Eskilerin,¨ nohut oda, bakla sofa¨ diye küçümenciği sevimli gösteren deyişini, Sahne 3’de sahnelenmiş bir oyundan sonra söylemeden, orayı terk edemezdiniz.
Sahne 3’ün minicik nohut oda ve bakla sofa tiyatrosunda dev bir oyun izlerseniz, işte böyle yazarsınız.
Oyun, yetmiş yıllık bir klasik drama: Orjinal adıyla Montserrat yahut Özgürlüğün Bedeli…
Duygudaşlığın hemen gözyaşlarınıza hükmedeceği bir oyunu orada soluğunuz kesilerek izleyeceksiniz.
Oyunun yönetmeni ve kurgudaki karakterler arasında en ağır sorumluluğu üstlenmiş olan, bugünkü Türk tiyatrosunun bence dev adamı, Ümit Çırak zalim general İzquierdo rolüyle oyunun tamamına ruh katıyor.
İzquierdo’yu oynamıyor ki, yaşıyor ve onun üflediği ruh tüm oyunculara siniyor, içselleşiyor.
Her biri ayrı ayrı ustalığını gösteren tiyatro oyuncuları, sanki İzquierdo’yla aşık atmaya çıkmış gibi, bütün maharetlerini bir bir sıralıyor; size de diyecek şey kalmıyor.
Tüyleriniz diken diken, salondan ayrılıyorsunuz.
Birkaç gün boyunca, bu oyundaki her şey aklınızdan çıkmazsa benim kulaklarımı çınlatabilirsiniz!
Küçümen bir oda tiyatrosu olan Sahne 3, İstanbul’un Halaskârgazi Caddesindeki, pek bilinen, Agos gazetesinin bir vakitler bulunduğu binanın en üst katında, bir apartman dairesindedir.
Kapısında, kaldırımında yakın zamanların hafızalardan silinmeyecek siyasi cinayetlerinden birisinin işlendiği, gazeteci Hrant Dink’in önünde katledildiği o binanın üst katı sanatla nefes alıp veriyor; Ümit Çırak’ın elinde yetişen genç oyuncularla tiyatroya yeni soluklar kazandırılıyor.
Haftanın sadece bir günü, o da epi topu sadece iki düzine konuk ağırlayacak görünen bir oturma düzeni içinde kurulmuş seyirci ve sahne iç içedir.
Mekânı seyirciyle paylaşan bir tiyatro!
İki perdelik, 85 dakikalık bir oyun; nefes nefese…
Sahne yok, seyirci alanı da yok, iç içe her şey; birlikte soluk alıp veriyoruz.
Mesela Ümit Çırak’ın tıraşlı başında parlayan ter damlalarını apaçık görüyoruz; çekinmesek mendilimizi uzatıp silivereceğiz…
Seyirci sahnenin içinde, bir kol mesafesinde oyuncuların yakınındadır.
Sordum, anlattılar, tahminim doğru çıktı: 13 buçuk metre karelik bir sahne, seyircilerin doldurduğu sandalyelerle dolu yükselti de bir o kadar; yahu bu bir apartman salonu…
Şöyle böyle 25 metre karelik bir yer!
Fakat Ümit Çırak’ın Abra Kadabra Hokus Pokus gibisinden sihirbazlık sayılacak, inanılmaz mucizesiyle, dünyanın en büyük trajedisi bu küçümen alana sığıveriyor.
Minicik sahnede dev bir oyun sergileniyor: Fransız edebiyatçı, tiyatro eserleriyle bilinen Emmanuel Robles’in ilk kez Paris’te,1948 Nisanında sahnelenmiş oyunu Montserrat, şimdi İstanbul’dadır…
1812’de, Venezuela’nın Valencia şehrinde yaşanmış olduğuna yemin billah edeceğimiz bir olayı anlatıyor Robles…
Latin Amerika’yı kana bulamış İspanyol kolonyalizminin işgalci ordusundaki general İzquierdo, isyancıların başı Simon Bolivar’ın peşindedir ve az daha onu yakalayacakken elinden kaçırmıştır.
Bunun sorumlusu ise İspanyol teğmen Montserrat’dır, direnişçi lidere yataklık etmiştir; zira o sömürgecilerin önünde sonunda yenileceğini, halkın kazanacağına inanmıştır bir kere…
Bolivar’ın saklandığı yeri bilir, hatta o buna yardımcı olmuştur. Aslına bakarsanız, İspanyol Kralı VII. Fernando’nun hizmetinde olduğundan anavatanına ihanet etmektedir; tutuklanır.
Bolivar’ı ele geçirmenin tek yolu, Montserrat’ı konuşturmaktır fakat gelgelelim genç teğmen ölümü göze alır, ağzından tek kelime çıkartmaz. Montserrat’ı fizikî işkenceyle konuşturamayacağını bilen general İzquierdo onun ruhunu ele geçirmeye çalışacaktır.
Sokaktan geçen, gelişi güzel altı kişiyi tutuklamalarını emreder; kurbanların bulunması kolaydır, askerler toplayıp getirirler…
İzquierdo bu masum insanları eğer Montserrat bir saat içinde konuşmazsa, zira geriye pek zaman da kalmamıştır, tek tek kurşuna dizecektir; bu tehdit ile teğmenin dilini çözmek ister.
