Feminizm ve Queer Kuram kitabı queer teoremine yeni başlayanlar için iyi bir rehber olma niteliğinin yanı sıra, bizlere, eleştirel bir bakış açısıyla kendi muhalefetimize bakabilme imkanı da sağlamaktadır.
Yeni bir dil, yeni ve daha çok kişiyle buluşan bir hareket arayışı yıllardır sol muhalif grupların pek çoğunda devam etmekte. Yeni isimlerle kurulan gruplar, yeniden bir araya gelmeler, yeni dergiler, gazeteler… Diğer taraftan Gezi isyanının ulaştığı kitlelerle, sokağa çıkan onca insanla ya da yakın zamandaki metal işçileri grevleriyle bağ kuramama durumu bu yeni dilin bir türlü oluşamadığına işaret etmektedir.
Alev Özkazanç’ın Feminizm ve Queer Kuram adlı kitabı tam da bu nedenlerle feminizm dışı sol muhalefet için de yeni tartışma imkanları sağlayacaktır. Kitap, queer teoremine yeni başlayanlar için iyi bir rehber olma niteliğinin yanı sıra, Butler’ın “yaratıcı bir tekrar” ve iktidarla kurulan ilişkideki rolü mağdurluktan failliğe taşıma gibi yaklaşımlarıyla güncel politik sorunları tartışmaktadır. “Özne daima iktidar ilişkilerine bulanmış olduğu halde nasıl olur da kendini kuran bu maduniyet koşullarını tekrar etmekten fazlasını yapabilir?” sorusundan yola çıkarak, iktidarla kurulan ilişkiyi sorgulamaktadır. Dolayısıyla Feminizm ve Queer Kuram kitabı adının ötesinde, bizlere, eleştirel bir bakış açısıyla kendi muhalefetimize bakabilme imkanı da sağlamaktadır.
Alev Özkazanç’la kitaptan yola çıkarak yaptığımız röportajda queer teoreminden, toplumsal cinsiyete, mağdurluktan, failliğe yöneltecek yaklaşımlara, toplumsal yapıdan siyasete birçok konuyu konuştuk.
Kitabınız, feminizm içi tartışmaları yürütmekle birlikte, feminist literatüre hakim olmayan okuyucular açısından da konuya giriş yapmayı sağlayacak bütünlükte. Bugün yürütülen tartışmaları tarihsel süreçlerini eksik bırakmadan vermişsiniz. Nasıl bir ihtiyaç sizi bu kitabı yazmaya yöneltti?
Aslında bu kitap, 2011 yılında yayınlanan Cinsellik, Şiddet ve Hukuk adlı kitabımın devamı ve yazmayı planladığım bir sonraki kitabın hazırlığı niteliğini taşıyor. İlk kitaptan itibaren feminizm içi tartışmalara bazı müdahaleler yaparak feminist kavrayışımızı geliştirmeyi umut ettim. J. Butler’ın feminist teori kavrayışı her iki kitabımda öne çıkan ortak tavrı temellendiriyor. Butler feminist teoriyi kolektif olarak kendi üzerine düşünme pratiği olarak, değerler ve öncelikler hakkında bir ihtilafın baş gösterdiği her yerde gerçekleşen bir şey olarak görüyor. Buna göre feminizm içkin eleştiri ile beslenen bir gelenektir. Ben ilk kitabımda bu içkin eleştiri fikri temelinde cinsellik ve şiddetle ilişkili konulara açılım getirmeye çalışmıştım, bu kitabımda ise Butler’ın düşüncesine ağırlık vererek sözkonusu kuramsal hattı netleştirmeye çalıştım. Kitap Butler’ın düşüncesi ve queer kuramla ilgili yazıların yanı sıra, feminist ve queer bir perspektiften bakarak özellikle Türkiye’deki bazı güncel konulara dair yaptığım değerlendirmeleri içeriyor. Bu çerçevede AKP döneminde toplumsal cinsiyet sorunu, güçlenen cinsiyetçi muhafazakâr politikalar, cinsel tacize karşı siyaset gibi konulardaki yazı ve söyleşilere yer vererek içkin eleştiri geleneğine katkıda bulunmaya çalıştım. Bu çabayı bir sonraki kitapla sürdürmeyi hedefliyorum. Feminist ve queer bir yorumun Türkiye’de güçlenmesini umut ediyorum. Böyle bir perspektife çok ihtiyaç duyduğumuzu düşünüyorum çünkü hakim olan sol ve feminist muhalif tavırlar genel olarak radikal bir karşı hegemonya siyasetini kurmakta başarısız oluyorlar.
