Uzlaşmacı-teslimiyetçi olmayan, düşünen, sorgulayan her gerçekçi insanın başkası için yararlı, doğru ve güzel düşünceler etrafında toplanması; bunları ivedilikle hayata geçirmek istemesi yadsınamayacak bir gerçeklik. Bu çaba karşılık bulduğu zaman bütün insanlık için kurtarıcı bir nitelik taşıyabilir.
Bu özgün ve yararlı düşünceleri gerçekleştirmek aşamasında bu yola sevdalı insanlar, o da gerekliyse eğer, bazı sınırları aşmayı kendilerinde doğal bir hak görebilirler. Çünkü kuşatılmışlık, bağlanmışlık başka çıkış yolları bırakmamışsa yapacak şey ne olabilir, soruyorum; lütfen kendinize de sorun. Gerçekten alın kendinizi karşınıza bir başkasına anlatır veya sorar gibi yapın. İnsanlığın mutluluğuna ve yararına olan gerçekliklerin, güzelliklerin, buluşların, söylemlerin herhangi bir düzen veya zorbalık yüzünden, bunlara ne pahasına olursa olsun engel olun. Ya da bunların yolunu nasıl kapayacaksanız kapayın diyen bir, on, bilemediniz yüz kişinin hayatı gerektiğinde feda edilmeden gerçekleşmeyecekse, gerçekleşemiyorsa; bunların insanlara duyurulması, insanların gözbağlarının, kulak tıkaçlarının açılması için bu on ya da yüz kişiyi etkisizleştirmek kaçınılmaz oluyorsa bütün ayrıntılarıyla düşünün ve hesaba katın…
Elbette herkes bundan payını almalı sonucunu çıkarmayın.
Geçmişten günümüze, insanlığa hizmetle sürüp giden ve genişleyen güzel insanlar zinciri, insanlığın bütün koruyucu ve karanlıktan, zorbalıklardan kurtarıcıları hiç olmazsa yeni bir yaşama biçimine yatkınlıklarından; sevdalarından dolayı toplum adına köhne, zalim ve çağ dışılığı kutsal sayan egemenler tarafından istisnasız suçlu görüldüler. Hâlen de görülüyorlar. Etkisizleştirmeden pay alacakların en başında işte bunlar gelmektedir. Egemenler elbette ki kendilerine yardımı dokunuyorsa, kan dökmekten, -doğrudan ya da hazırladığı ortamlardan yetiştirdiği profesyonel katillerin, teröristlerin eliyle- çekinmemişlerdir. Yakın tarihimize baktığımızda bunun kanıtlarını ve örneklerini öyle çok görürüz ki ölüp ölüp dirilmek işten bile değildir.
İnsanlık için çabalayanların kendilerini resmi barbarlıklardan ve yarı resmî barbarlardan korumaları karşılığında ise çeşitli adlarla hedef gösterilmeleri bu gizli -kimi zaman da açık- bir sınıf savaşının, üstelik de haksız ve kirli bir savaşın, bambaşka ama yadsınamayacak gerçek yüzüdür. Kim adına ne derse desin, görünen ve anlaşılan o ki egemenler, yani yönetenler, kendilerini seçenleri, yani yönetilenleri aşağı bir sınıf olarak görmektedir. Tek görevleri vardır bu sıradan insancıkların: Az ücrete kanaat etmek ve karşılığında boyun eğip çok şey üretmek. Bunun yanında da egemenler ve varsıllar için kendileri gibi birtakım yaratıkların çoğalmasını barınmasını ve beslenmesini şükrederek yetiştirmektir. Bunların arasından yeni bir söz söyleme yetenek ve bilinciyle insanlık için asıl olması gerekeni dillendirip, insanlığı olması gerekenden yana çeken varsa en büyük suçludur. Bu suçlular egemenlerin keser gibi kendilerinden yana yontan özelliğe sahip hukukunca ve adaletince cezalandırılır.
Tutuculuğun, uysal bir yaşam sürmenin, her şeye şükretmenin, ümitleri, istekleri geleceğe ertelemenin, boyun eğmenin ölü toprağı gibi üstlerine serpildiğini, soludukları havanın aslında zehir olduğunu fark edenlerin kendileri için bir tür “İsa” olmaları, acı çektirilip katledilmeleri çoğunluk için bir şey ifade etmez. Tabii ki yakılmaları, hapislerde çürütülmeleri, kendi kendilerini öldürmelerinin ortamlarını hazırlamaları da öyle… Olumsuzlukların ve olumsuz yaşamın bir “kader” olduğu vecdi ve inancı içinde teslim olmuş, uzlaşmış, gönül rahatlığı ile içinde yaşadıkları düzende incinecek hiçbir şey göremeyenler egemenlerin yönetmekten ve görmekten büyük hazlar aldıkları insanlardır. Daha doğrusu yaratıklardır, insancıklardır.
