Bir zamanlar ben de şiir ve şiir üstüne yazılar yazardım.
Şiirlerimin tümünü beğenmezdim. Yalnız kimi şiirlerimden de mutlu olurdum. Yani, iyi ki yazmışım dediğim şiirlerim var ve şiir/şair/ler üstüne de arada yazıyorum eski sıklıkta olmasa da. Bu şiirden kopamadığımdan belki de, bil(e)miyorum.
Neyse, konudan sapmayayım.
Gerçek şairler, acı çekmek korkağı değiller. Söylediklerinin bedelini öderler. Bedel ödemekten de çekinmezler.
Şöyle bir insanlık tarihine baktığımızda görürüz ki yazanların içinde en çok şairler zor koşullarda muhalifliklerini sürdürmüşlerdir. Onlar gerçek birer söz ustası ve söz büyücüsü olduklarından dolayı İslamiyet’in ilk zamanlarında lanetlenmişlerdir. Acı çekmişlerdir. Bugün o dönemde yaşananların en azından o kadar yoğun olmadığını görüyoruz. Bunun mantığını ve gerekçesini anlamak kolay. Koşulların değişmiş olmasından ya da o dönemin şairleri gibi şairlerin artık günümüzde şiirine insanı ve sorunlarını koyamamasındandır diyebiliriz. En çok muhalif, müdahil ve mücadeleci gazeteciler, yazarlar ve aydınlar acı çekiyor ve tutuklanıyor demek de bir abartı olmasa gerek.
Ben de bu toptancı yaklaşımın yeterli ve nesnel olmadığını en az başkaları kadar biliyorum. Yine de sözü dağıtmadan bir kutsal kitaba ve peygamberine getireyim konuyu. Öyle ya, neden bu denli şair karşıtı olmuştur ya da şairleri başlangıçta nasıl görmüştür?
Geçmişte Şiir/Şair Nasıldı?
Sözü uzatmadan İslamiyet öncesi Arap Yarımadası’nda şiir hiç de günümüzdeki gibi bir içerik taşımıyordu diyeyim ve bu yüzden de şairler günümüzün şairleri gibi değildi diye de ekleyeyim. Her köy, her kabile şair ya da şairleri ile övünürdü. O; klanın, beldenin ve de hatta ülkenin geçmişi, şimdisi ve geleceğiydi. Ortak kültürel belleği ve gelecekten haber veren kutsal kişileriydi bir bakıma. Şairleri övündükleri gibi, başka şairlerle atışmaları da gönendirirdi insanları. Kâbe duvarlarına asılan şiirler, yapılan şiir şölenlerinde değer gören şairlerle bu şairlerin yakınları övünürlerdi… İşte bu yüzden Hz. Muhammed’in ki yazı akışı içinde değineceğim yeni bir şair olarak görülmesi, ayetlerin şiirler olarak yorumlanışı ve onun da buna hiddetle karşı duruşu temelsiz ve gerek(çe)siz, değildi.
“Şairlerin yazdıkları hicivler, yaralardan daha ağrı verir,” der Hz. Muhammed bir hadisinde.
Bir başka hadiste ise, “Şairlerin yergisel dizeleri düşmanın mızrağından daha yeğin saplanır,” der. Başka hadisler de var, ama bununla yetinelim. İşte bu iki alıntı bile gösteriyor ki bize, şairler öylesine etkin ve yetkin. Az sözle insanları etkileyebiliyorlar. Tabii ki bunun nedeni onların söz ustaları olmaları ile açıklanamaz. Bunlara yazı akışı içinde yer vereceğim. Turan Dursun’un kitapları yanına farklı bir okuma için Dursun HAZER’in, Hz. Peygamber (sav)’in Şairleri, (Hitit Kitap Yayınevi, Ankara 2008, 288 s.) adlı kitabını da öneririm, bu konuya ilgi duyanlar için. Bir de şu var ki göz ardı edilmemelidir, muhalif, mücadeleci ve müdahil değil de teslimiyetçi ve uzlaşmacı oldukları sürece, hatta egemene boyun eğip taraf oldukça onlardan iyisi yok. Bundandır ki muhalif, mücadeleci ve muhalif şairlere bakışı İslâm’ın (Şu’ara suresi 224/225) “şairlere gelince, onlara da azgınlar uyar. Görmüyor musun, onlar her yerde, vadide şaşkın şaşkın dolaşırlar.” mealinde olduğu gibidir. Yalnız meallerde de farklılıklar var, ama öz değişmemektedir. (“şairle gelince onlara çapkınlar-sapkınlar uyar. Görmez misin onlar ki, her vadi de, şaşkın-tutkun dolaşırlar.”)
Peki, bu kadar mı?
Hayır. 226. ayet: “ve onlar yapamayacakları şeyleri söyleyip dururlar.” 227.ayet: “iman edip barışa yönelik işler yapanlar, Allah’ı çok ananlar ve zulme uğratıldıktan sonra başarıya ulaşanlar böyle değiller. Zulmedenler, hangi devrime uğrayıp baş aşağı döneceklerini yakında bilecekler.”
Mealleri ayrıca yorumlamaya gerek yok.
Görülüyor ki, taraf olup olmamak çok belirleyici.
Ee boşuna, “taraf olmayan bertaraf olur,” denilmiyor ki.