Kitabınızın Queer’in Siyasi Potansiyelleri Üzerine Düşünceler bölümünde “Eşitlik, özgürlük, insanlık gibi evrensellerin-boş gösterenlerin içini nasıl oluyor da queer doldurmayı başarıyor?” sorusunu soruyor ve cevabını tartışıyorsunuz. Kitabı okurken bu soru benim gibi kavrama aşina olmayan okuyucular için önemli bir başlangıç noktası gibi göründü. Sizin yine aynı bölümde işaret ettiğiniz, queerin “mümkün olan en geniş ve derin bağlamda, ‘toplumsallık’ ve ‘insanlık’ terimleriyle düşünmeye zorlaması”ndan yola çıkarak, kavramın bugün geldiği anlama dair düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?
Queer kavramı, 1990 sonrasında LGBT hareket içinde öne çıkan ve hızla popülerleşen bir terim. Terim sözlük anlamıyla tuhaf, acayip gibi anlamlarının yanı sıra gay bireylere işaret etmek için “ibne” anlamında da kullanılmış. Önceleri aşağılama terimi olan queer, 1990’larda Butlercı bir ifadeyle “yaratıcı bir tekrar” a uğramış ve LGBT çevreler tarafından benimsenmiş. Günümüze gelen kadar bu kavram etrafında çok verimli bir kuramsal ve politik tartışma döndüğünü görüyoruz. Ben andığınız yazıda bu tartışmanın siyasi potansiyelini kendi bakış açımdan çözümlemeye çalıştım. Temel olarak tezim şu: queer adı giderek bir yüzer gezer göstergeye hatta boş gösterene dönüşüyor. Bu ad altında toplanmaya başlayan öznelliklerin çokluğu, ilgi, kaygı ve arzuların çeşitliliği ve aralarındaki etkileşimin üretkenliği oldukça dikkat çekici ve bu da bize queer’in Laclaucu anlamda bir popüler adlandırma haline geldiğini gösterir. Kısacası güncel queer tartışmalarında evrensel ile tikel arasındaki tipik hegemonik oyunun sahnelendiğini görebiliriz. Bu hegenomik oyunda evrensel ancak çelişik bir hareket içinde varolabilir. Bir yandan farka yani kendi tikel kimliğine dair bir kimlik mücadelesi verirken öte yandan eşdeğerlik mantığı içinde diğer tikel kimliklerle eklemlenerek kendi iptal eder. Daha fazla ayrıntıya girmeden şunu ileri sürebilirim: bana göre queer yeni ve hegemonik özelliği olan bir politik öznellik biçiminin adıdır ve bu sefer evrenselin yerinin bu şekilde yani queer olarak doldurulması tarihsel olarak özgül bir anlama işaret eder. Bildiğimiz gibi boş gösterene dönüşen, toplumun namevcut tamlığını gösterenin olma iddiasını taşıyan özne daima dışarıdan gelmiştir. Ama bu sefer bu “dışarısı”, her şey olma iddiasını taşıyan ama hiç bir şey olan parça, en “toplum-dışı” addedilen, hatta “gayri-insani” olarak görülen şeydir, yani acayip, tuhaf, anlaşılamaz olandır. Bu da bizi insanlık kavramı hakkında düşünmeye zorlar. Çünkü acayip, tuhaf olan insan kavramının sınırlarında duran şeydir.
Yine aynı bölümde yaratıcı tekrarın ya da performatif olanakların iktidar ve madun arasındaki ilişkiye ya da ben ile öteki arasındaki ilişkiye iki taraflı bir diyalektik olarak değil de çoklu ve diyalektik olarak bakma imkanı tanıdığından bahsetmişsiniz. Bu yeni yaklaşım, maduna iktidarla ilişkisinde ne türde imkânlar sağlayacaktır?
