Kısacık roman girişleri, oldum olası, beni her zaman kendisine çeker.
Amerikalı roman yazarı Truman Capote de, artık kendi adını aşmış olan kısacık romanı “Tiffany’de Kahvaltı”ya, “Geçmişte yaşadığım semtler ve evler beni hep kendilerine çeker” diye kısa bir girişle başlar.
Romanın anlatıcısı bu girişle hikâyesine başlarken siz de romana adım atarsınız.
Geri dönülmez bir eşiktir bu, okumadan duramazsınız.
Bazı filmlerin her seferinde yeniden ve usanmadan seyredilmesine benzer; romanlar da böyledir, her defasında sanki hiç okumamışsınız gibi bir daha okursunuz.
Hele o romanın bir de filmi yapıldıysa, tıpkı Tiffany’de Kahvaltı gibi, okuyunca gidip filmini bir kez daha izleyesiniz tutar, yok filmini izlemişseniz bu sefer romanı gider kitaplığınızdan alırsınız gerisin geri
Şimdi, tekrar eski bir dostla buluşur gibisiniz…
Tiffany’de Kahvaltı üzerine edebiyat ve sinema adına pek çok şey yazıldığı için tekrarın tekrarı olmasın isterim, o yüzden, romanı bu son okuyuşumda dikkatimi çeken simgeler üzerinde durarak roman kahramanlarının gelmiş geçmiş bu en tuhaf kadınlarından birisi için meditasyon yapmayı istediğime göre, bu kez, bu son okuyuşumda daha önce romanın mekânlarında başka yerlere dikkat kesildiğim için görmemiş olduğum semboller, simgelere yönelmeyi amaçlıyorum.
Bir roman tanıtımı ve eleştirisini de böyle yapmak niye mümkün olmasın!
Capote, bu novella’yı 1958’de Esquire dergisi için yazmış; banka hesabına 3 bin Dolar yatırmışlar. Bugünün parası yaklaşık 40 bin Dolar; iyi para yani… Sonra kitap olarak basılıyor, baskı üstüne baskı; ardından filme çekilecektir.
Film müzikleri arasında Moon River, kısa sürede Amerikan listelerinde hit oldu. “Pembe Panter” filmlerinin ünlü bestecisi Henry Mancini’nin notaları bugün romans müziğin vaz geçilmezleri arasındaysa, filmdeki hüzünlü hikâyeyle gayet iyi buluştuğu içindir. Müziği dilerseniz dinleyerek, bir simgeyi, Moon River’ı hatırlayalım.
1943 yılının savaş günlerindeyiz. New York’un Manhattan semti doğu yakasında, kırmızı tuğlalı binadaki bir kiracının anlattığı hikâye, “Geçmişte yaşadığım semtler ve evler beni hep kendilerine çeker” cümlesiyle başlar. Altı üstü 120 sayfalık kısa bir metindir bu ve hani bir solukta okunur denilen tarzdadır, hele bir de billur bardaktan taze kokulu bir su içer gibi akıp giderse, kolayca okunur biter.
Geride bir iz bırakır, o iz bir sonraki yeniden okuyacağınız vakte kadar sizi sersemletmeye yetecektir; tıpkı roman kahramanı Holly Golightly’nin çevresindeki herkesi şaşırttığı gibi…
Holly isimli, havaî, aklı bir karış havada, ruhunda bir prensesi gezdiren, herkesi kendine hayran bırakan ama kimsenin olmayan bir kadının, yanı başınızdan, boynuna doladığı ipek eşarpın hışırtılı bir rüzgâr bırakarak geçtiğini ve arkasında 4771 markasıyla bilinen bir parfümün kokusunu havasında sır gibi bırakıp gittiğini hissederek, içinize bir tatlı hüzün çöker.
“4711”, bir Alman kolonya markasıdır ve ilk kez 1799’da Mauer & Wirtz tarafından üretilmiştir, hâlen dünyanın en pahalısıdır. 4711, Holly’nin özendiği hayatın simgesidir.
