Mesele’nin Editörü Kemal arayıp ne zamandır yazmadığımı hatırlatınca Bursa’yla ilgili uzun zamandır yazmak istediğim yazıya başladım. 1980’lerin başında Bursa’da yatılı öğrenciydim. Türkiye Özal öncülüğünde küresel ekonomiye eklemlenmeden hemen önce… O zamanlar Bursa birkaç yüz bin nüfuslu küçük, kavruk bir Anadolu kentiydi. Tam da Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir’de dediği gibi “Muayyen bir devrin”, Osmanlı’nın malı…
Okuldan kovulunca İstanbul’a geri dönmek zorunda kaldım. Bursa’ya yolum tekrar ancak yıllar sonra, 1990’ların ikinci yarısında düştü. Ekonomi muhabiri olarak organize sanayi bölgelerindeki şirketlerin yöneticileriyle röportajlar yapmaya gelmiştim. Demirtaş ve Bursa Organize Sanayi Bölgesi’ni gezerken yaşadığım şaşkınlığı unutamam. Çocukluğumun kavruk taşra şehri, Ahmet Hamdi’nin Bursa’sı gitmiş, Almanya’daki market zincirlerine birkaç cent’e fason tişört, uluslararası otomotiv devlerine yedek parça üreten, Türkiye’nin küresel ekonomiye entegrasyonuna lokomotiflik eden kent gelmişti.
Bursa’nın on yıl öncesi ve sonrası arasındaki korkunç fark, Türkiye’nin yaşayacağı büyük değişimin fragmanıydı.
Düşünüyorum da, Türkiye’nin son elli yılına damgasını vuran şey, ne muhafazakârlaşma, ne siyasal İslam’ın iktidarı ele geçirmesi, ne de başka bir şeydi; hepsi elbette önemli ama bunların hiçbiri, Türkiye’nin küresel ekonomiye entegrasyonu kadar belirleyici olmadı. Küreselleşmesinin Türkiye’ye de ulaşması toplumun eski yapılarını kökünden sökecek; Ahmet Hamdi’nin resmettiği eski Bursa ve eski Türkiye, “muayyen bir devrin malı olarak” toprağa gömülecekti. 1982 senesinde…
Hayattaki en büyük hatam, bir konuda sebat edememek. Eskiden daha kötüydü, birçok genç gibi ben de kafamda ve çevremde uçuşan yüzlerce fikir ve projenin sarhoşluğuna kapılmış, bir işe başlıyor, o bitmeden bırakıp yenisine geçiyordum. Bu fikirlerin hemen hepsi ölü doğdu. Ben de pek çok insan gibi yirmili yaşlarımda doğurup doğurup toprağa gömdüm.
Neyse ki, yaşlanınca insan fizyolojisi yavaşlıyor. Artık bir konu üzerinde daha uzun, en azından bir yazı çıkarabilecek kadar uzun durabiliyorum. Ne diyordum, Bursa mı? Hayır, Netflix dizilerinin neden bir tane bile Flannery O’Connor hikâyesinin yerini tutamayacağıydı mesele.
Netflix dizilerinin O’Connor’ın yerini tutma imkânı yok da, Raymond Carver hikâyelerinin veya William Faulkner romanlarının yerini tutma ihtimali var mı ki?
Giderek artan şekilde Netflix dizileri ve filmlerinden başka bir şey konuşmayan insanlarla çevrelendiğimi hissediyorum. Herkes durmadan Netflix izliyor, mütemadiyen diziler hakkında konuşuyor.
Raymond Carver işsiz kalıp kanepeden aylarca kalkmayanları, Flannery O’Connor bir melek kadar masum sağır-dilsiz genç kızla sadece elli doları için evlenip yol üzerindeki ilk lokantada terk edecek kadar alçak ama yoksul insanları, Carson McCullers alkolikleri, komünistleri anlatır. Allen Ginsberg kuşağının en parlak beyinlerinin nasıl çıldırdığını, James Baldwin zencilerin ırkçı ve gerici beyazların elinde neler çektiğini… Onların kahramanlarını Netflix’te görme şansımız var mı sizce?
Oturduğu kanepeden aylarca kalkmayan işsizin umutsuzluğunu anlatmak her zaman ana akım edebiyatın işiydi. Raymond Carver yeraltı edebiyatı yazarı filan değil, Esquire gibi “kültür endüstrisi” dergilerine, hem de kabul edelim ki, bol sıfırlı telifler karşılığında yazan tanınmış bir yazardı.
Oysa sinemada veya ekranda bunu yapabilmek, bir işsizi, alçak bir yoksulu, ırkçı ve gerici bir Amerikalıyı baş kahraman olarak seçmek, onu saatlerce anlatabilmek, olsa olsa “sıradışı”, “muhalif” sinemacıların işidir. Ancak Ken Loach gibi muhalif ve komünist bir sinemacı çekebilir, işsiz bir İngiliz’in hikâyesini anlatan “Ben, Daniel Blake” gibi bir filmi…
Hiçbir Netflix dizisi bir tane bile Flannery O’Connor hikâyesinin yerini tutamaz.