İlk kez 1944 yılında yayımlanan Büyük Dönüşüm çarpıcı bir cümleyle başlıyor: “Ondokuzuncu yüzyıl uygarlığı çöktü”. Polanyi bu eserinde bir yandan bu çöküşün siyasal ve ekonomik kaynaklarını ortaya koyuyor, diğer yandan ondokuzuncu yüzyıl uygarlığının toplumda yol açtığı “büyük dönüşüm”ü analiz ediyor.
Ondokuzuncu yüzyıl uygarlığı dört kurum üzerinde temellenmişti. Bunlar; a) büyük devletler arasındaki güç dengesi, b) uluslararası altın standardı, c) kendi kurallarına göre işleyen piyasa ve d) liberal devlet. Bunlar arasında Polanyi’ye göre sistemin can damarı ve onun temel biçimlendiricisi kendi kurallarına göre işleyen piyasa idi ve ondokuzuncu yüzyılın kurumsal yapısının anahtarı da piyasa ekonomisinin işleyişini belirleyen kurallarda saklıydı.
Bu tezin oldukça sivri bir tez olduğunu Polanyi’nin kendisi de kabul ediyor. Çünkü iddiasına göre, ondokuzuncu yüzyıl uygarlığı kişisel kazanç üzerine kurulu ekonomik bir uygarlıktı ve kendi kurallarına göre işleyen piyasa sistemi de bu ilke üzerinde temellenmişti. Ne var ki bu piyasa sistemi “ütopik” bir sistemdi. Polanyi’nin tezi iddialı olduğu kadar sarih de: “dengesini kendi sağlayan piyasa fikri düpedüz bir ütopyadır”. Ütopyadır, çünkü kendi kurallarına göre işleyen piyasa, toplumun insani ve doğal özünü yok etmeksizin yaşayamaz ve yaşayamadı da. İnsanı yok eden ve yaşadığı ortamı da çöle çeviren bu piyasanın işleyişine karşı toplum tepkisel bazı önlemler almak durumunda kaldı. Ne var ki, Polanyi’ye göre, toplumun kendini korumak için aldığı önlemler piyasanın kendi yasalarını bozdu ve çalışma yaşamını alt üst etti. Bu şekilde toplum başka bir şekilde tehlike altına girmiş oldu.
Polanyi’ye göre, bir taraftan kendi kurallarına göre işleyen piyasa diğer taraftan da bu piyasa sistemine karşı toplumun gösterdiği kendini koruma refleksi, ikisi birlikte, ondokuzuncu yüzyıl uygarlığını yıkıma uğrattı.1
Büyük dönüşümün kaynaklarını bulmak için odak noktamızı piyasa ekonomisinin yükselişi ve düşüşü süreçlerine çevirmemiz gerektiğini söyleyen Polanyi ortaya başka bir çarpıcı tez daha atıyor: “Alman faşizmini anlamak için Ricardo İngilteresi’ne dönmemiz gerekiyor” (s. 70).2 Sanayi devrimi, piyasa ekonomisi, serbest ticaret ve altın standardı İngiltere menşeili idi. Yirminci yüzyıla gelindiğinde bütün bu kurumlar Avrupa’nın her tarafında çöktü. Almanya, İtalya ve Avusturya gibi ülkelerde bu çöküş siyasal bir niteliğe büründü. Polanyi burada “siyasal” derken şüphesiz faşizmi kastediyor.
Yirminci yüzyılın ilk çeyreğindeki büyük altüst oluşları anlama konusunda Polanyi bu eserinde, tarihsel bir perspektifle, piyasaların evriminden hareket ederek dikkatlerimizi kendi kurallarına göre işleyen piyasa sistemine çekiyor.
Peki, “piyasa ekonomisi” nedir ya da Polanyi’ye göre bu nasıl tanımlanır? “Piyasa ekonomisi,” diyor Polanyi, “kendi kurallarına göre işleyen bir piyasalar sistemi demektir … piyasa fiyatları ve yalnızca piyasa fiyatlarıyla yönetilen bir ekonomidir bu. Ekonomik yaşamın tümünü dışarıdan yardım ve müdahale gelmeden örgütleyebilen bu tür bir sisteme, kesinlikle kendi kurallarına göre işleyen bir sistem denilebilir” (s. 85).