Butler’ın kuramında öne çıkan performatiflik ve performatif siyaset kavramı, yaratıcı ve yenilikçi tekrar kavramına dayanıyor. Sizin de işaret ettiğiniz gibi bu, ben ile öteki arasındaki diyalektik ilişkiyi ve buradan türetilebilecek direniş mantıklarını aşan farklı bir perspektif sunuyor ve bu perspektiften bakınca direniş imkânları çok farklı biçimde çoğalmış ve çeşitlenmiş görünüyor. Direnişin anlam ve imkânlarına dair bu müdahale Butler’ın eserinin merkezinde duruyor ve ben de bu nedenle bu kuramı benimsiyorum. Şöyle bir imkan genişlemesinden sözedebiliriz: Foucault’yu izleyen Butler’a göre özne daima ikirciklidir: hem iktidarla maduniyet ilişkisi içinde kurulur (subjection) hem de fail olarak (subject) kurulur. Butler daha çok şu soruya yanıt arar: özne daima iktidar ilişkilerine bulanmış olduğu halde nasıl olur da kendini kuran bu maduniyet koşullarını tekrar etmekten fazlasını yapabilir? Yani nasıl oluyor da öznellik, faillik mümkün olabiliyor? Ona göre öznellik, politik faillik daima mümkündür çünkü özne bu iktidar koşullarının özel bir şekilde kendi üzerine dönmesiyle kurulur. İktidar, norm ya da Yasa kendi tekrarlarını sağlayabilecek kudrete sahip varlıklar değillerdir, ancak çeşitli ve değişen bağlamlarda tekrarlanarak “iktidar” etkisi yaratabilen oluşsal bir nitelik taşırlar. Yani, eğer öznenin varoluşunun iktidara bağlı olduğu doğruysa iktidar da özneye ve failliğe bağlıdır. Bu da failliğe oldukça geniş bir alan açar. Özne kendini ben ve öteki ikilemleri içinde kuran iktidar ilişkilerini aynen tekrarlamak zorunda değildir, aslında böyle bir aynen tekrar mümkün de değildir. Politik faillik tarzı olarak queer, mevcut özne kuruluşu dinamiklerini sorgulayarak mevcut iktidar ilişkilerini yaratıcı bir tekrara uğratarak altüst edici yıkıcı bir etki yaratabilir. Butler hem modernliğin eşitlik ve özgürlük gibi temel değerlerinin yeniden anlamlandırılması konusunda hem de feminist ve sol muhalefet konusunda benzer bir performatif mantığı öneriyor. Böylece sadece LGBT bireylerin yaşamlarını “mümkün” ve yaşanabilir kılmak değil, tüm toplumsallığımızı herkes için bu olanakları genişletmek amacıyla dönüştürmemiz mümkün olacaktır.
AKP iktidarı son birkaç yıldır kadını ve aileyi yeniden biçimlendirmek üzere söz üretiyor, politikalar geliştiriyor. İktidarın bu yöndeki yaklaşımı toplumda muhafazakârlaşmayı artırdığı yorumlarına neden oluyor. Siz, kitabınızdaki Gezi’den sonra gelen: Kızlı erkekli şeyler üzerine düşünceler kısmında bu konuyu tartışıyor ve aslında toplumun çoğunlukla varsayıldığı gibi muhafazakâr ve muhafazakâr olmayanlar gibi keskin çizgilerle kamplara ayrılmadığından, bir karmaşık bütün olduğundan bahsediyorsunuz. Bu kısımda yazdıklarınızın bana çağrıştırdığı, saflaşmak ve sadece bir saftan dili ve muhalefeti inşa etmek yerine içerden, o karmakarışık bütünü görerek söz söylemenin daha çok yol alınmasını sağlayacağı. Eğer doğru anlamayı başarabildiysem, bu yeni dili nasıl ve hangi imkânlarla kurabileceğimizi düşünüyorsunuz?
