NotaBene Yayınları, yazarları tarafından korona günlerinde yazılan öyküleri kitap haline getirerek ücretsiz erişime açtı. Notabene internet sitesinden erişilebilen kitabı edinmek için sepete ekleyerek ücretsiz alma işlemini sonlandırmak grekiyor. İşlemin ardından Bizim Decameron’umuz… PDF olarak eposta adresinize gönderiliyor.

> Notabene Yayınları, 159 s.
> İndirmek için
Kitapta Onur Gürleyen Misafir, Hakan Sipahioğlu İmparator, Arzu Eylem Noktalı Virgül, Engin Günay Tampon Bölge, Mehmet Sürücü Sonlarda Bir Yerde, Emre Nazım Mert Çember, Belma Fırat Bulaş, Naim Kandemir Fıs, Sevtap Ayyıldız Az Kaldı, Ela Kiçik Yaklaşıyor, Özgür Çırak Altı Harfliler, Aylin Sökmen Ayın Elemanı, Reyhan Yıldırım Çiviyi Çiviyi Çözer, Ahmet Önel Oyunbozan, Birkan Bayındır Dünya Meşguliyet Merkezi, Yasemin Yazıcı #evdekal, Güner Arslan Dokun Bana, Esmahan Devran İnci Emanetin Dili, M. Ender Öndeş Önce İş Güvenliği!, Fatma Nuran Avcı Beni Kandıramazsınız, Eylem Ata Güleç Yeni Bağlar adlı öyküleri ile yer alıyor.
21 yazarın 21 öykü ile yer aldığı 159 sayfalık kitabın editörlüğünü Sibel Öz ve Arzu Eylem üstlenmiş.
Kitabın oluşum sürecinin anlatıldığı önsöz ise ayrı bir öykü tadında:
Korona salgını tüm dünyaya yayılmıştı. Hayat bildiğimiz gibi akmıyordu, hastalığın kimden ve nasıl geleceğini bilmiyorduk. Her şeyden önemlisi belki de gelmişti. Belki de kendimiz için olmasa bile bir başkası için tehlikeydik. Günler telaşla, kaygıyla, yorgunlukla geçip gitmekteydi.
Kaçıncı günü olduğunu artık saymıyorduk karantinanın. “Evde kal” diyordu yetkililer. “Çıkmayın…”
Yine güneş batmıştı. Sessiz ve karanlıktı sokaklar. Evlerden, televizyon programlarının sesleri geliyordu yalnızca. Herkes gözünü kulağını haberlere dikmiş, sanki dün, yarın yokmuş gibi neler olacağını anlamaya çalışıyordu. Hem içindeydik hem dışında yaşamın. Gerçeği görüyor ama rüya sanıyorduk. Kabus demeli belki de. Üstelik gerçek gittikçe çoğalıyordu. Çoğaldıkça gerçek olmaktan çıkıyordu. Aklımızı toplamaya ihtiyacımız vardı. Hayata tutunmaya da.
İçinden geçtiğin zamanı anlamak zordu. Ya yazmak? Yazmak biraz anlamaktan geçer, anlamak da yazmaktan… İzleri toplamak gerekiyordu. Anları sabitlemek, sonsuzlaştırmak… Ne yapılabilirdi? Boccaccio’nun Decameron’u düştü aklına.
Decameron bir direniş miydi, kaçış mı? Hikâyelere kaçılabilirdi ama hikaye anlatmak bir tür direnmeydi katlanılması zor olana aynı zamanda. Günlerin ağırlığını atmak için birbirinin gözü, kulağı, düşü olmuştu insanlar. Bir avuntu muydu bu? Yoksa Kızıl Ölümün Maskesi’nde olduğu gibi ölümü ertelemenin alegorisi miydi her şey?
Sorularla yorulmuştu editör. Düşünmenin faydası yoktu. Sonu, sonucu ne olursa olsun harekete geçmeliydi, kendisi ve herkes için. Saatin geç olmasına bakmadan sırayla aramaya başladı arkadaşlarını. “Fazla uyumanın, kaygılanmanın sağlığa zararlı olduğunu,” söyledi her birine. “Önleminizi alın ama yaşamı da dondurmayın,” dedi. Uyuyanları bile uyandırdı. “Kâbusu bırakalım, hayal kuralım… Hayali çağırmanın en iyi yolu hikâye anlatmak. Haydi herkes bir hikâye anlatsın,” dedi.
Sanal bir halka oluşturdular. Herkesin zihni binbir sesle doluydu. Kimi ses kendi düşüncelerinden, kimisi duyduklarının, gördüklerinin bıraktığı izlerdendi. Önce o sesleri susturdular. Sonra her yazma serüveninde olduğu gibi yuvarlanıverdiler olmayan ülkeye. Dönüp geldiklerinde, hepsi elinde bir hikâye tutuyordu. Her hikâye başka bir bakışı saklıyordu.
Siz buna ister “kaçış” deyin, ister “direniş”. İster “edebiyat” deyin, ister “tanıklık”.
Bu bizim Decameron’umuz… İyi okumalar…