Polanyi’ye göre, makinalı üretime dayalı böylesi bir ticari toplumun içerdiği şey toplumun doğal ve insani özünün metalara dönüştürülmesidir. Doğa ve insanın metalara dönüştürüldüğü bu piyasa sistemi doğal çevreyi tahrip etmenin yanında insan ilişkilerini de alt üst eder.
Bu noktada iki şeyi ayırmak gerekebilir. Polanyi, piyasa kurumuna bütünüyle karşı değildir. Daha çok piyasa kurumunun ekonomi ve toplum üzerindeki rolüne vurgu yapmaktadır. Ayrıca piyasa sisteminin topluma ve ekonomik mantığa bütünüyle egemen olmasına karşı durduğu gibi emeğin ve doğanın metalara dönüştürülmesine karşı da eleştirel bir pozisyon alıyor. Çünkü Polanyi’ye göre, kendi kurallarına göre işleyen piyasa kurumu tarihin başka hiçbir döneminde ondokuzuncu yüzyıldaki kadar baskın olmamıştı. Üstelik bu durum uygarlığın çöküşünü hazırlamıştı.
Bu bağlamda Polanyi’nin piyasaların evrimine dair görüşlerini kısaca ele almak anlamlı olabilir.
Günümüzden önce piyasa
Polanyi, günümüzden önce piyasalar tarafından kontrol edilen bir ekonominin var olmadığı tezini öne sürüyor. Aynı şekilde, kâr ve kazanç da insan ekonomilerinde daha önce hiçbir zaman önemli olmamıştır. Piyasaların varlığı ve yaygınlığı veri olmakla beraber bu kurumun ekonomik ve toplumsal yaşam içinde oynadığı rol, ondokuzuncu yüzyıl uygarlığı ile karşılaştırıldığında, hiçbir zaman baskın değildi. Bu ayrımdan hareketle Polanyi, Adam Smith’in “ekonomik birey” yaklaşımını eleştirir ve insanın sözde takas ve değişim eğilimine sahip olduğu türünden bir görüşün bütünüyle safsata olduğunu söyler (s. 86). “Takas eğilimi” gibi doğal bir açıklama ile yetinen liberal iktisadın tezine tarihsel bir analizle müdahalede bulunan Polanyi, ondokuzuncu yüzyıl öncesinde, kısmen bile olsa, piyasaların kontrolünde olan bir ekonomi var olmamıştı, der. Burada yazarın en bilindik tezine gelmiş oluyoruz: Ekonomi sosyal ilişkilerin içine gömülüdür.3 Topluma egemen değildir, sadece toplumsal örgütlenmenin bir fonksiyonudur. Bu tez, liberal iktisadın “ekonomik birey”ini alt üst eder. Şöyle der Polanyi: “İnsan, maddi zenginlik edinmekteki bireysel çıkarlarını korumak gayesiyle hareket etmez; toplumsal konumunu, sosyal haklarını ve sosyal değerlerini korumak üzere hareket eder. Maddi zenginliğe ancak bu amaçlara hizmet ettiği için değer verir” (s. 88-89). Bir kabilede “bireyin ekonomik çıkarı” diye bir şey söz konusu olamaz; çünkü topluluk bireylerin aç kalmasını önleme görevini üstlenmiştir. Birey değil topluluğun çıkarı ön plandadır.
Kazanç amacının olmadığı, ücret karşılığı çalışma ilkesinin olmadığı bir kabilede ekonomik düzen iki ilke üzerinden sağlanmaktaydı: karşılıklılık ve yeniden dağıtım/bölüşüm. Polanyi, ekonomiyi yönlendiren bu iki ilkeye mübadele/değişim ilkesini de ekler. Sosyal örgütlenme bu şekilde yürüdüğü sürece “bireysel ekonomik dürtüler” ortaya çıkamaz. Esasında Polanyi’ye göre tüm insan toplumlarında üretim ile dağıtım üç ilke tarafından; yeniden dağıtım/bölüşüm, karşılıklılık ve değişim/mübadele ilkeleri tarafından düzenlenir. Buna Yunanların oeconomia dedikleri ev idaresi de eklenebilir.