Evet, sizin de dediğiniz gibi bu yazıda daha karmaşık bir oluş kavramıyla düşünürsek muhalif stratejilerin daha başarılı olacağını öne sürmüş oldum. Aslında yazıda hiçbir kuramsal tartışmaya girmeden, queer feminizmin kızlı-erkekli evler tartışmasında nasıl bir pencere aralayacağını daha somut olarak göstermeyi umut etmiştim. Bunun için Başbakan’ın politik atağını yenilikçi bir tekrara uğratacak olan şu soruyu sordum: Başbakan kızlı erkekli evlerden sözederken “karmakarışık şeyler oluyor” demişti. Gerçekten de oralarda neler oluyor? Diye sorarak aynı soruyu tekrarlamak gerektiğini düşündüm. Böylece onun işaret ettiği bu alana doğrudan ve korkmadan girerek orada neler olduğuna daha yakından bakalım dedim ve böyle bakınca o sözedilen karmaşık şeyler alanının sadece kızlı erkekli evlerden ibaret olmayıp tüm bir toplum sathı olduğunu gösterme fırsatı buldum. Bana kalırsa Erdoğan’ın otoriter hamlesinin bu “muhafazakâr” toplumda rağbet görmemesinin nedeni, toplumun çok hassas dengelerle idare etmeye çalıştığı bir alanı koruma içgüdüsüydü. Bence otoriter atak karşısında korunmaya çalışılan şey, yaşam ve olumsallık idi. Muhafazakâr politikacıların topluma dair görüşü kendi ideolojileri tarafından sakatlanıyor ve topluma bakınca muhafazakâr Türk ailesi, Türk aile değerleri gibi aslında mevcut olmayan bir şey görüyorlar, ya da belki de kendilerini ve bizi bunun doğru olduğuna inandırmaya çalışıyorlar. Daha doğrusu sürekli bu muhafazakâr norma referans vererek aslında performatif olarak muhafazakâr bir etki yaratıyorlar. Ve toplumu muhafazakârlık ekseninde biz ve ötekiler olarak ikiye bölmenin kolaycılığına yaslanıyorlar. Bu tür bir performatif muhafazakârlıkla mücadele ederken bizlerin bu ikiye bölme tuzağına düşmememiz bana önemli görünüyor. Yapılması gereken AKP’nin derinleştirmeye çalıştığı biz ve ötekiler ayrımını yarmaya çalışmak olmalı ama bunun nasıl yapılacağı sorusu, bunu başarmak için ne gibi imkânların mevcut olduğu sorusu yanıtlanmayı bekleyen zor bir soru. Buna tam bir yanıtım yok elbette ancak bazı temel noktalara işaret edebilirim. Öncelikle sadece iktidara odaklı, negatif bir siyasi bakıştan uzaklaşıp kurucu potansiyellere odaklanmak gerekir. Cesaret göstermek ve korku siyasetini yeniden üretmemek çok önemlidir. Ayrıca muhafazakâr diye adlandırılan çevrelerin iç dinamiklerini iyi çözümlemek, özellikle bu kesimlerden kadın ve gençlerin sergilediği kaçış hatlarını anlamak ve desteklemek gerekir.
Butler’in “yaratıcı tekrar”, “feminizmin içi ve dışı arasındaki ayrımı feminizm lehine belirsizleştirme” ve iktidarla kurulan ilişkideki rolü mağdurluktan failliğe taşıma gibi yaklaşımları sol muhalefet için de yeni olanaklar sağlayabilir ve Gezi ile birlikte başlayan yeni bir dil oluşturma ihtiyacına cevap verebilir gibi geldi. Ne tür yeni sorular sordurur bu yaklaşımlar bize ve ne tür yeni hareket olanakları sunabilir sizce?
