Merhaba Sevgili Meseleciler,
Gün geçmiyor ki kötü bir haberle uyanmayalım. Sevinçlerimizin üzerini kara toprakla örter olduk son zamanlarda. Dünyanın her yerinden kötü haberler duyuyoruz. Kötüye mi odaklandık ne? Korkarım öyleyse…
Yaptığımız her şeyin bir sonucu oluyor, yapmadıklarımızın da öyle. Düşünmeden hareket etmemeliyiz bu yüzden. Bir de hissetmeden… Bu bizim sorumluluğumuz olmalı. Bilinçlenmeliyiz. Hep aklımıza değil, yüreğimize de sormalıyız. Ben öyle yapıyorum. Rastgele, gelişine yaşamıyorum. Bütün adımlarımı planlıyorum. Önünü, sonunu, her anını düşünüyor ve öyle hareket ediyorum. Aşırıya kaçtığımda hareketlerimi de kısıtladığım çok oluyor, farkındayım. Bu da benim sınavım. Bu konuda kendimle epeyce mücadele ediyorum.
Böyle zamanlarda Halil Cibran’ın muhteşem bir sözünü getiriyorum aklıma. “Ve tanrı ‘düşmanını sev’ dedi, ben de ona itaat ettim ve kendimi sevdim.” diyor Cibran. Sevmek, ihtiyacımız olan tek şeydir diyorum ben. Çoğu zaman haklı buluyorum kendimi ancak niteliği ve niceliği de önemlidir. Seviyesi ayarlanamamış bir sevgi başımızı belaya sokabilir. Sevmek konusunda ve aslında diğer her konuda insanın en büyük düşmanı ne yazık ki yine kendisidir. Ne tuhaf değil mi? Hem bireysel olarak kendi kendimizi sabote ettiğimiz anları düşünün hem de toplumsal olarak birbirimize verdiğimiz zararları… Bana hak vereceksiniz sanıyorum.
Birçok bilgenin “Kendini sev! Çevrendekileri sev!” gibi laflar ederken sınırları aşmamaktan da bahsettiklerini duyarız. Fakat insanın işine geldiği gibi davranma eğiliminden ötürü olsa gerek, hiçbir öğreti işimize tam olarak yaramaz. Çünkü iyi de olsa kötü de olsa, çirkin ya da güzel, doğru veya yanlış, her ne olursa olsun sunduklarımızın mutlaka bir karşılığı olmaktadır hayatta. Bildiğiniz üzere kuvvet, harekete sebep olduğu gibi dirençle de karşılaşabilir ve böylesi durumlarda felaketler de yaşanabilir. En azından taraflardan biri için… O yüzden düşünebilen ancak genelde düşünmeden hareket eden bir varlık olarak insanın sevgiden başka şeylere de ihtiyaç duyduğunu kabul edebilirim. Bu konuda konuşacak çok şey bulabiliriz, tartışabiliriz ama amacım bu değil. Ben, bu sabahki yürüyüşüme eşlik eden şarkılardan yola çıkarak sempatiden söz etmek istiyorum. Yunanca kökenli bu kelime, syn “birlikte” ve pathos “hissetmek” kelimelerinden oluşur ve kavram olarak ne kadar da derindir. Görüldüğü üzere birliktelikten bahsediliyor, tek başınalıktan değil. Zaten insan olmak da bunu gerektirmiyor mu? Bütün sorunlarımızı, bunu başaramadığımız için yaşamıyor muyuz sizce de? Birlikte hissedemediğimiz için birlikte olamıyoruzdur belki de. Şeytan bile zebanileriyle ve ona inananlarla birlikte yaşarken cehenneminde, biz dünyamızda bunu neden yapamıyoruz ve dünyayı cehenneme çeviriyoruz anlamıyorum. Bu konuda çok doluyum ancak lafı çok fazla uzatmayacağım. Süre konusunda sizlere verilmiş bir sözüm var. Hatırlarsanız bir şarkı boyu dökecektim içimi ve yine aştım süremi erken bir fikir geldi aklıma. Gelin bu konuda bir düzenleme yapalım birlikte. Şimdi düşündüm de “Bir Şarkı Boyu” olan köşemin adı “İki Şarkı Arası” olsun mu, ne dersiniz?
