarla söyleşmek anlamına da gelebilir. Bu okur açısından müthiş bir durumdur. Sırf bu açıdan bakıldığında bile kişisel bir sonuç olarak okur açısından kendine ait bir okuma oldukça önemlidir. Ve üstelik de bu çok özel bir durumdur.
Kitapların yaygınlaşması ve çeşitlilik kazanması ister istemez, kısa bir süreliğine de olsa sözü Arjantinli yazar Jorge Luis Borges’e bırakmamı zorunlu kıldı. Çünkü ona göre, ‘insanın türlü araçları arasında en şaşırtıcı olanı, hiç kuşkusuz kitaptır. Mikroskop ile teleskop, görme yetimizin uzantısıdır; telefon, (günümüzdeki türevleri ki italik kısımlar üstadın sözlerine eklediklerimdir.) sesimizin uzantısıdır, saban ile kılıç insan kolunun uzantısıdır. Kitap ise bambaşka bir şeydir: İnsan belleği ile düş gücünün uzantısıdır. (…) Bundan dolayı geliştirici, aydınlatıcı, ilerletici nitelikteki okuma türü, kitap okurluğudur.’ Bu yüzden de toplumların gelişmişliği, özgürleşmesi ve haklarına sahip çıkabilmeleri yazıyla ne kadar erken tanışıp buluşmaları ve yazıyı kullanmalarıyla orantılı bir sonuçtur demek asla abartı olmayacağı gibi yanlış da olmaz. Bu yüzden de bizimle aynı dünyada yaşayan çocuk ve gençlerin, dünyanın ve insanın sorunlarıyla baş etme, değiştirme, dönüştürme yanında çare üretme cesaretlerine katkı sağlayacak nitelikli ve özgün kitapların geleceğimiz olan çocuklarımızı hayata hazırlamanın temel ve vazgeçilmez araçları olduğunu unutmamalıyız hiç. Seçimimizi yaparken de bunu göz ardı etmemeliyiz. Çünkü maalesef her albenili kitap kapağının altında nitelikli içerikler çıkmıyor karşımıza. Ne yazık ki her nitelikli içeriğe sahip çocuk kitapları da okuruyla buluşamıyor, türlü engeller ve sebepler yüzünden…
19. yüzyılın yarısında kitap pahalı. Restorasyon’da yeni bir kitap satın almak bir tarım işçisinin aylığının üçte birine mal olur. Uzun süre kitapçı ağında görülen düşük yoğunluk bu biçimde açıklanıyor. Francoise Parenk Lardeur sayesinde, Restorasyon dönemi Paris’inde “okuma odaları”nın(cabinet de lecture) oynadığı hatırı sayılır rolü artık yeterince biliyoruz, çünkü epeyi bir bilgi belge içeren kitaplar sayesinde… Bu okuma dükkânları perakende veya abonman usulüyle ödünç kitaplar verirmiş. Kıra çıkan okuyucu aynı anda 20 ile 100 cilt kitap ödünç alabilirmiş. Bu dükkânların müdavimi olan Parislilerin sayısı o dönemde kırk binmiş; çoğunluğu yeni burjuvaziden ve bu kiralama sistemi hoşuna giden küçük burjuvazidenmiş. Ama rantiyenin ve öğrencinin yanı sıra bu dükkânlarda egemen sınıflarla temas hâlinde yaşayan çok sayıda bireye de rastlamak olasıymış: Oda hizmetçileri, kapıcılar, tezgâhtarlar gibi. Saind-Germain Bulvarı hizmetçileri efendileri için ödünç aldıkları kitapları okurmuş. Temple semtinde işçilerin hiç gitmediği bu dükkânların müşterilerinin çoğunluğunu terziler, işçiler, zanaatkârlar oluşturuyormuş, okuduklarımdan öğrendiğime göre. Tabii ki taşralarda da “okuma odaları” var, ama bu sistem oralarda başkentte olduğundan daha geç gelişmiş. Buralardan da daha çok dul kadınlar ucuz, zamanlarını geçirip konuşma-sohbet bahanesi yapacakları romanlar kiralarmış. Ücra köylerde yaşayanlar da mektup veya özel ulaklarla kitap siparişi verirmiş.
Bütün bunlardan da anlaşılıyor ki kitap değerli bir üründür, Borges’in alıntısından da anladığımız gibi. Büyük bir sevinçle karşılanan beklenmedik bir armağan olduğu kadar, ön kapağından arka kapağına dek içinde taşıdığı bilgiler, yaşamlar adeta bilinmedik dünyalara, diyarlara açılan sihirli bir kapı da aynı zamanda. Walter Scott veya Victor Hugo’nun kitapları ellerine geçtiğinde büyük sevinç duymaları yadsınacak bir şey değil aslında. Büyük gezgin kitapçılar, -bu tür kırsal yerlerde çalışırmış- önceki mütevazı seyyar satıcılardan devraldıkları bu gönüllü nöbeti-görevi istekle, sevinçle yaparmış. 1860’lardan itibaren etkili bir dağıtım sistemi bu gönüllü, istekli kitapçıları işlerinden etmiş. Bu sürede kamusal kitaplıklar hâlâ bir derin uykudadır. Yine de dağıtım sisteminde değişime, tavırlarındaki evrim eşlik eder. Ev içinde sesli okuma sürse de tıpkı dikteyle yazma alışkanlığı geriler.
Sessiz (zihinden) okuma yazmayı da etkilemiş midir?
Hiç kuşkusuz ve tereddütsüz ki yanıtım ‘evet’tir. Ama bu arada unutulmamalıdır ki kendimiz için yazmak başka bir şey kendimizden daha yüksek seviyede olup olmadığını bilmediğimiz ve adına da genel olarak ‘okur’ dediğimiz kişiler için yazmak bambaşka bir şey… Bunun için öncelikle özgün bir üslup sahibi olmak ve öncelikle de yazım kurallarını bilmek, yazmak eyleminin olmaza olmazı bilgiyle donanımlı olmak gerekir.