Gezi performatif siyasetin özne çıktığı başarılı bir hareket oldu. Zaten nerede güçlü ve ufuk açıcı, heyecan verici bir muhalif hareket varsa orada hegemonik ya da performatif bir siyasetin öne çıktığını söyleyebiliriz. Çapulcu adlandırmasının iktidara karşı başarılı biçimde kullanılması ve genel olarak mizahın edindiği önem açısından Gezi’de performatif siyasetin önemini görebiliriz. Mizah zaten anlam kaydırma, yeniden anlamlandırma yoluyla işleyen etkili bir performatif araçtır. Dahası, vatandaşı iktidar karşısında nesneleştiren bir iktidar uygulaması olarak kullanılan biber gazının kitleler tarafından başarılı biçimde etkisiz kılınması da performatif siyaset örneğiydi. Burada mağdurluktan çok faillik öne çıkarılmıştı. Gezi’de hegemonik siyaset açısından daha da göze çarpan asıl şey bence, biz ile ötekiler ayrımının ötesine geçme arzusunu dışa vuran (tam olarak bunu başardığı söylenemese de) tutumlardı. İslami kesimden kadınlara karşı taciz iddialarına karşı feministlerin geliştirdiği tutumlar, Gezi parkında kılınan namazlar, sol hareket ile Kürt hareketi arasındaki yakınlaşmalar, LGBT camia ile karşılaşmalar, genel olarak Gezici kitlenin ve özel olarak futbol kitlesinin “feministleşmesi” diyebileceğimiz süreçler, kitle içinde tüm gruplar arası ortaklaşma ve yakınlaşmalar ve tüm bunların ne kadar geçici ya da kısmi olsa da kitlede büyük heyecan yaratması olgusu bize mevcut kimlik ve öznellik biçimlerinin sorgulandığını ve iç dış ayrımlarının ötesine geçme arzusunun güçlendiğini gösteriyor. Gezi hem iktidar etkilerine karşı farklı kesimlerden insanların farklı talep ve arzularının birbirine bir eşdeğerlik zinciri içinde eklemlenmesini hem de büyük ölçüde negatif gibi duran bu konjonktürel buluşmanın ötesine geçerek kurucu güçlerin kendi pozitif potansiyellerinin farkına varmasını, farklı bir yaşam tasavvurunun billurlaşmasını ifade ediyordu. Gezi’deki dinamikler zaten oldukça karmaşıktı ve Gezi’den sonra ne yazık ki süreç çok olumlu gelişmedi. Gezi’yi aynen tekrarlamak gibi bir beklenti anlamlı değildi ve böyle bir şey olmadı. Tersine iktidar uygulaması sertleşti ve 17 -25 Aralık süreciyle bir izleme ve bekleme konumuna zorlandık. Bence Gezi’den sonra ilk ve tek talep seçim barajının kaldırılması için ortak bir mücadele başlatmak ve Gezi’deki talepler çerçevesinde güçlü bir taban hareketi ve ağ koalisyonu geliştirmek olmalıydı. Şimdi Gezi’deki heyecanların önemli bir bölümünün HDP projesine aktarıldığını görüyoruz. Ama hala bu miras bölünmüş görünüyor ve Haziran hareketi seçimde açık bir destek vermemek gibi bir politikayla mesafesini sürdürüyor. Bundan sonrasının nasıl şekilleneceğini öngörmek zor çünkü çoğu şey seçimdeki duruma bağlı. Ama bence HDP ister barajı aşsın ister aşmasın (bu arada kılpayı baraj altında kalan bir oy alması bile başarı sayılmalıdır) bence Türkiye’de muhtemel ve müstakbel muhalif ajandanın neye benzeyeceği giderek belirginleşmektedir. Bu Gezi’de oluşan ruhun işaret ettiği şeydir, orada biriken türden talepler, duygular ve arzulardır. Gezi’nin aynen tekrarlanması nostaljisine kapılmadan yapmamız gereken şey, buradaki performatif ve hegemonik tutumları değişen koşullarda radikal demokrasi ve barış siyasetini güçlendirmek amacıyla yaratıcı biçimlerde yeniden icat etmektir. Bunu hangi siyasi güç başarırsa gelecekte o güçlenecektir. Bunun için queer perspektifin önemli bir katkı sunduğunu düşünüyorum.
