Ölmüşlerin arkasından pek konuşulmaz ama ölümümüz nasıl yaşadığımızla alakalı çoğu zaman. Hele ki ölen en yakınlarımızdansa içimiz daha bir yanar, yaşayamadıklarına yanarız, yarım kalmış hevesleri içimizi sızlatır, söyleyemediğimiz güzel sözler gibi. Babam ölünce hiç yurt dışına çıkmadığına ne çok üzüldüğümü hatırlarım, kendim gezip onu neden bir kere bile götürmedim diye ince ince utandığımı, gittiğim yerlerden eve gönderdiğim kartpostallara rastlayınca gözümün dolduğunu da.
Otorite figürü bir baba değildi benimkisi; sevecen, merhametli, utangaçtı. Erken gitmesi hala acı veriyor, bu acının içinde onu özlemek kadar hayattan ne az şey aldığını düşünmek de var. Vazifelerle ördüğü hayatında bir kere bile taşkınlık yaptığına şahit olmadığım, küfür ederken duymadığım, herkesin sayıp sevdiği bu adam hep normların içinde yaşamaya özen gösterdi. Mutsuz değildi ama az istedi, çok verdi.
Çağrışımların etkisiyle kişisel bir yerden başladım, izlediğim oyun da –Babamı Kim Öldürdü– öyle bir yerden yola çıkmıştı. Genç bir yazarın (Edouard Louis) otobiyografik hikayesini sahneye taşıyan oyunun samimiyeti kadar bakış açısı da beni içine aldı, hem bildiğim yollarda, hem de Fransa’nın taşrasında dolaştırdıktan sonra salondaki kanepeye, ekranın karşısına bıraktı gitti.
Sahnede oynaya oynaya yazan ya da yaza yaza oynayan bir oyuncu-yazarın varlığından bahsetmek iyi olacak; hatırladıkça mı yazdığı yazdıkça mı hatırladığı sorusunun cevabı bize kalmış bu kurguda masayla babasının hasta yatağı, belki de mezarı arasında gidip gelen bir oğul var. Ölümünden sonra gerçekleşen bu konuşmada Eddy anne babasının evlilik hikayesinden başlayıp babasının geçirdiği iş kazasına, baba oğul ilişkisinde söylenmeyen sözlerin verdiği ağırlığa, eşcinsel oluşunun ailede yarattığı hayal kırıklığı ve utançtan kendi hayal kırıklıklarına, oradan sistemin işçi sınıfını nasıl ezdiğine uzanan geniş açıyla bireyselden politiğe uzanan hikayelerimizi anlatıyor.
Bugünü anlatırken belgesel diline yakınlaşması, işçilerin yaşam koşullarında günden güne düşen standardı, kendi sınıfına yabancılaşmalarını, isyan etmedeki beceriksizliklerini, egemenlerin diline teslim olup kendinden utanmayı öğrenenleri anlatırken Fransa’nın küçük bir kasabasından gelen hikaye bizim hikayemiz de oluveriyor. Belki de bu yüzden babasının şarap değil de rakı içtiğini söylüyor, merde yerine hayli yerel küfürler ediyor Eddy.
Yazarın politik meseleleri ele alışındaki özgünlük onları dile getiriş tonunda, bireysel ve politik olanı ortaya çıkaran ironisinde karşımıza çıkıyor. İş yasaları ve sağlık politikalarında yaptıkları değişikliklerle sosyal devlet olmaktan gün be gün uzaklaşan Fransa’nın söz konusu politikacılarını tek tek anarak “biz bu insanları neden hiç anmıyoruz?” diye sormasında mesela. Sahnede Sarkozy’yi, Macron’u ve diğerlerini görüyoruz gülen yüzleriyle. Babasının kırık kaburgasıyla nasıl çalışmak zorunda kaldığını anlatan oğlu bu yasa çıkarılırken iktidarda kim olduğunu hatırlatıyor ve şöyle devam ediyor, “hiçbir hükümet egemenlerin hayatını etkileyecek bir şey yapmıyor”. Sahi biz buralarda kimi hangi icraatıyla anıyoruz? Sadece hak temelli bir yerden bakmayı neden hala beceremiyoruz? Neden hala bize ayrılan sınırların dışından birbirimizin elini tutamıyoruz?