Argümanını tarih ve antropoloji çalışmalarına dayandıran Polanyi liberal “ekonomik birey” tezinin bir ideoloji olduğuna bizi iyice ikna ediyor: “Kendisi veya ailesi için yiyecek arayan ve avlanan bireyci vahşi tipi, hiç var olmadı. Gerçekte, ailenin ihtiyaçlarını karşılamak, ancak tarımın ileri bir düzeye ulaşmasından sonra ekonomik yaşamın bir özelliği durumuna geldi; bununla birlikte, o zaman bile, bunun ne kazanç dürtüsü ne de piyasa kurumuyla bir ilişkisi vardı. … Kendine yeten birimi ister aile, ister malikâne oluştursun, ilke her zaman (aynıydı): Yani, grup üyelerinin ihtiyaçlarını karşılamak için üretim ve depolama” (s. 97).
Kazanç için üretim yapma ilkesi Aristo’nun da altını çizdiği gibi “insan doğasına aykırı” bir ilkedir. Hiçbir sınır tanımadığı için Aristo bu ilkeyi reddeder. Polanyi’ye göre Aristo burada, sınırları oluşturan sosyal ilişkilerden bağımsız bir ekonomik amacın olamayacağına işaret etmektedir (s. 99).
Peki, tek tek piyasalardan bir piyasa ekonomisine, dışarıdan düzenlenen piyasalardan kendi kurallarına göre işleyen piyasaya geçiş doğal tedrici bir evrimsel gelişim ile açıklanabilir mi? Polanyi çok net olarak buna “hayır” cevabını veriyor. Çünkü piyasalar, ekonominin içinde değil, dışında işleyen kurumlardı. Smithçi iktisat bireyin takas eğiliminden yola çıkar ve buradan yerel piyasaların ve işbölümünün gerekli olduğu sonucuna varır.4 Bu şekilde ticaret, dış ticaret ve uzak mesafeler arası ticaret bireyin takas eğilimi üzerine inşa edilir. Bütün bir iktisadi mantığı bireyden hareketle inşa eden liberal iktisat anlayışına karşı Polanyi bu mantığı bütünüyle tersine çeviriyor. Polanyi’ye göre piyasalar topluluk içinde değil dışında işleyen kurumlardı, bu sebeple başlangıç noktası birey değil dış ticaret olmalıdır. Bu şekilde Polanyi dikkatlerimizi topluluk içinden topluluk dışına kaydırıyor. Başlangıç noktası uzak mesafeler arası ticaretti; bu da bölgeler arası işbölümünün bir sonucuydu. Polanyi’ye göre piyasaları ortaya çıkaran bireyin takas eğilimi değil, tam da uzak mesafeler arası ticaret idi. Her zaman olmasa bile çoğu zaman durum böyleydi. Yine de Polanyi bir konuda, dış ticaretin mutlaka piyasaları gerektirdiği görüşüne mesafeli duruyor: “Vardığımız sonuç, insan topluluklarının dış ticaretten hiçbir zaman bütünüyle uzak olmamaları, ama bu ticaretin mutlaka piyasalar gerektirmediği. Dış ticaret, başlangıcında, takastan çok macera, keşif, av, korsanlık ve savaş nitelikleri taşıyor. … (Dış ticaret) genellikle, takas değil, karşılıklılık ilkesine göre düzenleniyor” (s. 104).
Polanyi’nin dış ticaret vurgusu yerel piyasalar için de geçerlidir. Yerel piyasalar da bireysel takas işlemlerinden kaynaklanmaz. Yerel ve uzak mesafe ticareti arasında yapılan bu ayrım, her şeyin iç içe girerek geliştiğini düşünen evrimcilere başka bir darbe indirir (s. 109). Tedrici evrimsel gelişim görüşü bu şekilde “kesintiye” uğratıldığında, ortaya çıkan sonuç oldukça açıktır: modern dönemde iç ticaretin kaynağı olarak yerel ticaret de uzak mesafe ticaret de temel alınamaz.
Kendi kurallarına göre işleyen piyasa
Emek, toprak ve paranın metalara dönüştürüldüğü bu piyasa sisteminde, piyasaların tarihte, toplum içinde oynadığı rol tersine çevrilmiştir: artık ekonomik sistem sosyal sistemin içine gömülü değildir, toplum bütün bir ekonomik sistemin “aksesuarına” dönüşmüştür.
