Okuduklarım beni yanıltmadıysa ya da okuduklarımı yanlış anlamadıysam -ki sonuçta insanız bu da olası- insanoğlunun biyolojik ve kültürel varlığı günümüzden iki milyon yıl öncesine uzanıyor. Antropoloji bilimi bunu üç temel çağda topluyor: Eski taş devrini ve yontma taş devrini kapsayan Paleolitik çağ, birincisidir. M.Ö. on bin yıl önce başlayarak yeni taş, cilalı taş devri ve üretimin -yani tarımın- başladığı dönem olan Neolitik çağ da ikincisi ve de M. Ö. 1800’lü yıllarda başlayıp bronz ve demir çağını kapsayan üçüncüsüyse Endüstri çağı… Yani içinde bulunduğumuz çağ…
İnsanoğlunun biyolojik evrimi beş yüz bin yıl öncesinden başladı. Birçok aşamadan geçti ve günümüze gelindi. Tabii ki durağan olamayan bu biyolojik evrim farkında olalım olmayalım sürmektedir. Wikipedia özetle evrim, popülasyondaki gen ve özellik dağılımının nesiller içerisinde seçilim baskısıyla değişmesidir, diyor ve ekliyor; bazen dünyanın evrimi, evrenin evrimi ya da kimyasal evrim gibi kavramlardan ayırmak amacıyla organik evrim ya da biyolojik evrim olarak da adlandırılır. Modern biyolojinin temel taşıdır.
Bu teoriye göre hayvanlar, bitkiler ve Dünya’daki diğer tüm canlıların kökeni kendilerinden önce yaşamış türlere dayanır ve ayırt edilebilir farklılıklar, başarılı nesillerde meydana gelmiş genetik değişikliklerin bir sonucudur, diye.
Kültürel evrime geçmeden önce kültürden ne anlamamız gerektiğini belirteyim. Kültür hakkında birçok tanım yapılabilir belki ama en azından ortak bir tanım olduğuna inandığım dillendirmeyi yineleyeyim: Kültür, doğanın verdikleri dışında olan ve insanların yarattığı her şeydir. Bunu dedikten sonra kültürel evrime geçebiliriz sanırım.
Kültürel evrim, Paleolitik çağda çok ağır ilerledi. Beraberinde bir tartışma da yarattı. Arkeologlarla antropologlar arasındaki tartışma şu: Kültürel evrimin biyolojik evrimi ne zaman geride bıraktığı… Oysa biliyoruz ki birinci çağ neredeyse iki milyon yıl sürdüğü hâlde; tarımla filizlenip günümüzdeki Endüstri Devrimi’ne uzanan üçüncü çağ ise; her benzetme hatalıdır ama yine de bu çağı bir insan bebeğinin emekleme sürecine benzetebiliriz. Çünkü üçüncü çağın geçmişi on bilemedin on iki bin yıldır… (Göbeklitepe buluntuları bunu birkaç bin yıl ötelese de) Bu yüzden kendimiz olabilmek, yani aklını kullanan bir tür olarak daha da olgun olmak ki buna insan olmak diyeyim anlaşılmak için; öyle kolay değil, maalesef. Farkındalık duyumuzla birlikte kendimizi oldurmak, görünmeyen fazlalıklarmızı taşın fazlalıklarını atarak mükemmel yontular ortaya çıkaran Rodin gibi yontabilmemizle orantılı bir sonuç. İnsan olabilmek, öyle davranabilmek, kendimiz dediğimiz olgunluğa sahip olmak sanıldığı üzere insan doğmaktan ibaret değil. Kendimiz olabildiğimizi ölçüde yayıp ettiğimiz şeyler de insana özgü ve doğru şeyler olacaktır.