Oyuna dönelim; kız filmi denen bir janrın tanımlanmasını, bu tür bir filme gitmek isteyen bir erkek çocuğun sorgulayan, dışlayan bir bakışla mücadele etmek zorunda kalmasından hareketle toplumsal cinsiyet meselesini masanın üzerine bırakıyor yazar. Titanic filmini ‘kız filmi’ formatında paketleyen Hollywood mu sorumlu bu tanımdan sadece? Kız filmi tanımını kaç yaşından itibaren kullanıyor çocuklar diye geçirdim içimden oyunu izlerken, renkler gibi filmlerin de cinsiyetinin olduğu bu dünyada hangi sanatın alıcısı kimdi?
Tembel olmamakla övünen babasının karşısına hiçbir zaman tembellikle suçlanmayacak olan patronları koyan Eddie babasının halini hatırladıkça bir yandan yüreği sızlarken bir yandan öfkeleniyor. Evine boş cüzdanla gelmemek için, ödeyemediği borçların altından kalkamadığı için intihar eden kaç baba haberi okuduk bu sıralar sahi?
Özetle, Eddy’nin babasıyla ilgili hatırladığı her ayrıntı seyirciyi Eddy’ye yakınlaştırıyor. Oyunu gerçek bir salonda izleseydik kimin hangi anıya daha çok güldüğüne veya dikkat kesildiğine tanık oldukça sosyolojik bir çıkarım bile yapabilirdik belki. Şimdilik evimizden devam etmek zorunda olduğumuz bu yolculukta Eddy bize çok malzeme veriyor; unutmak ve ölmek ya da hem unutmak hem ölmek, mutsuzluğumuzun kontrolünü kendi elimizde bulundurmak, başkalarından farklı olmadığını kanıtlamak için tüketmek, neşelenmekten tiksinmek gibi babasından kalan mirası birer reçete olarak paylaşıyor. Baba acılı bir şekilde öldüğüne göre kendi reçetemizi yazmanın zamanı. Hazır üniversiteliler tekrar seslerini duyurmaya başlamışken, hazır umut yine kol boyu yaklaşmışken.
Oyunun hikayesi beni o kadar içine aldı ki, aksamayan bir reji ve oyunculuk gördüğümü düşünerek yazıyı yukarıdaki son cümleyle bitirecektim az kalsın. Oyuncuyla başlayayım; ikiye bölünmüş sahnede yazı masasıyla hastane yatağı arasında gidip gelerek geçmişle bugünü bağlayan Eddy’yi canlandıran Onur Ünsal’ın oyunculuğunda dikkatimi çeken birkaç nokta var. Eşcinsel olduğunu söylemesine karşın beden dilinde buna işaret eden bir değişiklik olmamasını çok havalı, hatta ustalıklı buldum. Yazar ile Eddy arasındaki geçişlerde yazarlığa döndükçe dinlenip soluklanan Eddy geçmişine gittiğinde elektriğe tutulduğu bir alana giriyor gibiydi. Sahnenin sağ tarafındaki yatağın çeperinde bir manyetik alan varmışçasına hareketlenen oyuncunun manyetik alandan çıktığı zamanlarda suyunu içip nefeslenmesine sevinir hale geldim bir süre sonra. Anlatılan hikayedeki her kişinin sahnede bir yerinin bulunması (özellikle ekran başındaki) seyirciye kolaylık sağlıyordu; annenin, babanın, abinin ve Eddy’nin mutfağın ya da bahçenin hangi köşesinde durduğunu görebilmek sahneyle bağı güçlendiriyordu. Sahnenin her alanını kullanmaya çalışan hareket düzeninin de yardımıyla oyunun temposu düşeyazdığı sırada tekrar ayağa kalkıyordu. Cinnet geçiren annesini anlatırken takındığı mesafeli tavra rağmen şirret birini gözümde canlandırdığımı görünce hayranlık duydum. Oyun boyunca arka sahnede akan görüntülerin incelikli, dolayımlı çağrışımları edebiyatın keyfine de çağırıyordu izleyicisini. Tiyatrolar açıldığında oyunu sahneden de izlemek istediğimi de söyleyip artık yazıyı bitirsem iyi olacak.