Osmanlı İmparatorluğunda devlet kutsaldı. Onun bakiyesi, doğrudan devamı olan TC daha da kutsaldır. Dolayısıyla, rejimin diline doladığı ‘modernlik’, ‘çağdaşlık’, ‘ilericilik’, ‘demokrasi’, vb… retoriğinin reel bir karşılığı yok. Bu rejim, bu devlet, halktan gelen hiçbir hak talebini kabul etmez, hiçbir demokratik açılıma izin vermez… Aksi halde ‘kutsal devletin’ büyüsünün bozulacağını düşünür… “Kapı bir kere açılırsa, kimin geçeceği belli olmaz” diye düşünür… İşte, ‘Kürt Sorununun’ yüz yıllık bir sorun olmaya devam etmesinin nedeni budur… Yüz yıllık bir sorun olur mu? Sorunlar çözülmek için değil midir?
Bu rejim bu devlet iç ve dış düşmansız yapamaz. Dış düşman veridir. Sınırların dışındakiler zaten ‘düşman’ sayılır ama iç düşmanın peydahlanması gerekir. Geride kalan yüz yılda TC, Kürtleri iç düşman sayarak, ve öyle davranarak yola devam etti. Eğer siz bir halkın dilini, kültürünü yasaklar, tarihini yok sayarsanız, onu en temel haklardan mahrum ederseniz, aşağılarsanız, sömürge statüsüne indirgerseniz, o insanların sessiz ve tepkisiz kalması mümkün müdür? Haksız duruma, eşitsiz statüye isyan etmek, direnmek eşyanın tabiatı gereği değil midir?
“Savaş, birbirlerini tanıyan ama katletmeyenler adına, birbirlerini tanımayanların birbirlerini katletmesidir”
Paul Valery
Geride kalan dönemde Kürt Sorununu çözmeye yanaşmadılar. Aksi halde düşmansız kalacaklardı… Öyle bir şey, kutsal devletin korkulu rüyasıdır… Zira, varlığını iç ve dış düşmanlara borçludur. Tabii iç düşman sadece Kürtler değil, hak talebinde bulunan, özgürlük, sosyal eşitlik, demokrasi talep eden, o amaçla mücadele eden herkesi düşman sayar ve gereğini yapar…
Kürt sorununu çözmemenin bir önemli nedeni daha var: Kürt sorunu demokratikleşmeyi engellemenin de bir “gerekçesidir”… Toplumu sürekli çatışma ortamında tutarak, demokratikleşmeyi gündemin dışına atmayı başarıyorlar…
Bu, farklı düşüneni hain, muhalifi düşman sayan bir rejimdir. Bağnaz resmi ideoloji, rejimin niteliğinin anlaşılmasını, şeylerin gerçeğine nüfuz etmeyi engelliyor. Okullar, kapısında ‘üniversite’ yazan ama adından başka üniversiteyle pek ilgisi olmayan kurumlar ve camiler resmi ideoloji, resmi tarih imalathaneleri işlevi görüyor. Çocukların, gençlerin bilinci o kurumlarda köreltiliyor, soru soramaz hale getiriliyor…
Türkiye’de ‘asıl iktidar’ hiç bir zaman “görünen iktidarlar” değildir. Türkiye’yi asıl yöneten, rotayı belirleyen, seçimle gelmiş olan hükümetler değildir. Bu ülkeyi yüz yıldır benim ‘asıl devlet partisi’ dediğim iktidar odağı yönetiyor… Rotayı o belirliyor… Asıl devlet partisiyle, seçimle gelen, ‘görünen iktidarlar’ [hükümetler] arasındaki ilişki, tabir maruz görülürse, bir tür müteahhit-taşeron ilişkisidir… Eğer taşeronun kendine tanınan sınırı aştığı düşünülürse, bir darbeyle iktidardan uzaklaştırılıyor, ‘görevine son veriliyor… Bağnaz resmi tarih, ve resmi ideoloji, ülkenin entelektüel azgelişmişliği, bu durumun bilince çıkarılmasını engelliyor… Zaten burjuva toplumunda bilgi parçalanmış durumdadır. Bilimsel alan kompartımanlara ayrılmış durumdadır… Eğitim sistemi ‘uzman üretiyor’ ve uzman realitenin çok küçük bir parçasına dair bir şeyler bilir ama bütünden habersizdir… Oysa, gerçek bütündedir, hakikat bütündedir… Uzman ağacı gören ama ormanı görmeyendir… Onun bu özelliği, şeylerin gerçeğine nüfûz etmesini, dolayısıyla toplumsal olguların ve süreçlerin anlaşılmasını engelliyor… Siz sömürü düzeninin uzmanı neden yücelttiğini sanıyorsunuz?