Kendi kurallarına göre işleyen bir piyasa sistemi toplumsal gerçekliği ekonomik ve sosyal olarak ikiye böler. Polanyi’nin burada vurgulamak istediği nokta oldukça açık; ne kabilelerde ne feodal ne de merkantilist koşullar altında toplum içinde ayrı bir ekonomik sistem yer almaz. Ekonomik sistem toplumsal düzenin içine yerleşmiştir ve bununla uyum içindedir. Ama ondokuzuncu yüzyıl uygarlığı bu “uyum” halini köklü bir şekilde bozmuştur. Burada Polanyi emek, toprak ve paranın metalara dönüştürülmesini başlangıç noktası olarak alıyor. Bir piyasa ekonomisi bütün bu üç unsuru içermek zorundadır, diyor. Ama emek ve toprak demek insanlar ve doğal çevre demektir. Bunları piyasa mekanizmasına sokmak, toplumun özünün piyasa kurallarının hâkimiyeti altına alınması anlamına gelir (s. 118). Bu şekilde iktisadi mantık topluma egemen olur ve kendi yasalarını topluma dayatır. Polanyi’nin o ünlü tezine tekrar geliyoruz: Ekonomi toplumsal ilişkiler içine yerleşecek yerde, sosyal ilişkiler ekonomik sistemin içine yerleşmiş olur.
Emek, toprak ve para ampirik/gerçek meta tanımı dışında olan metalardır ki Polanyi bunları “hayali metalar” olarak adlandırır: “Emek yalnızca yaşamın yanında yer alan bir insan faaliyetine verilen addır. Satılmak üzere değil, bütünüyle değişik nedenlerle ortaya koyulur ve yaşamın diğer yönlerinden ayrılmaz, saklanması veya işletilmesi olanağı yoktur; toprak yalnızca doğanın başka bir adıdır, insan tarafından üretilmemiştir; nihayet para, yalnızca satın alma gücünün kural olarak hiçbir zaman üretilmeyen, bankacılık sistemi ve devlet maliyesince düzenlenen bir simgesidir” (s. 119-20). Polanyi’ye göre emek de toprak da para da, hiçbiri, satılmak üzere üretilmez. Bu yüzden bunlar “hayali metalar”dır.5
Burada Polanyi düşündürücü bir şerh düşüyor; Marx’ın meta fetişizmi, diyor, aslında ampirik/gerçek metaların değişim değerleri ile ilgili bir teoridir; “hayali metalar” olan emek, toprak ve para ile hiçbir ilgisi yoktur (s. 120; 3 no’lu dipnot). Polanyi’nin bu Marx yorumunu belki başka bir yazıda etraflıca tartışabiliriz; bu yazının amaçları açısından burada kendimi Polanyi’nin hayali metalar konusundaki temel derdinin ne olduğunu biraz daha açmakla sınırlamak istiyorum.
Polanyi, kendi ahlaki duruşu açısından haklı olarak emek meta olamaz der, çünkü emek kullanımı demek fiziksel, psikolojik ve ahlaki bir birim olarak “insan” varlığının kullanılması demektir. “İnsan” bedenine yapışık ve ondan ayrılamaz olan emek gücünü bir kömürü taşırken ya da tahtayı kesip kırarken olduğu gibi hoyratça kullanabilir misiniz? Aynı şey doğa için de geçerlidir. Polanyi, bir doğa unsuru olan toprağı soyutlayıp bundan bir toprak piyasası oluşturmak der, “belki de atalarımızın yaptığı en acayip şeydi” (s. 249). Bir bütün olarak doğa meta üretiminin doğrudan bir alanı ve “nesnesi” haline geldiğinde neler olabilir? Çevre bozulur, nehirler kirlenir, yiyecek ve hammadde üretme gücü yok olur vs. Ya da bugünün dünyasına bakılsın: Doğanın ve canlı yaşamının meta gerçekliğine indirgenerek hoyratça tüketilmesi salgınların ortaya çıkmasında temel neden değil mi?