Bu yüzden Hz. Muhammed “ok kadar tesirli” dediği tarafı olan şairlere önem vermiş ve Müslümanların şairliğine Hassan bin Sabit, Abdullah b. Revaha ve Ka’b b. Malik’i tayin etmişti. Kendilerine karşı olan öteki şairlere, şiirlerle mücadele etsinler diye. Bir yandan da ortadan kaldırılması gerekenleri suikastlarla yok etmişlerdir. Yüz yaşın üstünde olan Ebu Afek ile Hz. Muhammed’in teyzesinin oğlu olan Nadir b. Haris ve Ukbe bin Ebu Muayt suikaste uğrayanlardan bazılarıdır. Akrabasına öldürtülen kadın şair Asma binti Mervan ise ayrı bir hikâyedir. Çünkü o dönemde cin dişi ya da erkek olsun ancak bir adamı seçebilirdi. Dişi ya da erkek bir cin, bir kadını seçemezdi. Seçen dişi veya erkek cin de olsa değişmezdi bu. Suçlu, olsa olsa kendisini seçtiren de ve böylelikle kendisini erkeklerle eşit görme gafletinde ve hıyanetinde olan kadındı.
Okuduklarımdan aklımda kalan bilgilerden biri de, soylu, zengin ve bilgili olduğu hâlde, Bedr’de yenilene övgü yenene yergi yazdığından, Hz. Muhammed’in diş bilediği en ünlü şair Yahudi Ka’b ibn al- Asraf Eşref’in ilk suikaste uğrayan şair olmasıdır. Bilindiği üzere, o günkü koşullarda şairler ve icra ettikleri şiirler/kasideler, günümüzde medya görevini icra eden psikolojik birer savaş ve propaganda aracıydı.
Konuyu anlamak bakımından biraz daha örnek vermek istiyorum.
“Dediler ki: “ey kendisine zikir (Kur’an) indirilmiş olan. Sen mutlaka cinlenmiş (delirmiş)sin.” Hicr Suresi 6. Ayet. Aynı ayetin bir farklı meali de şöyle: “şöyle haykırdılar: ‘Hey! Kendisine o vahiy indirilen. Sen gerçekten tam bir delisin.’ ”
Sâffât Suresi 36. Ayet’in iki meali de şu biçimde: “ve şöyle diyorlardı: “mecnun bir şair yüzünden ilâhlarımızı mı terk edeceğiz.” (“cinlenmiş bir şair için biz tanrılarımızı mı terk edeceğiz.”)
Burada durup düşünmek gerek. Mecnunluk, cinlenmek vs boşuna bu kadar sık dillendirilmiyor. Çünkü eskiden Arabistan’da şiir bir yazın sanatı değildi. Şiirin bir yazın sanatı olması ve kabul görmesi yakın bir zamandan başlar ve günümüzde bugünkü hâline gelir. Cinlerle, gizli güçlerle, yani doğaüstü varlıklarla ilişki kurup, onlardan bir takım bilgiler alma mesleğiydi şairlik. Şiir de bunun olmazsa olmaz aracıydı.
Cin herkesle konuşmaz, ancak bir adam seçip onunla konuşurdu.
Her cinin seçtiği bir adam vardı.
Tabii bu arada cinler tarafından seçilen kadın/lar yok muydu, diye düşünebilirsiniz.
Olmaz olur mu?
Var elbette, ama o gün için de erkek egemen anlayış bu gerçekliğe ölümüne karşıydı. Erkek ya da dişi cin bir adamı sevgisine layık görmesin. Aman Allah’ım sevgisine layık gördüğü an hemen onun üstüne çullanır, onu yerlere atar, göğsünü çıkarır âdeta ve sonunda onu dünyada kendisinin sözcüsü yapar. O adamın/kadının bundan kaçması olanaksızdı. İşte şiir seremonisi ve şairlik böyle başlardı. Kısacası cinden el almayan biri şair olamazdı. Cinden el alanın da önüne geçilemezdi. Çünkü cinle şair arasında gizil ve içten bir ilişki kurulurdu.
Sonuç
Şaire ilham veren özel bir cini yoksa şair, şair olamazdı ne o öyle şimdi, “şiir ilhamla ya da eskilerin deyimiyle esin perisiyle yazılmaz, kökü derinde olan bilgi birikimidir, zamanı gelince uç verir,” diyen Behçet Necatigil gibi düşünmek gerekir.
Sonra şairle ilişki kuran cin insan adıyla anılırdı.
Burada biraz duralım ve anımsayalım: “Mecnun” cin çarpmış demek olduğunu ve ilk dönemlerinde Hz. Muhammed’e böyle cinden ilham alan bir şair zannettikleri için ona, “mecnun şair” veya “kâhin” ya da “büyücü” denildiğini… Demek ki şiir bir yazın sanatı değil de “gelecekten haber verme” olarak düşünüldüğünden amaç için kutsanan bir araç olabilmiş.
Şimdi soruyorum: Şiiri neredeyse erkek işi görenlerin başta Safo olmak üzere, günümüzdeki kadın şairlere bakışlarının, yaklaşımlarının sonuçları şair Asma’ya olan değilse de onların kanatlarıyla uçmalarına engel olmak olmuyorsa, nedir bu?