Meydandan toplanmışlardan birisi evinde iki bebeği olan dul bir kadındır [oyun boyunca nasıl sürekli gözyaşı döktüğüne şaşırdığım bir oyuncu, Itır Karabulut canlandırıyordu; bravo ve alkış…] , diğeri zengin bir işadamı, ki güzel karısı dillere destandır ve nihayet ölümden kurtulmak için karısını generale pazarlıkla vermeye razı olur.
Diğeri zavallı bir çömlekçi, bir ötekisi tiyatrocudur, kalan ikisi de tesadüfle Bolivarcı çıkar; biri genç ve güzel hizmetçi kız, ötekisi babası da İspanyollar tarafından öldürülmüş bağımsızlık ve ihtilal yanlısı bir delikanlı…
Montserrat asla konuşmaz ve bu masum insanlar tek tek infaz mangası önüne gönderilir.
Muhteşem bir ses ve ışık efekti altında, o minicik yani küçümen sahnede insanlık dramını izleriz; trampet sesleri, tüfek atışlarını…
Montserrat, anlamsız ve bir şey ifade etmeyen tutkusuyla Bolivar’ın bir gün kazanacağı, sonunda milyonlarca insanın özgürleşeceği inancını koruyarak, bu altı masum insanın ölüme gönderilmesine içi yana yana razı olur.
Montserrat’ı canlandıran Can Sertaç Adalıer oyunun daha başında, Ümit Çırak’ın, ustasının ilk kez ama öyle böyle değil, Osmanlı tokadını yediği zaman biz seyirciler irkilmiş, ¨Burada galiba şakacıktan bir oyun sahnelenmiyor, ciddi ciddi bir şey yaşanıyor¨ diye kendimizi bir anda nezarethanede, sorgu odasında bulmuştuk.
Tokat yüzümüzde patladı!
Altı masum insanın öldürülmesine rağmen konuşmayan Montserrat’ın sonu, o sırada gelen habere göre saklandığı yerden kaçmış bulunan ve Valencia üzerine büyük bir orduyla yürümekte olan Bolivar’ın artık yakalanamayacağı anlaşılınca aynısı olacaktır.
Bana kalırsa, bu oyunu sadece bu kadar küçük bir alana bunca insanı yerleştirip orada seyirciyle kucak kucağa bir tiyatro yaratma becerisine tanık olmak için izlemesi dahi yeterlidir.
Gerisi, ölümüm İspanya’dan gelsin lafının da doğru olmadığını düşünmeye kalır:
Me venga la muerte de Spagna…
Öleceksem, ölümüm İspanya’dan çıkagelsin!
Hani İspanyollar ağır kanlıdır diye bilinir ya, fiestası ve siestası boldur, o zaman ölüm de geç kalır galiba, işte böyle söylenmektedir.
Venezuela ve Latin Amerika’nın birçok yerinde zulüm yaparak sömürgeciliği sürdüren İspanyollar, aynı zamanlarda Fransa’nın işgalci Napolyon ordularına karşı direniş vermektedir; olan biten her şey ¨Bu ne yaman çelişki, anne!¨ vaziyetidir…
Francisco Goya’nın meşhur tablosunu da unutmayalım:
1814’de boyadı tablosunu ve 1808’de bir duvar önünde öldürülen vatansever İspanyolları anlattı resminde; biz hep üzüldük, hâlâ ve hep üzüleceğiz bakıp bakıp…
İspanya’da Fransız ordusunun infaz mangası Kazak askerlerin kurşuna dizdiği vatanseverlere ne kadar perişan olursak, aynı tarihlerde sömürgelerinde Bolivarcı vatanseverlere de öyle içimiz ezilir.
Tuhaf bir dünya!
Robles’in oyunu, aslında bir insanlık muammasına da ışık tutuyor; iyiye ulaşmak için kötü mü olmalı!
Tramvay İkilemi diye bilinen örgüyü, kurguyu anlatıp sonra bu yazıdan müsaadenizi isteriz:
Üniversitelerin felsefe kürsülerinde tartışılan teoremlerden birisidir, Tramvay İkilemi:
Perondayken raylara düşen hamile bir genç kadını kurtarmak üzere üç delikanlı demiryoluna atlar, fakat tren de hızla yaklaşmaktadır.
Trenin fren yapmak ihtimali neredeyse imkânsızdır ve siz perondayken, tramvaya daha yakın mesafede duran, bastonuna dayanmış, muhtemelen doksanlarında bir ihtiyar adamı görürsünüz. Eğer onu raylara iterseniz, tren duracak, böylece karnında yeni bir hayat taşıyan genç kadınla üç delikanlı muhakkak bir ölümden kurtulacaktır.
Haydi bakalım! Karar sizin…
Günâhsız, fakat belki birkaç saat sonra yahut ertesi sabah yaşlılık yüzünden ölmesi pek muhtemel olan bir insanı feda mı edersiniz yoksa raylara kendi iradeleriyle atlamış üç genci ve bir kaza eseri oraya düşmüş hamile kadını mı?
Cevaplarınızı gönderiniz, ¨postada vaki gecikmeler kabul edilmeyecektir…¨
Sahne 3,
Halaskârgazi Cd. , Sebat Apt.
No 74/5-9, Osmanbey, Şişli, İstanbul
Tlf: 0212.231 1931 yahut 0507.649 4721