Polanyi, bu eserinde bize, Alman faşizmini anlamak için Ricardo İngilteresi’ne dönmemiz gerektiğini söylemişti. Başka bir bağlamda ele alınırsa şöyle de diyebiliriz: Bugünün Covid-19 salgınını anlamak için kendi kurallarına göre işleyen piyasa sistemine dönmemiz gerekiyor. Polanyi’nin çöktüğünü söylediği “uygarlık”, bastırılanın geri dönüşü misali 1980’lerle birlikte tekrardan ortaya çıktı. Şu halde bugün yaşanan insani ve çevresel bozulma ve çöküş halini yaklaşık kırk yıla yayılan neoliberal karşı devrim sürecine hiçbir referans vermeden açıklayabilir miyiz? Sanmıyorum. Bugünün insan toplumu sermaye düzeninin bir “aksesuarı” haline gelmişken Polanyi’nin gündeme gelmesi tesadüf olmasa gerek.
Devletin aktif rolü
Piyasaların evrimine dair devleti analize dâhil eden ve tarihsel bir analiz sunan Polanyi’nin eleştirel müdahalesi şüphesiz çok önemlidir. Gerçekten de emek piyasasının oluşturulmasında devletin son derece kilit bir rolü vardır. Bu aslında Marx’ın (2011) Kapital’deki “ilk birikim” teziyle de çelişmeyen bir yaklaşım. Gerek Marx gerekse Polanyi, bir emek piyasasının oluşturulması konusunda devletin aktif rolünün çok iyi farkındaydı. Piyasaların “inşa edilen” gerçeklikler olduğu yönündeki bu önemli kavrayış, şüphesiz her şeyi bireyin “takas eğilimi” üzerinden açıklayan “doğal” tarih anlayışıyla da düpedüz bir karşıtlık oluşturmakta. “Laissez-faire’in” diyor Polanyi, “hiçbir doğal yanı yoktu; işler oluruna bırakılmış olsa, serbest piyasalar hiçbir zaman ortaya çıkamazlardı. Serbest ticaret sanayilerinin önde geleni pamuk sanayiinin gümrük tarifeleri, ihracat primleri ve dolaylı ücret desteklemeleri yardımıyla kurulması gibi, laissez- faire’in kendisi de devlet tarafından uygulanmıştı” (s. 201). Esasında ekonomik liberalizm liberal devletle iç içe geçer. Polanyi bu konuya özellikle dikkatlerimizi çekiyor.
Sanayi Devriminin en canlı döneminde, 1785’ten 1834’e kadar, yaklaşık elli yıllık bir süreçte, devlet eliyle İngiltere’de bir emek piyasasının oluşturulmasının engellendiğini söylüyor Polanyi. Speenhamland Yasası’nı bu bağlamda tartışarak ortaya bir başka iddialı tez daha atıyor: “İngiltere’de 1834’e kadar rekabetçi bir emek piyasası kurulmadı; dolayısıyla sanayi kapitalizminin bu tarihten önce bir sosyal sistem olarak var olduğu söylenemez” (s. 133). Aslında “özgür” bir emekçiler sınıfının varlığı ile sermaye çağının şafağı arasında kurulan bu ilişki Marx’ta (2011) da var; ne var ki Marx dikkatini sermayenin üretimi sürecine veriyor ve sistemin işleyişini dolaşım (piyasa), üretim, tüketim, gerçekleşme ve (genişleyen) yeniden üretim süreçlerinin bütünlüklü bir analizi üzerine inşa ediyor. Polanyi ise dikkatlerimizi daha çok piyasaya çekmekte. Devletin aktif rolünü göstermekte ve liberal bireyci ve doğal bir iktisat anlayışı karşısına tarihsel bir analiz ile çıkıp “inşacı” bir piyasa tezini işlemektedir. Sosyal bir sistem olarak kapitalizmin işleyişini ve tarihini anlamak bakımından olduğu kadar liberal ideolojiyle tartışmak bakımından da Polanyi önemli bir açılım sunmakla birlikte, sermaye birikiminin mantığını bütünselliği içinde görebilmek için esasında Marx’a ihtiyacımız var. Kanımca Marx sermaye gerçekliğini anlamamız konusunda daha bütünlüklü bir analiz sunuyor. Polanyi dikkatini piyasaya (dolaşıma) verdiği için üretim ilişkilerini ve buna tekabül eden sınıf çelişkisini geri plana atıyor. Büyük Dönüşüm’ün 13. Bölümü’nde Polanyi sınıf bakış açısına dayalı bir analizi bilinçli bir şekilde tercih etmediğini açıkça belirtiyor zaten. Burada yazarın temel tezi şu: “(S)ınıf çıkarlarına bakarak toplumdaki uzun vadeli hareketlerin ancak kısıtlı bir açıklaması yapılabilir” (s. 217). Polanyi’ye göre, sınıfların kaderi toplumun ihtiyaçları tarafından belirlenir. Burada sınıfların da içinde yer aldığı “toplumsal bütünlüğe” dikkatlerimizi çekiyor Polanyi. Sınıfların doğuş ve ölüşü, amaçları ve sınıflar arasındaki dayanışma ve zıtlaşmalar toplumun bütünü dışında ele alınamaz, diyor (s. 217).