Suriye’de ne oldu, ne oluyor, neden oluyor sorusuna gelirsek, sorunun üç tarafı var: Suriye’yi parçalamak isteyenler, başta ABD olmak üzere “kolektif emperyalizm” cephesi, Osmanlı İmparatorluğunu XXI’inci yüzyılda ihya etme hezeyanlarına, kuruntularına kapılmış Politik İslamcı – Müslüman Kardeşlerin Türkiye versiyonu- AKP ve saldırının muhatabı olan Suriye halkları…
Kolektif emperyalizm cephesi, Tunus’taki bir halk ayaklanması ile başlayıp, tüm Orta-Doğu’yu saran halk isyanlarını fırsata çevirmek istedi. Libya çökertildi, Mısır’da Müslüman Kardeşler iktidara taşındı. Fakat, bir yıl bile dayanamadılar. Muazzam bir halk kalkışmasının ardından bir askeri darbeyle iktidardan uzaklaştırıldılar… Esasen Politik İslamcılar yönetme özürlüdürler. Bu dünyanın gerçekliğini anlamaktan acizdiler… Önlerine ve ileriye değil, geriye bakarlar çözümü geride ararlar… Oysa tarihte geriye dönüş yoktur… Üstelik arzulanır bir şey de değildir… Irak zaten önceden çökertilmişti, Lâkin, Suriyede hesap tutmadı… Yanlış hesap Şam’dan döndü… Suriye halkları İran’ın ve Lübnan Hizbullah’ının, daha sonra Rusya’nın desteğiyle emperyalist saldırıya kahramanca direndi ve emperyalist/Siyonist oyunu bozdu. Ve o süreçte Kürtler Kobani’den başlayarak müthiş bir direnç gösterdiler. Emperyalizmin peydahlayıp-araçlaştırdığı İŞİD’ci katillerin yenilmesinde merkezî bir rol oynadılar…
AKP Türkiye’si de durumu lehe çevirmek, Esat rejimini çökertmek, Suriye’de Müslüman Kardeşleri iktidara taşımak üzere yoğun bir çaba içine girdi… Öyle ya Fas’tan Endonezya’ya Politik İslamcı Selefi Müslüman Kardeşler iktidar olacak, Türkiye de hepsinin ‘ağabeyi’, olacaktı… Velhasıl, Osmanlı İmparatorluğu yeni giysilerle yeniden arz-ı endam edecekti… Elbette aç tavuğun düşünce kendini darı ambarında görmesine bir mâni yoktur…
İŞİD’in püskürtülmesi, Kürtlerin kendi yaşamlarını kendi ellerine almasını, özerk bir yaşam tarzı oluşturmalarının koşullarını da yaratmıştı. Fakat bir hesap hatası yapmışlardı. Emperyalist ABD’ye fazlaca yakınlaşmışlardı. Oysa, hegemonik-emperyalist bir gücün dostu olmazdı, “stratejik müttefiki” hiç olmazdı… Sadece jeostratejik çıkarları olurdu…
Yeni Osmanlıcı AKP Türkiye’si İmparatorluğu ihya etme hezeyanlarının işe yaramadığını, rejim değiştirme, Müslüman Kardeşleri iktidara taşıma saplantısı boşa çıkınca, bu sefer “fetih hareketine” yöneldi… Türkiye’yi yönetenler, İmparatorluğun mirasçıları olarak, hep bir fetih saplantısıyla yanıp tutuşurlar… Bir de İmparatorluğun toprak kaybetmeye başladığı dönemden beri hep püskürtüldükleri için, toprak kaybetme, bölünme-parçalanma korkusu bilinçlerine işlemiş durumdadır… İlk fethi Kıbrıs’ın Kuzeyini işgal ederek yaptılar. Şimdilerde de Suriye’de fetihler, ilhaklar peşindeler… Lâkin “Suriye’nin toprak bütünlüğü’ söylemini de dillerinden düşürmüyorlar… Tabii yaptıklarını gerekçelendirmeleri gerekiyordu…. Gerekçe de malûm: Suriye Kürtleri Suriye’nin kuzeyinde bir otonom bölge oluşturarak içerdekilere kötü örnek oluyorlar, Türkiye’nin bölünmesinin-parçalanmasının yolunu açıyorlardı! Bir beka sorunu yaratıyorlardı… “Tehlikeyi” bertaraf etmek için Suriye’nin Kuzeyinde bir ‘tampon bölge’ veya bir ‘güvenlik koridoru’ oluşturarak tehlikeyi bertaraf etmek! gerekiyor’ dediler…