Konuya sevmekle başlamıştım ama ucu geldi sevgisizliğe dayandı. Benim de boğazımı sıkan bir el var bu konuda ve hiç susasım yok. Belli ki uzatacağım, mesele önemli. O yüzden yazıya burada bir es verip iki şarkı seçerek devam etmek istiyorum.
İlk olarak Rare Bird’ün 1969’lardan beri severek dinlediğimiz “Sympathy” şarkısını dinleyelim istiyorum. Bu kavramın hayatımıza dahline çok çok ihtiyacımız var… Şöyle ruhumuz rüzgârlansın bir güzel. Sonra ikinci şarkımız için hazırlanalım ufaktan. O da “Blues” severlere gelsin. Sevmiyorum diyen pek çıkmaz ya çıktı diyelim; onlar da arkada durmasın, katılsın aramıza. Chris Bell ‘den yüzde yüz Blues “Elevator To Heaven” ı dinlediğinizde umuyorum ki ruhunuzun dansına kesinlikle bedeniniz eşlik edecektir. Benimkisi etti bu sabah… Rastgele müzik dinlediğim bir esnada usulca kulağıma fısıldamıştı ezgisi. Asla dans edemeyeceğim bir yerdeydim ama bir anlığına durdum, gözlerimi yumdum ve ruhumu özgür bıraktım. Rüzgârın, martıların, yaprakların sesine kapıldığım bir kış sabahında, yaşadığım şehrin eşsiz güzellikteki sahilinde yürümek ve müzik dinlemek iyi hissettirdi bana, tüm yaşananlara rağmen. Kadının, çocuğun ve hayvanların güvende olmadığı şu zamanlarda, çok sevdiğim bu şehirde yapabildiklerim için şükrettim. Sonra bunu yapamayanları düşündüm. “Onlar için neler yapmalıyım?” dedim kendi kendime. Sevmek yetmiyordu belli ki…
Çünkü sevmek tehlikeli bir hal almıştı artık, etrafta saçma sapan olaylar yaşanıyordu. Duyuyorduk, okuyorduk, izliyorduk… Ne kadar enteresan! Nasıl da yanlış anlaşılıyordu sevmek. Daha da kötüsü, doğrusunu da anlatamıyorduk artık. Kimseye laf edilemez olmuştu. “Ne yapıyorsun kardeşim; günahtır, ayıptır, yasaktır!” desen, “Sana ne!” diyen yoktu. Onun yerine direk canından oluyorsun. “Sevmek sahip olmak değildir.!” diye bağırası geliyor insanın ama duyurabilir mi sesini bilemiyorum. Kadınlar da hayvanlar da sahip olunabilecek meta değiller. Yahu, o kadar çok seviyorum dedikten sonra, insan sevdiğine neden zulüm yapar ki? Bunu nasıl düşünebilir? “Sevgili” işte, adı üstünde. Belli ki sevmişsin. Neden zarar veriyorsun o zaman? Bir erkek, sırf beni sevmiyor, istemiyor diye bir kadını nasıl olur da hayattan koparabilir? Ya da çok daha saçma bir yerden bakalım. Bir kadını çok güzel olduğu için seçen/seven o erkek, gün gelir, kadının elinden o güzelliğini neden alır? (Almak ister?) Ne hakla? Hele çocukları bu faciaya dahil eden erkek zihniyetine ne demeli? Bu iş kadın-erkek meselesini aştı artık. Çok oldu bence. Sevgisizlik, çağın hastalığı resmen. Çünkü insan, her şeyi tükettiği yetmemiş gibi insanlığını tüketmeye doymuyor. Evet, kendini böyle böyle yok ediyor insan. Ve hayvanları… Doğayı talan ettiği gibi evcil hayvanların günahına girme eğilimine ne demeli? Şaşırdık mı, delirdik mi? Çok sevdiğimiz için annesinin emzirmesine dahi izin vermeden çekip aldığımız bir yavruyu, “etrafı kirletiyor”, “gürültü yapıyor” gibi saçma sebepler yaratıp sokağa atmak ve sonrasında açlıktan ölmedilerse sevgisizlikten yok olmalarına şahitlik etmek de neyin nesi? Neler oluyor bize, ne hale geldik böyle? Son bir soruyla sormayı bırakmak istiyorum çünkü öfkem kabarıyor. Şimdi ne yapmalıyız? Belli ki insan kalamadık, yeniden insan olabilmemiz mümkün mü?