Liberalizm ile faşizm ilişkisi
Kendi kurallarına göre işleyen piyasa sisteminin içine düştüğü çıkmazda faşizm bir “çözüm” olarak ortaya çıkmıştı. Toplumun kendini “koruyuşu” bu şekilde gündeme geldi. Faşizmin rolünü bir tek unsur belirliyordu diyor Polanyi, o da piyasa sisteminin içinde bulunduğu durumdu (s. 324). Dikkatimizi liberal kapitalizm ile faşizm arasındaki içsel ilişkiye çekmeye çalışan Polanyi konuyu piyasa gerçekliğinin optiğinden anlatmaktadır. Piyasa sisteminin içine girdiği bunalım halinin proleter devrim tehlikesinden bile daha tehditkâr olduğunu söylüyor. Liberal kapitalizm yönünden asıl “korku” proletarya ile ilgili değildi, daha çok piyasayla ilgiliydi (s. 260-61). İşçi sınıfı sendikaları ve partileri piyasa ekonomisi kurallarını hiçe sayarak sistemin işleyişini tehlikeye atmaktaydı. Polanyi’ye göre bu durumdan çıkış konusunda köylü sınıfı “müesses nizamın” koruyucusu olarak öne çıktı. “Korku … piyasa ekonomisinin felce uğrayabileceği korkusuydu. Köylüler bu (durumu) ortadan kaldırabilecek tek sınıf olarak kaldıkları sürece saygınlıkları büyüktü” (s. 261). Ama daha sonra müesses nizamı koruma görevi köylü sınıflarından şehirli orta sınıfın alt tabakalarına geçince bu durum burjuvaziyi köylülere bağımlılıktan kurtardı (s. 262). Polanyi’nin liberalizm ile faşizm arasındaki içsel bağlantıyı göstermesi çok önemli olmakla beraber, faşizm tahlilini yalnızca piyasa mantığına dayanarak yapması ve sınıfsal güç ilişkilerini analizinin merkezine almaması ve buna daha çok ikincil bir rol vermesi, kanımca yeterince açıklayıcı değil. Piyasa mantığına dayanan analiz Polanyi’de oldukça merkezi bir rol oynar, öyle ki faşizm gibi sosyalizmin de işlemeyen bir piyasa toplumunun içinde kök saldığı tespitini yapar (s. 321). Sosyalizm sadece, işlemeyen piyasa sistemine bir başka açıdan “çözüm” oluşturuyordu. “Sosyalizm,” der Polanyi “özünde, sanayi uygarlığının doğasında bulunan bir eğilimdir: Kendi kurallarına göre işleyen piyasayı demokratik topluma bilinçli olarak bağımlı kılarak aşma eğilimi”dir (s. 314).
