“Ah kimselerin vakti yok
Durup ince şeyleri anlamaya
Kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar…”
Gülten Akın’ın İlkyaz şiirinin bu dillere destan olmuş giriş dizelerini günümüzün bilişim teknolojisine dayalı Ağ Toplumunda [M. Castells, 1996] yaşanan kayıtsızlığı, savrukluğu, nihayet özensizliği kavramak için söze başlarken kullanması ne kadar da yerinde görünüyor.
Bir web sayfasında yirmi saniyeden fazla artık kalınmadığına değin, bilgisunar dünyasının sorunsalları bir bir ortaya dökülse, kime ne!
Kendini okutmak azmindeki kimi sayfalar ise internet-bilgisunar başında yakaladığı müstakbel okuruyla aman bir yere gitmesin diye daha baştan pazarlığa kalkışıyor; bir ikna ederse okutacak:
“Yazının tümü 2 dakikalıktır!”
Böylesi pazarlığı tamamlamak için tokalaşıp sallanacak kolda derman, elde hâl, parmaklarda tâkat mı kalır!
Durup ince şeyleri anlamak için radyo başında geçirilen zamanlar vardı; o vakitleri radyo tiyatrosu [radyofoni] diye bilir, tanırdık.
Şimdi yoklar, varsa da nostaljik bir çabanın ötesine geçilemiyor; dinleyicisi kalmadı!
Radyo tiyatrosunun dinleyicisi hayal dünyasında içe dönük bir yolculuğa çıkabilir, hattâ sahnede kendisine sunulan nesneler ve kişilerden kurguladığı dünyayı, kendi başına sadece işiterek yeniden yaratabilirdi.
Bu yüzden Arkası Yarın diye anılmış süreli tiyatro izlenceleri olsun veya tek “perdelik” radyo oyunları ele alınsın, bunları hepten tiyatro sanatından saymayanlar da çıkıyordu.
Tiyatronun görselliğini, gösteri sanatını öne çıkarıyorlardı.
“Tiyatro ve edebiyat eserlerinin radyoya uyarlanması, zamanla radyo için özgün oyunların yazılmasına yol açmış, özgün olsun uyarlama olsun “radyo tiyatrosu” adıyla anılan bu oyunlar da “radyonun teknik koşullarına ve özelliklerine uygulanarak oynanabilen bir sahne oyunundan başka bir şey olmadığı ya da “Gösteri niteliğinden yoksun olduğundan uydurma bir sanat türü diye eleştirilmiştir. “ [ Ş.Abak, 2017, GÜ Sos.Bil.Enst. tez]
Bana göre, tiyatro sanatının sınırlarını zorlaması bir yana, aslında tiyatro tutkusunu artıran bir yanıyla dahi işlevseldir.
Radyo tiyatrosu denilince tarihçesini yine Amerikan radyoculuğunda aramak yanlış olmaz.
Tarihler, 1920’ye kadar iner; BBC ve Amerikan özel radyo kanallarına kulak vermeli.
Bunlar arasında metaforik biçimde hiç unutulmayan bir radyofoni, H.G.Wells’in Dünyalar Savaşı başlıklı eserinden uyarlanmış radyo oyunudur.
Radyo o kadar inandırıcıdır ki, aktör Orson Welles’in seslendirdiği bir bölümde Marslılar dünyayı işgal etti sanısıyla insanlar sokaklara dökülmüşlerdir; pek bilinen, tekrarlanan hikâye…
Nedir, dinleyici tiyatro sahnesini izlerken yönetmenin ve sahne tasarımcısının kendisine sunduğuna hoparlörden çıkan sesleri dinlerken ihtiyaç duymaz; kendi “mahrem muhayyilesinde” dinlediğini kendince kurgular.
Hemen hemen -genellikle- aynı mekânda geçiyormuş izlenimini dinleyicisine sunan radyo tiyatrolarının televizyon çağına gelindiği zaman Sit Com adıyla, Durum Komedisine [comédie de situation] kolayca dönüştüğünü biliyoruz.
İstanbul ve Ankara’dan anten çıkışı yapan Türkiye radyolarında ilk radyofonik eserlere 1934’den itibaren başlandığı belirtiliyorsa da, araştırmacıların elinde arşiv eksiğinden olacak, ilk oyun hangisiydi diye beyhude sormayınız.
Fakat şunu iyi biliyoruz, “1938 yılı Ocak ayında, İstanbul Radyosunda 100 dakikalık eğlence ve spor programının yarısı radyofonik skeç yahut tiyatrolara ayrılmaktaydı. “ [U. Kocabaşoğlu, 1980, Şirket Telsizinden Devlet Radyosuna]
Günümüzde radyofoni mi dediniz; neredeyse hiç!
Zira kimsenin durup dinleyecek vakti kalmadı; her ne kadar radyofonik eserler en çok 20-30 dakikalık sürelere hapsoluyorsa da, dinleyen kim!
Buraya kadar lafı getirince, radyofonik tiyatro üzerine bir anıt ismi hem bugün hatırlamak hem de yeni kuşaklara, meraklısına tanıtmak şart oluyor.
Türk Radyo Tiyatrosunun unutulmaz adı, Fazıl Hayati Çorbacıoğlu’dur; bahsedilmesi kaçınılmaz olan isim budur…
Fazıl Hayati, rahmetli, erken Cumhuriyet dönemi yetiştirdiği aydınlardan idi.
Türk Batılılaşma hareketinin bütün beklenti ve ümitlerinden haberdar ve heveskâr idi…
Sahne oyunlarına pek yüz vermedi sanılmasın; birkaç eseri var.