Teksas’ta bir at yetiştiricisi veterinerin on dört yaşındayken karısı olan, birkaç yıl sonra kocasını ve onun eski eşinden olan çocukları, güyâ ailesini terk edip sırra kadem basarak yok olan bir genç kadını, o muazzam değişikliğin ardından NY’da görürüz; anlatıcının dilinden onun kısacık hayat dilimini izleriz.
Gerçek adı Lulamae Barnes’tir, bunu sonra öğreneceğiz, bizim için o şimdilik ve hep Holly Golightly’dir. Soyadının kökeni İskoç İngilizcesine uzanır, geçtiğimiz yüzyıllarda Krallıkta pek yaygındır. Türkçeleştirelim derseniz, belki ‘rahat gider’ önerilir.
Capote romanını ilk yazdığında Lulamae’yi Connie Gustafson adıyla tanıttı, ama hiç uymuyordu ona, yakışmıyordu. Romancımız daha sonra ismi Holiday Goligthly yaptı, biraz daha uygundu sanki; tatil, gezmek, hep bir yerlere gitmeyi çağrıştırıyordu…
Şimdiki Holly ise, film çekilirken Holiday’in kısaltması olarak kullanıldı…
Holly aslında çoban püskülü bitkisinin adı ama cuk diye bu karaktere oturdu.
Holly, Manhattan High Society’ye karıştığı gün bir kartvizit bastırmıştır, üstünde bu isim yazılıdır. “Holly Golightly ~ Seyyah”
Ne var ki, kendisi gibi adındaki sır perdesini de aralamak zordur: Zaten kartvizitindeki meslek kısmına dikkat ediniz; seyyah olarak kendisini nitelemektedir Holly!
Gerçekte o bir gezgindir, hayat gezgini, bağlasanız bir yerde durmaz.
Çok sonra, hemen hemen kocasını terk ettikten beş yıl sonra, araya taraya, onu NY’daki yaşamında bulan, Doc diye seslendiği kaba saba, taşralı eşi için söyledikleri bunu kanıtlıyor. Telefon açmak ve ‘kafa çekmek’ için gittiği Lexington Avenü ile 70. Doğu Caddesinin kesiştiği köşedeki Bell’in barında söylemektedir:
“Sakın bir yabaniyi sevmeyin Bay Bell! Doc’un yaptığı yanlışlık buydu. Eve durmadan yabani şeyler taşıyordu. Kanadı incinmiş bir şahin, ayağı kırık bir vaşak… Kalbini bir yabaniye vermemelisin. Onları ne kadar çok seversen onlar da o kadar kuvvetlenir, en sonunda ormana kaçacak kuvveti kazanırlar.”
Holly’i anlatan bir simge daha; kendisi de yabani çünkü…
Öylesine yabani ki, Amerikan orta sınıfı ve Amerikan Rüyası için kapitalizmin sembolü sayılabilecek pek çok simgeden sadece bir tanesi, Tiffany Mücevherat Şirketi mağazalarından birisi önünde, vitrinde oyalanması, o pahalı elmasları seyretmeyi öğrenecek kadar modern hayata gezgin olarak geliyor.
Holly’nin ormanıdır burası; NY…
Erkeklerin onun varlığından ümitlendiği ve ele geçirmek üzere birbirleriyle yarıştıkları NY partilerinden sabaha karşı kırmızı tuğlalı binaya, üst katında roman anlatıcısı olarak tanıdığımız yazar olmaya aday bir genç adamın da yaşadığı apartmana dönerken sabahın taze çöreği Donut’u bir elinde tutuyor, ötekisinde karton bardakta sıcak kahvesiyle orada, ama hep orada vitrin önünde görülüyor.
Donut ve kahve, parıltılı elmas ve Tiffany markasına ait simgeler NY’da buluşur, Amerikan günlük yaşamını tamamlayan parçalar olur.