En sıradan çocuk kitabı yazarından konularında bilgili birçok uzmana göre ‘çocukları korumak ve her şeyi onlara iyi ve olumlu yönleriyle göstermek’ gerekir. Ellerindeki olanakları kullanarak bu gerçekçi olmayan düşüncelerini uyguluyorlar da, ne yazık ki… Çocukları içine doğdukları aileden, ortamdan ve kültürden habersizmiş gibi yetiştirmek çabası düpedüz kandırmak ve hayata hazırlamak olmadığı gibi, hiç inandırıcı da değil üstelik. Ve bu konu neredeyse yüz elli yıl öncesinden de savunulmuş, tartışılmış, pek de karşılık görmemiştir. Görmüş olsaydı kendimize kıble edindiğimiz ülkeler hiç de imrenilecek düzeyde olmazdı. O imrenilen düzeyi yakalayan ülkeler değil, o ülke insanlarıdır. Gerçekçi ve olmazsa olmaz bir eğitimle, hayata hazırlanabildikleri için hem mutlular hem de başarılılar. İşte çocuklara, hayatın tatlı ve iyi yönlerini anlatma konusunda bir alıntı:
Gustave Flaubert, George Sand’a yazdığı 5 Temmuz 1868 tarihli uzun mektubunun bir yerinde şöyle der: Sizin, ‘küçüklere akılları erinceye kadar, iyiyi kötüden ayırıncaya kadar hayatın yalnızca tatlı ve iyi yanlarını göstermek’ fikrinize ben katılmıyorum; çünkü ilerde korkunç bir his, sonsuz bir hayal kırıklığı meydana gelebilir onlarda. Eğer iyiyi kötüden ayırt etmeyi öğretmez isek, (ya da bunu onlara günbegün aşılmazsak) akılları nasıl gelişebilir? Bence yaşam, soluksuz öğretilen bir eğitimdir; ilk konuşma çağından ölüme kadar, biz her şeyi öğretmek zorundayız onlara…
Doğru söze ne denir ki; geleceğe iz bırakmak istiyorsak bir an önce gerçekçi davranmalıyız ve de gündelik akıl kullanımını elimizin tersiyle kenara itip çok ötesine geçebilmeliyiz… Ne kendimizi ne de çocuklarımızı kandırmalıyız… Adeta mantar gibi türeyip birçok insanın yazma hevesini ranta çevirmeye çalışanlar(!) o kadar patavatsız ve korkusuzlar ki… Cahil cesareti demek bile yetmez aslında, şiirin, hikâyenin ve romanın kısacası edebiyatın ve sanatın öğretilebilir olduğu yönünde ağızlarını açıp gözlerini gerçeklere kapamaları karşısında apışıp kaldığımı itiraf etmeliyim. Sanatın birçok dalı için kişide hevesli olmak ötesinde gerçekten bir yetenek varsa, bu yeteneğini geliştirmesi için destek ve eğitim alması düşünülebilir. Düşünülebilir diyorum çünkü gerçekten bu bile tartışmalı bir durum. Hele söz konusu edebiyat olunca işin seyri daha da değişiyor. Yazarlık, şairlik, öykücülük atölyeleri almış başını gidiyor ve heveslileri, meraklıları da az değil… Bu konuda edebiyatla ilgili bir sözde eğitimle iyi bir şair, hikâyeci, romancı vs. olunacağına inanmıyorum. Hele şiir için asla düşünmem, düşünemem de…
Şiir gerçekten de bir tür çıplak elle balık yakalama sanatıdır. İyi ve gerçek şiiri saf balığa benzetecek olursak… Öteki türlü bin bir yolla bir şeyler takılır ağınıza ama ne yazık ki yakaladıklarınız arasında balık az ötekiler de o balığı kapatacak kadar çok ‘şey’ olur… Her dış uyarıcı kendine benzeyen şeyleri anımsatır insana. Söz konusu şiir ve şiirin/şairliğin öğretilir olduğu olunca aklıma büyük şair Goethe gelir. Üstadın zamanında da benzer çaba olduğu için sanırım bir mektubunda şöyle demiştir:
Ozanlardan beklediklerini bir bir sayıp dökmekle istedikleri gibi bir ozan çıkaracaklarını sanıyorlarsa çok aldanıyorlar. Şiir sanatı, şiiri yaratanda kendine öz, iyimserlik dolu, gerçeğe gönül vermiş, dar sınırlı bir tutum ister ki, asıl yetkinlik de bunun ardında gizlidir. Dışarıdan gelen her türlü baskı bu temiz gücü yok edecektir ve bundan sonra şiir, şiir olmaktan çıkar ve –ne yazık ki- son zamanlarda karşılaştığımız ve şiirden başka her şeye benzeyen birtakım ürünler şiir adı ile ortaya dökülüyor. Şiire yakın olan diğer dallarda da, genellikle tüm sanat alanlarında da bu böyledir. İşte benim -kendime göre- en içten inancım, bu.