“Pozitif Alan” sergisi 1 Aralık Dünya AIDS Günü’nde Amerikan Hastanesi Sanat Galerisi Operation Room’da açıldı. 2 Şubat’a kadar seyirciye açık olan sergi bir “anlamlar epidemiği” olan HIV/AIDS’i deşifre etmeyi amaçlıyor.
Video, yağlı boya, kolaj, heykel, yerleştirme ve fotoğraf gibi farklı medyaları kullanan sanatçıların işlerini birbirleriyle temas ettiren serginin küratörü Alper Turan ile konuştuk.
“Beraberinde nasıl ahlaki, sosyal bir bagaj sürüklüyor? Özellikle 90’lardan sonra doğan bir nesil için AIDS/HIV ne anlamlara geliyor? Tüm tıbbi gelişmelere rağmen gizemini nasıl koruyor?”
Bu soruların yanıtlarını merak ettiğini söyleyen Turan, Pozitif Alan’ın HIV’yi öcüleştirmeyen, onunla barışmayı amaçlayan bir tavrı olduğunu anlatıyor. AIDS’in çevresinde dolanmayı da içine bakmayı da gerekli gördüklerini vurguluyor…
Pozitif Alan sergi fikri nereden çıktı?
Bu sergi, benim Sabancı Üniversitesi’nde devam ediyor olduğum Kültürel Çalışmalar yüksek lisans programında üzerinde çalıştığım tezle birlikte ortaya çıktı. Bölüme girerken HIV/AIDS üzerine çalışmak istediğimi biliyordum. İlk kez ortaya çıktığına inanılan 1984’ten itibaren AIDS, özellikle kuzey Amerika çağdaş sanatında kendine epey yer bulur. Sanat ve aktivizm, halkı ve otoriteleri ölümcül salgın karşısında derhal eyleme geçirmek için birlikte hareket ederler.
Yine özellikle Amerika’da geçtiğimiz birkaç yıl içinde bu dönem üretilen sanat işleri tekrar gündeme geldi, bazıları çok kapsamlı, büyük kurumların ev sahipliği yaptığı çeşitli AIDS sergileri düzenlendi. Avrupa’da bu sergiler şimdiye kadar çok daha az minimaldi. Bugün, Humboldt Üniversitesi’nin ev sahibi olduğu EUROPACH projesi, içerisinde Türkiye’nin de olduğu beş farklı “Avrupa” ülkesinde HIV/AIDS’e dair bir arşiv çalışması yapılıyor ve bu arşivde sanat işleri de yer alıyor. Yine Marsilya’daki Avrupa ve Akdeniz Uygarlıkları Müzesi iki yıl sonra açılacak bir HIV/AIDS sergisine hazırlanıyor. AIDS yakın geçmiş kolektif hafızamıza yerleşmiş kuşaklar arası, uluslaraşırı bir travma. Her ne kadar bu konuda çalışan örgütlerin genel argümanı “AIDS eşcinsel hastalığı değildir,” savını yerleştirmek olsa da, HIV’in en çok gey komünitelerini etkilediğini ve yine en çok geyler tarafından dile getirildiğini söylemek yanlış olmaz, o yüzden AIDS eşcinsel hastalığı değildir argümanı ne kadar doğruysa HIV/AIDS’in bir gey “travması” olduğunu söylemek de doğru olacaktır. “Beraberinde nasıl ahlaki, sosyal bir bagaj sürüklüyor? Özellikle 90’lardan sonra doğan bir nesil için AIDS/HIV ne anlamlara geliyor? Tüm tıbbi gelişmelere rağmen gizemini nasıl koruyor?” Bunlar merak ettiğim sorular.
Ama asıl harekete geçmeye sebep olan şey gittikçe artan HIV oranlarına rağmen Türkiye’de seropozitifler için yapılan aktivizmin cılız, önyargılar kadar self-stigma’nın oldukça yaygın, HIV’nin asla normalleştirilememiş, söze dökülemeyen bir öcü olarak kalması diyebilirim. Bu sergiyi biraz etnografik bir deney gibi görüyorum, nihayetinde bu sergi içinde kendi deneyimlerimden bahsedip otoetnografik bir hale de getireceğim bir teze dönüşecek.
Sergide biraz da Susan Sontag’a referansla AIDS’i bir metafor olarak kullanıyorsunuz. Bu metaforun gerisinde ne var? Bu metafor sizce günümüzde neleri imliyor?
Susan Sontag AIDS’in metaforlarından arındırılması gerektiğini söyler, ona göre bir hastalık ona yapıştırılan etiketlerden arındırılmalıdır. Bu, zamanı için hayli geçerli bir düşünce, zira ilk AIDS krizi sırasında, bu nedeni bilinmeyen, ölümcül, gittikçe yayılan salgın karşısında kamuoyu bazen bir suçlu, bazen bir mağdur tayin etme gayesiyle AIDS’e türlü anlamlar yakıştırıyor. Sontag’ın önerisi hastalığı olduğu gibi görmek, edebiyat değil, gerçek klinik bir olay gibi ele almak.
Sergi bu düşünceyi tam olarak kabul etmiyor, AIDS’le doğrudan alakalı olmayan konuları da sergiye dahil etmeye çalışıyor, AIDS’in çevresinde dolanmayı da içine bakmayı da gerekli görüyor çünkü aslında HIV/AIDS’i medikal durumlar olarak değil, sosyal meseleler olarak ele almaya çalışıyor. Pozitif Alan’ın HIV’yi öcüleştirmeyen, onunla barışmayı amaçlayan bir tavrı da var, biraz iddialı olacak belki ama “bulaşma”yı bir strateji bir metot bir silah olarak görmeyi de amaçlıyor diyebiliriz.
Aynı zamanda DasArt Project’in kurucularındansınız. Almanca’daki das artikeli ile “nötr/cinsiyetsiz” bir imleç kullanıyor ve sanatta androjenliği savunuyorsunuz. Sanatta androjenlik sizce nedir ve nasıl olur?
Virginia Woolf’un, Coleridge’e referans vererek, en iyi aklın androjen akıl olduğunu söylediği Kendine Ait Bir Oda’da bir bölüm vardır,” Androjen akıl yankılanır ve geçirgendir… doğal olarak yaratıcıdır, parlaktır ve yekparedir,” der. Aklın bir anda nasıl birden çok şeye yoğunlaştığı, odağını değiştirdiği, dünyayı farklı bakış açılarına ayırdığından bahseder ve ancak androjen, cinsiyetlerle ayrılmamış bir düşünce mekanizmasının bunu layığınca gerçekleştirebildiğini söyler. Bu androjenlik iddiası da buradan referans alıyor ama bu hayli güçlü bir iddia ve Das Art Project bu noktada tam olarak neyi başarabiliyor, açıkçası, emin değilim. Yine de hem çekirdek küratöryel ekibimizi hem her projede birlikte çalıştığımız kimseleri hem de çoğu zaman epey eril bir mücadele içinde olan sanat dünyasına alternatif olarak kendi çalışma biçimimizi queer olarak tanımlayabilirim.
Bu yazı, Kaos GL internet sitesinde yayınlanan röportajdan kısaltılmıştır. Röportajın tamamını okumak için tıklayın