Grup Yorum’un solistlerinden 28 yaşındaki Helin Bölek açlık grevi eyleminin 288. gününde hayatını kaybetti. Acı ama beklenen bir haber. Yine de bu haberin arka planını, yani eylemin neden, nasıl, hangi gerekçeyle yapıldığını bilenler ister istemez haberden etkilendi.
Bu olayı nasıl algıladıklarını sosyal medya hesaplarında paylaştıkları yorumlarla belirttiler. Yorumların rengi- -formu-yönü-çizgisi-tarafı ne olursa olsun, bence her yorum ve paylaşım siyasiydi. Öyle olması da gayet normal, çünkü olayın kendisi tamamen siyasi.
Bu yazıda mümkün olduğu kadar siyasi art alan bilgilerimi sıfırlayarak meseleyi insani boyutuyla değerlendirmeye, yani aklın penceresinden bakmaya ve gördüğümü göstermeye çalışacağım.
Eylem Biçimi Olarak Açlık Grevi
Açlık grevi başka hiçbir mücadele biçimi kalmadığında başvurulan bir yöntem. Bu yöntem de çoğunlukla bir insan ya da bir grup eğer tutuklu durumdaysa, yani her türlü savunma ve direnme aparatı elinden alınmışsa kendini zorunlu kılar. Hal böyleyken bu eylem türü yaptırım gücünü kamuoyunun duyarlılığına bağlar ve taleplerin gerçekleşmesi tamamen karşıtı durumundaki hakim gücün (iktidarın) insafına kalır. Derken açlık grevi yapan kişi ya da kişiler zayıflamaya başlar, bir süre sonra da değil mücadele etmek, kendi günlük ihtiyaçlarını bile tek başına karşılayamayacak hale gelir(ler). Bu bağlamda bana göre açlık grevi uygulanması zor ve istenen sonucun alınması mümkün olmayan, yanlış bir eylem türü. Hele ölüm orucuna dönüştüğünde başarı şansı hiç yok. Çünkü can kaybı var.
Helin Bölek açlık grevinin 187. gününde Duvar gazetesinde yayınlanan söyleşisinde “Neden açlık grevi?” sorusuna şu cevabı vermiş:
“Elbette açlık grevi ilk başvurulan yol değildir… Açlık grevi zarar verir diyenler yaşadığımız onlarca gözaltının, işkencenin, gazın, copun, tutsaklıkların sağlığımızda yol açtığı tahribatlardan verdiği zararlardan bahsetmiyor. Kendimize zarar verme heveslisi değiliz, görülmesini duyulmasını istiyoruz.”
Bu ifadeleri okurken aklıma ister istemez memleketteki genel tablo geldi. Özellikle 31 Mayıs 2013’te Gezi Parkı’nda başlayan eylemlere yönelik saldırılar, ardından faili meçhul (!?) suikastlar ve malum(!?) intiharcıların gerçekleştirdiği türlü bombalamalar, derken 15 Temmuz 2016’daki sözde darbe girişimi, Olağanüstü Hal uygulamaları, KHK’lar, sudan gerekçelerle cezaevlerine tıkılan on binlerce üniversite öğrencisi, akademisyen, sanat-kültür insanı…vs. geldi. Tüm bu siyasi karmaşada 1985’ten beri muhalif sesini herkesin ve her grubun severek dinlediği Grup Yorum’un devletin gazabına uğramaması elbette düşünülemez. Öyle değil mi? Kaldı ki Grup Yorum da kurulduğu günden (1985) beri, bu baskı ve zor dayatmalarını tecrübe eden bir grup.
Helin Bölek “Kendimize zarar verme heveslisi değiliz, görülmesini duyulmasını istiyoruz.” derken burada benim anladığım Grup Yorum elemanlarının baskı ve zorlamayı gösterme ve duyurma kaygısı. Kime? – Kamuoyuna. Peki kamuoyu dediğimiz kendisi zaten o saldırıların hedefi olmuşken ve hatta Grup Yorum’dan daha tecrübesiz, daha güçsüzken -onu sevse bile- ona sahip çıkma gücüne sahip mi? Bu gerçekçi bir beklenti mi? Bence değil…
Gelelim taleplerin esas muhatabı olan karşıtımıza, yani tüm yargı-yasama-yönetme ve dahi medya kurumlarını tek elde toplayan devlet iktidarına. O Grup Yorum’un açlık grevini dikkate alıp talep kabul edecek, kısmi de olsa demokratik bir yapıda mı? Böyle bir şeyi şu yazıda sormak bile bana absürd geliyor! Tabi ki cevap hayır. Nitekim coğrafyanın tarihi hak arayana uygulanan zulümle dolu.