Bütün gece ne yapmıştır Holly, içimiz rahat etsin diye roman yazarı Capote durumu açıklar. Siz de vesvese yapmayın bizim tatlı kaçık roman kahramanımız için: O fahişe değildir, sadece bir tür Amerikan Geyşa’sıdır. Herkesle yatıp kalktığını zannedenlere içerler Holly, “Yalnızca on bir sevgilim olmuş, on üç yaşından öncekileri saymıyorum” diye açıklıyor, biz onun dürüstlüğüne güveniriz.
“On bir. Bu beni orospu yapar mı?”
Yapmaz, o bir gezgin sadece, yabani gezgin.
Holly’nin filmi çekilirken, Audrey Hepburn’un uzun sigara ağızlığıyla ikonik bir imaj olarak hafızamıza kazınmış olan görüntüsü, senaryo yazarı George Axelrod tarafından mevzuya dahil edilmiş olmalı; biz onu romanda sadece bazen pipo tüttürürken buluyoruz, sonrasında sadece sigara tiryakisidir. Dudaklarında, Picayune marka sigara tüter, ancak romanın geçtiği tarih 1943’dür, hatırlayınız, o tarihte bu markanın imalatı çoktan durdurulmuştu. 1941’de son paketi imal eden North Carolina’daki tütün şirketi bir daha üretmedi, ama olsun, Capote anakronizm yapıp böyle yazdıysa, ki romancıların buna daima hakları vardır, bu onların doğuşundan gelen doğal haklarıdır, o hâlde Holly’de sigarasını tüttürecektir.
Picayune yüksek sosyetenin mild tobacco’sudur, bir simge daha karşımıza çıkmaktadır.
Holly, kırmızı tuğla binanın yangın merdivenlerine çıkıp gitar çalar, üst kattaki yazar adayını hayran bırakır. Oğlan sesine benzer sesiyle şarkı söyler, burada Capote bize Holly’yi tanıtmaktadır, az önceki paragrafımızda yanınızdan geçerken sizde uçuşan hafif bir eşarp ve kolonya hissi bırakması yetmediyse, şimdi okuruz:
“Oğlan gibi kısa kesilmiş saçlarının koyu dalgaları, gümüş ve sarı telleri üzerine düşmüştü. Üzerinde zarif, şık bir siyah elbise, ayağında siyah ayakkabılar, boynunda sımsıkı dolanmış inci bir kolye vardı. Bütün bu şıklık ve zayıflığına karşın, sabah kahvaltısında yenen yulaf ezmesi gibi sağlıklı bir havası, sabun ve limon kokusunu andıran temiz bir görüntüsü, yanaklarında koyu pembe bir çekicilik vardı. Ağzı büyük, burnu havaya kalkıktı. Taktığı güneş gözlüğü gözlerini kapatmıştı. Çocukluğun ötesinde bir yüzdü bu, yine de kadınlığa yakın bir yanı vardı. 16 ile 30 arasnda bir yaş… Sonradan öğrendim ki on dokuzuna sadece iki ayı varmış.”
İşte Holly…
Capote’nin eşcinsel olduğunu biliyoruz, fakat içimize Holly’nin lezbiyen olabileceği merakını düşürmeye hakkı var mı, bunu tam kestiremiyoruz.
Olabilir de…
Bir süre odasını Mag isimli bir manken kızla paylaşıyor, ona evin tüm işlerini yaptırıyor, faturalar da hakezâ Mag’in cebinden ödenecektir. Zaten, üst kattaki komşu yazar gence bir vakitler sormuştu: “Hiç tanıdığın iyi bir lezbiyen var mı? Oda arkadaşı arıyorum. Gülme! O kadar düzensizim ki bir hizmetçi tutmaya da gücüm yetmiyor, lezbiyenler çok iyi ev hanımı olur, bütün işleri yapmaya bayılırlar” dememiş miydi, demişti, okuduk. Mag gelmezden evvel, Holly’nin “odasının içi kızların jimnastik salonunda oraya buraya fırlatılmış giysileriyle dolu” gibiydi; sağ olsun, Mag geldi, ortalığa çeki düzen verdi. Zaten Holly, “Sanki Kleopatra’nın hizmetçileri etrafında dört dönüyor gibi” yaşamayı beceren birisidir.