Fakat o daha ziyade radyo mikrofonun sihrine inanmış görünüyor, öyle ki otuz beş kadar radyofonik eser yazmış; bugün seslendirin, radyoya kulak vermeyen – bildiğimiz anlamıyla radyo, tabii – kalmaz!
Bu eserlerini yazarken genç tiyatro yazarlarını radyoya özendirmek üzere “Radyo Oyunları Yazma Tekniği” [1967] başlığıyla bir çalışmasını da sunmuştu. Belki bugün tekrar radyofoniğe dönüş yaşanır umuduyla, meraklısına bu kitap tavsiye edilmeli.
Günümüzde radyo oyunlarına gösterilen kayıtsızlığa rağmen, bu mikrofonik sanat bütün bütün unutulmuş da sayılmamalı.
Ancak radyofonik eserlerin kimi web sayfalarında, mesela NTV ve Açık Radyo gibi bazı kanallarda ilgiyle izlendiği söylenebilir mi, pek emin değilim. Bu yönde istatistiklere rast gelmesi de pek zor!
Fazıl Hayati’nin istenirse sahnede oynanabilecek, uygun olursa mikrofon başında seslendirilebilecek tarzda yazdığı 5 oyun artık ancak sahaflarda bulunabilen kitabında okunabiliyor.
Üstelik kısa hikâye tadında sayfa sayfa çevirip okunabilecek bu oyunların tekrar günümüz dinleyicisine aktarılması gerekir. Bunlar edebiyatımızın tiyatro yazım türünde birer şaheserdir.
Satılık Şapka, Brahms Kapıyı Çalınca, Her Şeyin Hayırlısı, Bayram Çorbası, Cankurtaran başlıklı 5 kısa oyun, Fazıl Hayati’nin tarzını da ortaya koyması bakımından dikkat çekici. Çorbacıoğlu, bence, Türk tiyatrosuna Amerikalı hikâye ve oyun yazarı O.Henry’nin üslubunu taşımıştır: Beklenmeyen, şaşırtıcı son! Sürprizlerle dolu, âdeta nerede hangi enstrümanın tiz ses çıkarıp ötekisinin basa döneceğini kestiremediğiniz caz müziği gibi bir anlatım…
Mesela, Satılık Şapka oyununu alalım. Emekli bir baba, üniversitede okuyan kızı ve oğlu, bu ailenin mutfağını üç aylık tekaüt maaşıyla çekip çeviren anne; orta halliden azıcık halsiz kalmış bir aile… Baba, maaşını almaya gittiği gün kaldırımda bir başkasıyla çarpışır, yere düşerler. Ayaklanıp kalktıklarında ellerinde birbirlerinin fötr şapkaları vardır; yanlışlıklar komedisi. Bunu eve varınca anlarlar ama iş işten geçmiştir.
Kim kime dum duma dünyası, üstelik Sarı Çizmeli Mehmet Ağa, koca şehirde ara da bul!
Şapkasız yapamayan emekli babanın ısrarı üzerine bu yağlı, kir pas içindeki başkasının fötrünü eskiciye satmaya, aldıkları üç kuruş paranın üstüne ilave edip yenisini almaya niyetlidirler ama gelgelelim mutfağı çevirmekte zorlanan evin annesi, bin bir müşkülat çıkartır.
Başkasından gelen fötr şapkayı pek beğenen evin delikanlısı bu yağlı şeyi kafasına geçirmek istese de satmaktan başka çareleri yoktur; satarlar, on beş liraya…
Üstüne ekleyip yeni fötr alacaklardır ancak tam o sırada kapı çalınır, bir yabancı eşikte belirir. Bu zât bir gün evvel yolda kurbanlık koçlar gibi toslaşılmış adamdır. Elinde tanıdık bir şapka vardır; babanın şapkası. Allahtan ki, şapkanın iç tereğine bir kartvizit yerleştirmiştir de ötekisi evi kolayca bulmuştur. Al şapkanı ver benimkisini demektedir, lâkin şapka bir kere satılmıştır. Adam şapkam da şapkam diye tutturur. Ya şapkam yahut tamı tamına iki bin lira demez mi, der. Zira o gün yağlı şapka sahibi adam da emekli maaşını almış fakat cebine musallat olabilecek yankesicilere güvenmediğinden şapkanın astarına paraları sıkıştırmıştır. İki bin lirayı almadan öldür Allah bir yere gitmeyecektir, kararlıdır. Bizimkilerin insaflı babası, vicdan sahibi adam, ellerindeki üç aylık maaşı bu gelene verip yaptıkları hatayı telafiye çalışırken, sokaktan geri dönen üniversiteli delikanlının saklamaya çalıştığı öteki şapkayı görürler. Meğer eskiciye 15 liraya sattıkları fötrü, delikanlı köşede 20 lira verip geri almıştır; iki bin lira da geri gelmiştir. Helal paraya ne denir!
İşte O. Henry’lik bu hikâyeyi tek perdelik sahne oyunu olarak izleseniz de olur, ama inat etmeyiniz radyoya kulak veriniz, radyofonik dinlerseniz daha iyi olur.
Hattâ, tavsiye virajında hızımı kesmeyip, şairin dediği gibi vaktinizi ayırın, bir durun, azıcık dinleyin, inceliği yakalayın diyeceğim de haydi oradan, sen de diyecekler; iyisi mi susmalı…
Sahaflık Kitap Önerisi:
Satılık Şapka, Birer Perdelik 5 Komedi
Fazıl Hayati Çorbacıoğlu
Minnetoğlu Yayınları, 1968