Yine kitabınızda Judith Butler ve Queer Üzerine bölümündeki, “İfadeler ile edimler arasında doğrudan ve zorunlu bir ilişki yoktur ancak çok güçlü ve çok boyutlu, çok çeşitli bağlantılar vardır.” sözleriniz bana cinsiyet temelli tartışmaların çok ötesinde etnik temelli bir mağduriyeti çağrıştırdı. Çingene üzerine geliştirilen türlü olumsuz yaklaşıma karşı zaman içinde Çingeneler kendileri için daha çok Roman tanımını benimsediler. Öte yandan Çingene’de ısrar eden ve üstüne yapıştırılmış olumsuz anlamlarıyla mücadele eden kişi ve gruplar da var ve henüz sınırlı da olsa bu terim yeniden kullanılmaya başlanıyor. Bu örnek, Butler’ın yaratıcı tekrar önerisinin birçok toplumsal muhalefet zeminine taşınabileceğini de gösteriyor gibi gelmekte. Yaratıcı tekrar bize günümüz toplumsal muhalefetinde ne gibi imkânlar sunabilir?
Dediğiniz gibi Butler’ın yaratıcı tekrar ve performatif siyasetle ilgili kavrayışı ve genel olarak queer kavrayış, sadece cinsiyet temelinde geliştirilmiş, sadece LGBT camiayı muhatap alan bir şey değil, tüm bir öznellik sorunuyla ilgili bir sorgulama alanı açıyor. Performatif siyaset ya da yaratıcı tekrar sadece ifadeler ya da adlar üzerinden işleyen bir şey değil ancak bazı negatif içerikli terim ve ifadeleri yeniden anlamlandırma pratiklerini anlamak açısından bu kavram özel bir önem taşıyor. Butler bu tartışmayı özel olarak bizde nefret söylemi diye ifade edilen yaralayıcı ad ve ifadelerin yeniden ve yaratıcı biçimde anlamlandırılması sorunu üzerinden tartışıyor. Ona göre yaralayıcı türden tüm ifadelerin nefret suçu olarak görülüp yasaklanması doğru bir sol siyaset değildir. O, ifadelerin yaralayıcılığı bahsinde, yargısal süreçler ve sansürcü devleti öne çıkaran mücadele biçimlerini değil, bizzat yaralanmadan faillik üreten türden yaratıcı kültürel pratikleri öneriyor. Bu alternatif siyasetin arkasında şu kuramsal görüş yatıyor: yaralayıcı ya da değil, hiçbir ifade ve adlandırma sabit ve zorunlu bir anlama sahip değildir. Hiçbir adın anlamı, onu belirli kötü niyetlerle kullanmış olan özneler tarafından sonsuza kadar belirlenmiş değildir. Değişen bağlamlarda ifadelerin yeniden anlamlandırılması ve yeniden konumlandırılması daimi bir durumdur.Butler aşağılayıcı ya da başkaca türden egemenlik iddiası belirten ifadelerin zorunlu olarak beklenen etkiyi yaratmadığını, pek çok durumda ifadenin onu kullanan egemenin aleyhine çevrilebileceğini, yani alt üst edici, yıkıcı tekrarların da mümkün olduğunu düşünüyor. Queer kavramının yeniden anlamlandırılması buna verebileceğimiz bir örnek ancak sizin de dediğiniz gibi Çingene konusunda da aynı şey söylenebilir. Ancak bunu söylemek, bu ad ya da ifadelerin mevcut anlam ve etkilerinin keyfe ve öznel bir iradeye göre kolayca değiştirilebileceği anlamına gelmez. Tam tersine bu siyasi faillik yoluyla olarak mümkün olabilir ancak. İfadenin yöneltildiği ve bu ifade nedeniyle yaralanması beklenen, aciz ve aşağı bir konuma itildiği varsayılan kişi ya da grupların kolektif güçlenme sürecinin bir parçası olarak işleyebilir. Bir de şunu eklemek isterim. Queer teriminde de olduğu gibi sorun, negatif bir anlamın yerine olumlu bir anlamı geçirmek sorunu değildir. Aşağılamanın hedefi olan grup, bu adı üstlenirken bununla mevcut haliyle kendisini kuran tüm iktidar ilişkilerini de fark etmiş olur, tam da kendisini kuran bu iktidar ilişkileri sayesinde onlara karşı çıkarak kendi adını da konumunu da dönüştürme mücadelesi vermeye başlar. Yaratıcı tekrar perspektifinin ya da queer bakışın sunduğu imkân bence şudur: iktidar ilişkileri içinde kendimiz olur, bir ad, bir yer ediniriz. Mevcut durumda verili haliyle kendimizi korumak, devam ettirmek ve kendi kimliğimiz üzerinden siyaset yapmaya kalkarsak, bizi kuran iktidar ilişkilerini de tekrarlamış oluruz. Oysaki kendimizi, kendi özne konumumuzu, kendi kimliğimizi sorgulama ve içinde bulunduğumuz iktidar ilişkilerini tekrarlamama şansımız vardır. Bu tür altüst edici tekrarlar ancak öznenin kendi dışıyla ilişkiye geçtiği, kendi dışına açıldığı ve geleceğe açıldığı anlarda gerçekleşebilir. Politik özneler, kendi kurucu kategorilerine, özel adlarına, temel değerlerine musallat olan belirsizlik ve karar verilemezliği üretken biçime kucakladıklarında işte o zaman demokratik potansiyellerini gerçekleştirmiş olurlar.