Sabah rüzgârı perdeleri uçuştururken, roman anlatıcısı onun dairesine gittiği bir gün Holly banyodan burnu ucunda şıpır şıpır damlacıklarla gelişi güzel havluya sarılmış çıkar ve tatlı bir buyurganlıkla, “Bana bir sigara yak, sevgilim!” diye seslenir. Onun bu hükmeden ve savuran tavrına âşıktır herkes, bu ince bir sanattır, tanrı vergisidir, herkes yapamaz, yapsa da tutturamaz, iğreti kalır, yüzüne gözüne bulaştırır, tahakküme dönmeden işe yaramaz, öylesi de hiç çekilmez.
Fakat bu Holly, yere uzan pabuçlarımı sileceğim üstünde dese, çevresinde bir şey söylesin de hemen yapsam diye ona tâbi insanlar gezdirmeyi becerenlerden olduğu için, emin olabilirsiniz, yere boylu boyuna uzanacak birisini mutlaka bulur; belki siz de ömrü hayatınızda böyle birini tanımışsınızdır.
Portakalcık~Orangey adını verdiği kızıl ve tek gözü kör kedisi ise romandan sinemaya taşınınca çifte badem gözlü kedi olur; yine senaristin işi bu!
Holly, Orangey’i sonra Harlem’in arka sokaklarında bir yerde bırakıp kaderine terk edecektir, içi cız eder, fakat merak etmemeli kediler kendilerine yaşanacak bir yer bulur. Arada bir, derin dalgınlığa kendini kaptırdığı zamanlarda, Orangey’in bıyıklarını kırmızı ojesiyle boyamaya kalkışan Holly, Brezilyalı bir âşığın peşinden evlenmek üzere oraya gideceği günlerde kedisini terk etmişti; kedi de gitti gitti, belki birkaç gün sefil vakitler geçirdi, ama sonradan roman anlatıcısının Holly’siz kaldığı bir NY günü, bir evin penceresinde ona rast gelinecek bir yuva kendisine buldu.
Holly, Brezilya’da da rahat edemez, oradan Arjantin’e geçer, demek peşindeki adam kof çıkmıştır. Şimdi tango sever bir Senyör’ün peşindedir, pek güvenmemeli ama ona galiba âşık olmuştur. O günlerde eski komşusu ve tabii aklını başından aldığı yazar adayı gence bir kartpostal gönderir Buenos Aires’ten.
Oysa oralara kadar gitmemesini rica değil, yalvararak söylemişti genç komşusu:
“Fakat bunu yapamazsın?” demişti, “O zaman başkaları ne olacak! Ama gerçekten böyle herkesi bırakıp kaçamazsın!”
Holly onu da dinlemeyecek tabii… Bir vakitler Kaliforniya’dan NY’a geldiğinde, ona telefonla ulaşan eski bir sevgilisi nerede olduğunu sorunca, “Ben New York’dayım, çünkü daha önce hiç NY’ye gitmemiştim!” diye nasıl pervasız cevap verdiyse, onun için gitmek ama hep gitmek yaşamının anlamını oluşturduğundan, bu kez, yine uzaklara, tangolar diyarına kadar uzanacaktı.
Holly gitti, son gelen haber o kartpostalda yazılıdır ve biz o zamandan beri nerede olduğunu bilmiyoruz. Ne var ki, hani derler ya adım kadar eminim, hepiniz, yani biz okurlar onunla bir gün, bir yerlerde karşılaşacağımızı umut ediyoruz.
Karşılaşırız da önünde sonunda ve arkasında 4711 kokusuyla dolaşan birisine hep rast geliriz.
Bu yazı ilk kez EKDergi.com internet sitesinde yayınlanmıştır.