Muhalefet İktidar Dengesi
Bana göre her muhalefet ve iktidar arasında mutlak bir denge var. Bu denge ikisinin de varlık sebebi. Yani muhalefet olmadan iktidar, iktidar olmadan da muhalefet düşünülemez. Hatta her iktidar kendi muhalefetini yaratır ve yarattığı muhalefet de kendine benzer. Bu benzeşim elbette karşıtlık ilkesini yine de ortadan kaldırmaz. Karşıtlıktan kastedilen; biri sağdaysa ötekinin solda, biri aşağıdaysa ötekinin yukarda, biri arkadaysa ötenin önde olması hali. Yönü, yüksekliği ve tarafı ne olursa olsun ikisinin değer sistemi ve değer sistemini empoze etme yöntemleri aynıdır. Benzer örgütlenme ve hatta kendi içindeki üyelerine ve dışındaki yabancıya (düşmana) yaklaşım-davranma biçimleri de aynıdır. Burada gelmek istediğim nokta şu: Muhalefet kendisini yaratan iktidarı farkında olmadan takip ve taklit eder, hatta iktidara geçtiği vakit eleştirdiği her şeyi tekrarlar (bkz. George Orwell: Hayvanlar Çiftliği). Karşısındakinin şiddetinden şikayet ediyorsa ona karşı mücadele ederken şiddet uygular, karşısındaki manipüle ediyorsa muhalefet de manipüle ederek onu alt etmeye çalışır. İktidar radikal ve ignorantsa (görmezden geliyorsa) muhalefet de iktidara karşı öteki cepheden aynı tavrı sergiler.
İşte buna en somut örnek Grup Yorum üyelerinin bugün hala devam eden açlık grevi eylemi. Var olan şartlara rağmen, açlık grevine girerek inatla taleplerini kabul ettirmeye çalışan Grup Yorum ne kadar kararlı ve radikalse, iktidarda olan hükümet de o kadar faşizan ve tutucu. Biri “Bana seni eleştirme ve sanat üretme özgürlüğümü vereceksin!“ derken, öteki “Hadi ordan, sen de kim oluyorsun?!…“ diyebilecek durumda. Doğal olarak iki tarafta da var olan şartları realize etmeyip keskin bir kutuplaşma söz konusu. Çözüm yok. Çözüm ancak taraflardan birinin bu şiddet sarmalından inmesiyle mümkün olabilir. Muhalefet “mağdur-kurban“ rolünü kendi inisiyatifiyle reddedip, akılcılıkla(rasyonel) mücadeleye yaklaşırsa, yani iktidara kendisine zulmetme şansı bırakmadan yeni mücadele aparatları yaratırsa, hak aramada gelişme-ilerleme sağlanabilir.
Devrim mi, Devrimcilik mi?
Benim bildiğim devrim; zayıflayan bir rejimin muhalefet eliyle akılcı, sistemli ve sürekli hak arama eylemleriyle, şiddete başvurarak ortadan kaldırılması, yerine başka bir rejimin kurulması anlamına gelir. Haliyle her devrimde ilerleme, gelişme, iyileşme beklentisi de vardır.
Bir de “devrimcilik“ dediğimiz bir ifade var. Bu tek tek insanların devrime olan inançlarına ve yaşama biçimlerine göre “devrimci“ olarak tanımlanması durumu. Bu tanımda devrim inanç kelimesiyle yan yana geldiğinden, bence akılcılık, yani bir devrimin olmazsa olmaz koşulu ikinci plana düşmekte. Çünkü tek başına inanç devrimi gerçekleştiremez. Aksine çok fazla kan kaybına yol açar. Devrim yapmak için değil de “Devrimcilik yapmak“ için harekete geçen insanlar, aslında bir bakıma devrimi de engeller. Çünkü duygusal davranırlar. Türkiye ve Ortadoğu toplumlarının duygusal ve son derece inançlı olduklarını biliyoruz. Akılcılık(rasyonalizm) maalesef gelişmiş ve geliştirmiş değil. Bu yüzden de milyonlarca insan yeterince bilmedikleri, bilseler bile sorgulamadıkları bir şeylere inanma eğilimi taşır.
Şimdi bu yazıyı okuma zahmetine katlananlara samimiyetle sormak istiyorum;
Açlık grevi, hele ölüm orucu (!) gerçekten devrimci eylem midir?
Ya da şöyle soralım soruyu:
Yaptırımı olmayan bir eylem türü toplumu devrime götürebilir mi?
Her “birey” elini vicdanına koyup kendi aklına danışarak bu soruyu içinden, ama kendine dürüst davranarak cevaplasın lütfen. Şu günlerde doğru cevabın orada olduğunu düşünüyorum.