Bir şefkat(sizlik) hikayesi izledim yeni. SAR adlı bu dans tiyatrosunda yine Mihran Tomasyan’ın parmağı vardı. Resmi PR’cısı olsan ancak bu kadar yazardın dedi bir arkadaş. Çoraklaşan şu ortamda, ticari kaygıyı elinin tersiyle itip, bir derdi olup, üstelik bunu güzel anlatan işler görünce mal bulmuşa dönüyorsam ne yapayım? İçime işleyen, kalbime dokunan şeyleri paylaşıp yaymak istiyorum.
Mekanı gözümüzün önünde yaratarak işe başladı Tomasyan; sahneyi kaplayan koca koca kağıtları serip birbirine yapıştırdı, o sırada giydiği bulutlu, şimşekli çorapları da çok sevimliydi hani! Çizgili bir harita metod defteri yaratıp üzerine kargacık burgacık Bu Bir Dağ Hikayesi yazdıktan sonra anlatmaya başladı.
SAR – trailer from ciplak ayaklar kumpanyasi on Vimeo.
Dağ gözümüzün önünde oluştu, kaostan düzene geçildi. Tekinsiz bir ışık ve rüzgar sesiyle yükselen dağ daha ne kaoslar yaratacak, tekrar hangi düzenler tesis edilecek diye nefes almadan izledim. Bu öyle bildiğimiz dağlardan değildi belli ki; seni severse görünen, sevmezse kendini gizleyen bir dağdı. Ona sığınanı saklayandı saklamasına ama zaman zaman da bu anlam yükü sanki maddi bir yüke dönüşüyordu. Kerli ferli bir Atlas lazımdı onu taşımaya, ezer geçerdi esintisi bile. Ancak kadim ezgileri yüreğinde hisseden taşıyabilirdi bu yükü. Atlas da olsan bir Zeus bulunuyordu her yerde ayağına çelme takacak. Yüküne ihanet mi etmeliydi şimdi, koca dağdı bu nereye saklansındı? Hangi ezgiler kolaylaştıracaktı bu zor görevi? Lime lime mi etmek lazımdı şimdi bütün hikayeyi? Hani ev olmuştu, yuva kurmuştuk, hayat kurmuştuk onun üzerinden? Nereye gidecekti bütün bu hikayeler? Hikayelerimiz bizi boğar mıydı sahi? Daracık alanlarda nefessiz kalır mıydık sırf bir hikayeyi anlattığımız için? Bu kadar mı şefkatsiz bir dünya yapmıştık? Kendimize layık gördüğümüz gelecek bu muydu yalnızca? Bir daha bu dağda çiçekler açmaz, kelebekler uçmaz mıydı?
Bütün bu soruları soran, cevaplar arayan yapımda performansı bütünlüklü kılan ve dansçıya eşlik eden müzik atmosferin yaratılmasında vazgeçilmez bir eşlikçiydi, onsuz olmazdı. Tıpkı dağın kendini bir yere gizlemesi mümkün olmadığı gibi müzik de yeniden ve yeniden yaratıyordu hem hikayeleri hem de performansı. Elektronik müziğin imlediği kaostan hüzünlü ağıtlara, oradan düğün bayram şenliklerine geçişen evrensel bir hikayenin oluşturulmasında el vermişti sahneye. Yerel ve evrenselin aynı satırda okunduğu insanın içine işleyen bir seyir çıkmıştı sonunda ortaya.
Duygu yüklü bir hikayeyi izledikten hemen sonra yazınca ister istemez o duygu yükünün etkisi üzerimdeyken bir de soru geldi eklendi; “dağ dediğin inilir çıkılır, insanın üstüne yıkılır mı hiç?” Diline kulak vermeyi bıraktığımızdan beri doğanın, tepelerin, kayaların, kelebeklerin dediklerini bilmiyoruz. Anlamlandırma çabasında doğanın kendisinden uzaklaşırken onu mülk edinmeye çalışıyoruz. Yetmezmiş gibi bizim anlamımızın başka bütün anlamların fevkinde olduğu vehmine kapılıyoruz. Durmuyoruz, kafası kesik tavuklar gibi koşturuyoruz. Tarih denen hikayenin esiri olup yeni hikayeler yazacak cesareti, feraseti bulamıyoruz.
Belki kadim bilgeliklerle birlikte bazı yapıtları yeniden okumanın vakti gelmiştir. Dağlarla, doğayla konuşan, bütünün parçası olduğunu vakıf şairlere, ozanlara dönmenin vaktidir. Kendi adıma Bejan’la Ursula’ya selam verdim, hiç de pişman olmadım. Siz kime selam verirdiniz bu performansın ardından?
- Konsept ve Uygulama: Mihran Tomasyan – Saro Usta
- Işık Tasarım: Cem Yılmazer
- Işık Uygulama: İrem Avcı, Yasin Gültepe
- Ses Uygulama: Berkant ‘Doktor’ Kılıçkap
- Proje Asistanı: İrem Avcı
- Teknik Destek: Serhat Utku İnan, Muhtar Pattabanoğlu
- Foto: Engin İriz