Polanyi, ondokuzuncu yüzyıl uygarlığının çöküşünü de yine piyasa odaklı bir analiz temelinde yapar; bu konuda ne savaş ne sosyalist proletarya ve ne de faşizm çöküşün asli nedeni olarak kavranır. Bütün bunlar aslında kendi kurallarına göre işleyen piyasa sisteminin sonuçları olarak ortaya çıkmıştır. “Ondokuzuncu yüzyıl uygarlığı,” diyor Polanyi, “barbarların içten veya dıştan saldırıları sonucu yıkılmadı; canlılığını yok eden ne Birinci Dünya Savaşı’nın yol açtığı yıkım ne de sosyalist Proletaryanın veya faşist aşağı orta sınıfın isyanıydı. Çöküşü kâr haddinin düşüşü, eksik tüketim veya fazla üretim gibi sözde ekonomik yasaların sonucu (da) değildi. O, bütünüyle değişik nedenlere bağlı olarak dağıldı: Toplumun kendi kurallarına göre işleyen piyasa tarafından yok edilmemek için uyguladığı önlemlere bağlı olarak” (s. 332). Ama bir noktanın altını özellikle çizmeye çalışıyor Polanyi; piyasa toplumunun sonu diyor, kesinlikle piyasanın sonu demek değildir. Çünkü Polanyi’ye göre, piyasalar hep vardı; Taş Devrinin son dönemlerinden beri piyasa kurumu oldukça yaygındı; sadece oynadığı rol ekonomik yaşam içinde hiçbir zaman baskın değildi (s. 85-86). Şu durumda, kendi kurallarına göre işleyen piyasa sistemi çökmüş olsa dahi, piyasa gerçekliği çeşitli biçimler altında varlığını sürdürebilir ve sürdürmektedir. Polanyi’nin eleştirel duruşu, piyasa mantığının ekonomik ve toplumsal mantığı bütünüyle hâkimiyeti altına alması noktasında düğümleniyor. İnsani ve doğal olanı yozlaştıran ve yok eden bir piyasa işleyişi Polanyi’nin eleştirel bakışının ana gündemini oluşturur.
Sonuç
Polanyi’yi bugün hangi bağlamda okuyabiliriz? Kendi kurallarına göre işleyen piyasa sisteminin yeniden gündeme geldiği 1980’lerle birlikte belki bir güncellik kazanmış olabilir. Benzer şekilde güncel faşizm tartışmaları dolayında piyasa sistemi (“neoliberalizm”) ile faşizm arasındaki içsel bağlantıların kurulması noktasında da Polanyi önemli bir dayanak olabilir. Eserin çevirmeni Ayşe Buğra, kitaba yazdığı Önsöz’de de bunu belirtiyor: “(F)aşizm, toplumun kendini piyasa sistemine karşı korumak üzere geliştirdiği talihsiz bir yöntem olarak gene gündemde” (s. 31). Ama Polanyi bir başka açıdan, örneğin insanlık tarihine üretim tarzları değil de mübadele tarzları açısından bakma noktasından da okunabilir.
Alman sosyolog Simmel Paranın Felsefesi (2014) adlı eserinde mübadele konusuna erken bir tarihte dikkat çekmişti. Simmel’den sonra Polanyi insanlık tarihini piyasa temelli bir bakışla tarihsel (ve özselci) bir analizle ele aldı. Bu çizgi bugün, kanımca, Karatani ile zirveye taşınmış bulunuyor. Dünya tarihini mübadele tarzları perspektifinden okuyan ve kendi deyişiyle sermaye-ulus-devlet gerçekliğini aşma konusunda bütünsel bir yaklaşım sunmaya çalışan Karatani (2017) dikkatlerimizi bir kez daha mübadele gerçekliğine çekiyor. Polanyi’yi Karatani ile birlikte okumak (ya da tersi) ve buna Simmel’i dâhil etmek neden olmasın?6
Yukarıda Polanyi’nin tezini ana hatlarıyla ortaya koyarken yer yer eleştirel bazı notlar da düştük. Karatani söz konusu olduğunda bu notlara bir yenisini daha eklemek gerekebilir. Şöyle ki: Polanyi, piyasa kurumunun tarihini anlatırken günümüzden önce bireyin özgürlüğünün toplum içinde erimiş olduğundan ve toplumun bireyi koruduğundan bahsetmişti. Kendi kurallarına göre işleyen bir piyasa sisteminde ise bireyin özgürlüğü vardır ancak birey toplumsal korumanın dışına fırlatılmıştır. Peki, özgürlük ve eşitlik ilkelerinin, ikisinin birden, varlığı mümkün olabilir mi? Ya da nasıl olabilir? İzonomi adlı eserinde Karatani (2018) modern demokrasinin özgürlük ve eşitliği aynı anda sağlayamadığını söyler; yapabileceği ise yalnızca neoliberalizm ile refah devleti arasında bir sarkaç gibi salınmaktır. Karatani’ye göre bu durum ancak izonomi ilkesi ile aşılabilir. İzonomi, hükmetmenin olmaması demektir; bu ilke İyonya toplumunda yalnızca düşüncede değil gerçek hayatta da işleyen bir ilkeydi. Polanyi, haklı olarak “karmaşık bir toplumda insan nasıl özgür olur?” sorusunu tartışmaya açar. Dikkatini özgürlüğün korunmasına yoğunlaştıran Polanyi bu görevi insanın kendisine teslim eder. Modern demokrasi konusunda Karatani’nin bahsettiği türden ikilemin aşılması hususunda Polanyi ikna edici bir tez geliştirmemişti. Adil ve özgür bir toplum için sadece insanların istekli ve mücadeleci olmaları gerektiğini söyledi. Bu bağlamda Karatani’yi okumak Polanyi’yi eleştirel gözle değerlendirme konusunda bizlere şüphesiz önemli bir kapı açmaktadır.