Aslında böyle bir niyetin olduğunda şüphe yok ama hepsi bu kadar değil. AKP asla iktidarı bırakmak istemiyor. Onlar için iktidardan düşmek, sadece sömürü, yağma ve talan ayrıcalığını ve olanaklarını kaybetmekten ibaret değil. Ballı börekten olmak onlar için çok zor… İktidardan düşerlerse yargılanacaklarını da biliyorlar… Zira, çok fazla suça battılar, çok fazla pisliğe battılar, çok fazla haksızlık ve ahlaksızlık yaptılar… Sınırlı hakların ve özgürlüklerin köküne kibrit suyu döktüler… Üstelik tüm bunları dinin bir gereği olarak yaptıklarını söylemekten de geri durmadılar… O zaman, bir ‘kahramanlık destanı’ yazıp, iktidarlarının ömrünü uzatmak istiyorlar… Böylece kitleleri aldatmanın- oyalamanın, bir sonraki seçimi kazanmanın mümkün olacağını düşünüyorlar… Bir savaş peydahlayarak, HDP’yi kriminalize edip etkisizleştirmek, müesses nizamın muhalefetini de hizaya getirmek istiyorlardı ve getirdiler… Zaten “ulusal çıkar” argümanı, müesses nizamın muhalefeti için yetip de artıyor bile… İyi de “ulusal çıkar” ne? Tabii, AKP’nin her yaptığı ‘ulusal çıkar’ sayılınca, mesele yok demektir… O zaman savaş teskeresine koşa koşa evet demeleri neden şaşırtıcı olsundu? Aslında verdiklerin oyun bir karşılığı, bir bedeli var…
Bir başka önemli neden, ekonominin sefil halleri… Ekonomik çöküş ülke tarihinde hiç yaşanmadığı kadar derin… Neoliberal politikaları bağnazca uygularsanız, ülkenin varını yoğunu yağmalar talan ederseniz, özelleştirilmemiş hiç bir şey bırakmazsanız, olacağı budur? Savaş çıkararak, insanların dikkatini başka yöne çekmek, zaman kazanmak istiyorlar… Lâkin bir şeyi yok saymak yok ekmek değildir… Dolayısıyla AKP’nin tam bir iflas demek olan dış politikası, zaten baştan itibaren “içeriye”, ‘seçmene’, ‘yandaşa’, iç politikaya endeksliydi… Fakat, orada temelli bir çelişki var, zira, Suriye savaşı krizi daha da derinleştirecek, ekonomik çöküşü daha da hızlandıracaktır… Velhasıl, ‘Dimyata pirince giderken, evdeki bulgurdan olmak ” kaçınılmaz görünüyor… Tabii Türkiye diplomatik planda hiç olmadığı kadar yalnızlaşmış durumda… Bu alandaki rekor da AKP’ye, Politik İslamcı kafaya ve onun liderine ait…
Velhasıl, Kürtlerin en doğal, en vazgeçilmez haklarını kazanma ihtimali bile, başta ‘asıl devlet partisi’ olmak üzere, Türkiye’nin mülk sahibi sınıflarını ve müesses nizamın politik aktörlerini telaşlandırıyor. Beyinleri resmi tarih ve resmi ideoloji tarafından dağlanmış ‘elitleri’ rahatsız ediyor… Lâkin, Kürtler her şeye rağmen haklı davalarının peşini hiç bırakmadılar, bırakmayacaklar… Onlar, özgürlük, haysiyet, hak, adalet ve demokrasi mücadelesinde kaybetmek diye bir şey olmadığını gayet iyi biliyorlar… Özgürlük mücadelesinin her anının, her aşamasının bir kazanım olduğunu çok iyi biliyorlar…