Bir imkânsız ideal: Aile adlı bölümdeki röportajınızda ailenin aslında imkânsız bir model olduğundan bahsediyorsunuz. AKP politikalarıyla kutsanan ve desteklenen aile birliği sizce iktidar tarafından istenilen ölçüde başarı ile uygulanabiliyor mu?
AKP üçüncü döneminden itibaren belirgin şekilde muhafazakâr bir toplumsal cinsiyet politikası geliştirmeye soyundu. Bir yandan aileyi güçlendirme politikaları çerçevesinde, kürtaja erişimi kısıtlayan keyfi uygulamalar, anneliği diğer şeyler aleyhine öne çıkaran siyasi söylemler, gençleri erken evliliğe teşvik, çalışma yaşamında esnekliği artırma, çocuk doğurmayı teşvik eden yardımlar gibi pek çok uygulamayı başlattı. AKP kadına karşı şiddet ile mücadele politikasında da konuyu, kadını değil, aileyi güçlenirden bir tarzda stratejikleştirmeye çalıştı. Son dönemde genel olarak hükümet yanlısı medya çevrelerinden kaynaklanan ve ağır bir dinsel içerik taşıyan cinsiyetçi ve ayrımcı söylemlerin de güç kazandığını gördük. Bu tür aileci kamu politikalarının ya da cinsiyetçi söylemlerin ne ölçüde etkili ve başarılı olacağını söylemek zor çünkü bu gidişatın akıbetini belirleyecek olan şey, genel olarak AKP iktidarının akıbeti olacak. Bence AKP’nin son dönemdeki cinsiyet politikası, genel otoriterleşme sürecinin bir ayağı olarak görülebilir. Dolayısıyla bu politikaların başarısı ya da başarısızlığı bu otoriterleşmenin nasıl süreceğine bağladır. Ben, bu sürecin belki kısa vadede derinleşebileceğini ancak ülkenin demokrasi güçlerinin kazanacağını düşünüyorum. Ama bu soruya daha derin sosyolojik dinamikler üzerinden yanıt vermek gerekirse, AKP iktidarı sürse bile aileci ve cinsiyetçi politikaların gidebileceği çok fazla yol olmadığını söyleyebiliriz. Bu tür politikalar böyle bir toplumda ciddi yapısal sınırlara tosluyor. Hükümetin aileyi desteklemek için ayırdığı kaynakların azlığını dengelemek için siyasi söylemlere, ideolojik ataklara ağırlık vermesi durumu kurtarmıyor. Ayrıca bu konuda çelişkili gündemler sözkonusu. Hem çok çocuk isteniyor hem de kadınlar daha fazla istihdam alanına çekiliyorlar. Bunu hem kadınlar talep ediyor hem de kapitalizm. Tüm bu koşullara bir de bir bugün ailenin yaşadığı derin kriz dinamiklerini, başta kadınların artan uyanışını, erkeklerin güçlerindeki azalma eğilimini ve bunu yarattığı gerilimleri eklersek, ülkede muhafazakâr bir aile ütopyasının bir geleceği olmayacağını görebiliriz.
Bu söyleşi, Mesele dergisinin Haziran 2015’te yayınlanan 102. sayısında yayınlanmıştır.