Kaynakça
Buğra, A. (2009). Polanyi’nin Çifte Hareket Kavramı ve Günümüz Piyasa Toplumunda Siyaset. A. Kılıç (çev.). A. Buğra ve K. Ağartan (Der.). 21. Yüzyılda Karl Polanyi’yi Okumak: Bir Siyasi Proje Olarak Piyasa Ekonomisi içinde (s. 237-259). İstanbul: İletişim Yayınları.
Jessop, B. (2009). Hayalî Bir Meta Olarak Bilgi: Polanyici Bir Yaklaşımın Katkıları ve Sınırları. A. Kılıç (çev.). A. Buğra ve K. Ağartan (Der.). 21. Yüzyılda Karl Polanyi’yi Okumak: Bir Siyasi Proje Olarak Piyasa Ekonomisi içinde (s. 163-186). İstanbul: İletişim Yayınları.
Karatani, K. (2017). Dünya Tarihinin Yapısı: Üretim Tarzlarından Mübadele Tarzlarına. Ali Karatay (çev.). İstanbul: Metis Yayınları.
Karatani, K. (2018). İzonomi ve Felsefenin Kökenleri. A. N. Bingöl (çev.). İstanbul: Metis Yayınları.
Marx, K. (2011). Kapital: Ekonomi Politiğin Eleştirisi. Cilt 1. M. Selik ve N. Satlıgan (çev.). İstanbul: Yordam Kitap.
Polanyi, K. (2020). Büyük Dönüşüm: Çağımızın Siyasal ve Ekonomik Kökenleri. A. Buğra (çev.). İstanbul: İletişim Yayınları.
Sayer, A. (2009). Önsöz. A. Kılıç (çev.). A. Buğra ve K. Ağartan (Der.). 21. Yüzyılda Karl Polanyi’yi Okumak: Bir Siyasi Proje Olarak Piyasa Ekonomisi içinde (s. 9-12). İstanbul: İletişim Yayınları.
Simmel, G. (2014). Paranın Felsefesi. Ö. D. Aydın ve Y. Alogan (çev.). İstanbul: İthaki Yayınları.
Smith, A. (2008). Milletlerin Zenginliği. H. Derin (çev.). İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
* Gencer Çakır’ın bu yazısı ilk olarak Strata dergisinin Eylül 2020 tarihli 5. sayısında yayınlanmıştır
1 Ondokuzuncu yüzyıl uygarlığını yıkıma uğratan bu iki gelişme Polanyi’de “çifte hareket” olarak kavramlaştırılır. Kavrama dair güncel bir tartışma için bkz. (Buğra, 2009).
2 Bu esere (Polanyi, 2020) yapılacak göndermeler, aksi belirtilmedikçe, metin içinde sayfa numaraları ile gösterilecek.
3 Yeri gelmişken Andrew Sayer bu tezin “düşkırıklığı yaratan bir sınırlılık ve muğlaklığa sahip” olduğunu söyler (2009: s. 10).
4 “İşbölümü … insan tabiatındaki belirli bir eğilimin, yani alıp vermek, bir şeyi bir başka şeyle trampa ve değiş etmek eğiliminin … kaçınılması imkânsız olan sonucudur” (Smith, 2008: s. 14).
5 Bob Jessop’a göre hem Marx hem Polanyi, her ikisi de, toprağı (doğayı), emek gücünü ve parayı “hayali metalar” olarak görür (2009: s. 168-69).
6 Şaşırtıcı bir şekilde Karatani (2017) Simmel’den hiç ama hiç bahsetmez. Bunun bir eksiklik olduğunu düşünüyorum.