“Politikacılar çok yüzlü biçimde ama gerçekten de asla inanmadıkları şeyleri bile bize gerçekmiş gibi anlatırlar. İnanmadıklarına da inanmamızı beklerler. Hatta bu kulvarda medyayı da dış organizasyonları da kullanırlar. Kullandıkları her türlü organizasyona ne verdiklerini, vaadlerini de foyaları ortaya çıkmasın diye hiç mi hiç açıklamazlar.”
Can Baba’nın “Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi” dizesini bırakın bir kenara; görünüşte bile tapındıkları kutsallarının yasaklarına sadık kalarak dürüst olmazlar. Çünkü özünde onlar bu toprağın değil ve bu toprak da onların değil… Bence bütün mesele bu… Bizde ya da başka bir yerlerinde dünyanın…
Her şey bizde başlayıp bitiyor aslında…
Rotatifler, gazeteler, dergiler ve de bizi temsil etmek için yola çıktığını söyleyenler yalanla, aldatmayla ve göz boyamayla başlıyorlarsa güne; söze, geleceğimiz hiç de aydınlık olmayacak demektir. İşte tam da bu yüzden vicdanına, kendine, ülkene, inancına sahip çıkma zamanı… Diyorum ki “Derdim vardır inilerim” ya da de ki; “Benim adım dertli dolap suyum akar yalap yalap…” Hey, su olup akan insan nereye aktığın önemli bataklığı besleyen göllere mi yoksa küçük kara balıklar gibi denizlere sevdalı berrak sulu nehirlere mi…
SEVDALI BİR KARA BALIK
İşte böyle amaçlara sevdalı bir kara balık da Şair Christian Johann Heinrich Heine’dir. (13 Aralık 1797- 17 Şubat 1856), 19. yüzyılın en ünlü Alman şairlerindendir. İşte onun, “Bu sadece bir başlangıçtı, kitapları yakmış oldukları bu yerde, sonunda insanları da yakacaklar” sözünü de bilirsiniz. Bu söz Heine’nin 1823’te yayımlanmış olan Almansor adlı çalışmasında geçer. Bu ilgi çekici metin 1492’de Granada’nın İspanya Krallığı tarafından işgal edilmesi sonrasında yaşananları konu eder. Granada ilhak edilir. Yerli halk din değiştirmeye zorlanır. Kabul etmeyenler engizisyon eliyle katledilir.
Kurtulabilen az sayıda insan da dağlara çekilir. Olabilecekleri öngörebilenler de şehir işgal edilip yağmalanmadan çok önce evlerini terk eder… Almansor da şehri çok önceden terk edenlerdendir. Fas’a vardıklarında önce annesini, ardından da babasını kaybeder. Fas’ta kaldığı sürece Granada’yı ve çok sevdiği kadını özler… Daha fazla dayanamaz ve din değiştirerek şehirde kalabilen ve statüsünü koruyabilen varlıklı bir ailenin kızı olan Zuleima’ı bulmak için Granada’ya döner… Metnin bundan sonrası müthiş bir aşk hikâyesinden oluşur. Ama bu aşk hikâyesinin içine yerleştirilen anlatılar da bir o kadar can yakıcıdır…
Bildiği, tanıdığı kişilerden işgal sırasında ve sonrasında yaşananları öğrenir Almasor. Krallıkla anlaşarak eski varlıklarını koruyanlardan, yeni egemenlerin safına geçenlerden söz edilir. Çekilen baskı ve işkencelerden, katliamlardan da… Ona konuşan yüzlerden biri de Hassan’dır. Hassan dağa çekilip direnişi seçenlerden biridir. Hassan’ın, Almasor’a engizisyonun binlerce kitabı ve de kütüphaneyi yaktıklarına atfen söyledikleri ifadeler arasında geçer en başta aktardığım o müthiç ve bir o kadar da sarsıcı cümle…
ZAMANIN ÖTESİNDEN BİR ÖNGÖRÜ
Zamanın ötesinde bir öngörüsüdür Heine’nin. Çünkü bir yüzyıldan az sonra (10 Mayıs 1933) Naziler sansür listesinin ilk sıralarında Heine’e yer verdiler binlerce kitabı törenle yakarken… Berlin-OpernPlatz’ta (Bu meydanın adı 31 Ağustos 1947’de faşizme karşı kazanılan zaferin ardından Almanya Sosyal Demokrat İşçi Partisi liderlerinden Agust Bebel’in anısına Bebelplatz olarak değiştirildi ve bugün meydan bu adını korumaktadır.) gerçekleştirilmişti yirmi beş bin kitabın yakılması…
Ardından da insanların yakılması…
Şimdi… Soğuk suyla birlikte ağır ağır ısıtılan kurbağalar gibi olmamak elimizde; “küçük kara balık” denli direngen ve de sorgulayıcı, olaylar ve olgular karşısında üç maymuna yatmayıcı, devekuşu gibi olmayıcı olduğumuzda hiç kimse ama hiç kimse istemediğimiz bir hayatı yaşatamaz bize… Yeter ki gerçek anlamda kendimiz olabilelim ve de öyle kalabilelim…
Bireysel ve toplumsal ilişkilerde bu böyle çünkü, böyle de biline…
* Bu yazı daha önce 31 Ocak 2021 tarihli Evrensel gazetesinde yayımlandı.