Egemenler adına, bir baltanın sapı olmaktan öte hiçbir özelliği olmayan ama görevi bitince de bir ateşte yanacak olan kökünün ve kendinin katili olanlar unutulmamalıdır. Egemenler adına kendi yaşamlarını ve geleceklerini göremeyen zavallılar olarak görmemek gerekir. Bilinçli bir tercihin ve taraflılığın karşılığı etkisizleştirme ve yalnızlaştırmaysa olmalıdır ve ivedilikle yapılmalıdır. Ama insancıklar, yaratıklar olarak görülenler adına kendi yaşamlarını ve geleceklerini yok etmeyi göze alanlara gelince, bunlar sürekli yasaların, kuralların ve zalimlerin sınırlarını aşarlar. Bu sınırları aştıkları için de hiç mi hiç sevilmezler. Çünkü egemenlere göre, yeteneklerine göre yıkıcıdırlar. Yıkıcılığa yatkındırlar ya da. Suçları da pek doğal olarak göreceli ve çeşit çeşittir. Var olanın daha iyi şeyler adına yıkılmasını, değişmesini isterler. Yalnızca yarının, yani bir bakıma geleceğin sahipleridir. Bunların karşısındakiler de bugünün egemenleri ve katilleridir. Geleceğin sahipleri dünyayı, iyiden, güzelden, doğrudan ve herkes için olması gerekenlerden yana hareket ettirirler. Dünyayı bu gibi amaçlara yöneltmeye çalışırlar. Ötekiler de bir avuç varsıldan ve egemenden yana durdurmaya, geriye çevirmeye çalışırlar. Bütün güçleriyle de insancıkları düşünenleri yok etmeye odaklanırlar. Günümüzde, insancık – yaratıkları ve bunlar için yola çıkanları etkisizleştirmek ve birbirine yabancılaştırmak için egemenlerin kullandığı en etkili araçlardan biri de görsel ve yazılı medyadır. Görsel ve yazılı medyanın terörize olmuş çabalarından daha doğrusu olmazsa olmaz görevlerinden biri de insanın “soyut düşünebilme” ve “geleceğe yönelik tasarımlar ve alternatif düşünceler oluşturabilme,” yeteneğini ortadan kaldırmasıdır. Genel ve özel programları, genel ve özel yazıları “okur” ve “izleyici” gördüğü çoğunluğu etkisizleştirme ve tarafına çekme yönündedir. Bunu ustalaşmış ve yetkin insanlar aracılığı ile yapar. Birazdan sözünü edeceğim denek maymunlarından farkı kalmaz böylelerinin. Kendi olmaktan uzaklaşan ve olmaması gereken tarafta olup asıl tarafının yanlılarını etkisizleştirmeye ve boyun eğdirmeye çalışanlar.
Şimdi, dört maymun bir kafese konur ve aç kaldıklarında uzanmak istedikleri yiyeceklere ulaştıklarında soğuk su dökülür üstlerine. Aradan uzun bir süre geçer ve sonra maymunlardan biri çıkarılır; yerine başka bir maymun konur. Bu maymun da yiyeceğe uzandığı zaman, soğuk su dökülen diğer üç maymun tarafından engellenir, darp edilir. Sonra soğuk su dökülen maymunlardan biri daha çıkartılır kafesten. Yeni bir maymun konur… Bu da açlığını gidermek için yiyeceğe uzandığı an soğuk su dökülen iki maymunla, hiç soğuk su dökülmeyen maymun tarafından dövülür, engellenir. Bir zaman sonra soğuk su dökülen o iki maymun da kafesten çıkarılır ve yerine iki yeni maymun konur. Bunlar da kafese yeni konulan bir maymunu, nedenini hiç mi hiç bilmeden yiyeceğe uzandığı an döverler, engellerler.
Bundan şöyle bir sonuç çıkarabiliriz: Medya ve eğitim kurumları genellikle neden, niçin, nasıl, kimin yararına gibi, olması gereken soruları sormayan, bu sorulardan yola çıkarak kendisi için çaba göstermeyen kişiler daha doğrusu insancık-yaratıklar yetiştiriyor. Egemenleri ve egemenlerin adına yazılı, görsel medyayı korkunç güçlü ve etkili kılan da soğuk su dökülmeyen maymunlar gibi nedenini asla sorgulamadan sınıfına, kendisine ve gerçeğine yabancılaşanlar egemenleri; egemen ideolojiyi çok güçlü yapmaktadır. Artık çok iyi biliyoruz ki günümüzde insan, denetlenebilir bir nesne konumuna çekiliyor. Medyanın, eğitimin ve görsel verilerin bir tür ipnotize etkisi yarattığı yadsınamayacak bir gerçeklik.
Batı’da dezenformasyon kavramı ile açıklanan, anlatılan bir “bile bile yanlış bilgilendirme” -ki hayatın her alanında buna rastlamak olası ve örnekleri öylesine çok- kanıksadığımız bir gerçeklik ve gerçekten de burnumuzun direğini sızlattığı hâlde bir şey yapamıyoruz. Yazılı/görsel medyanın dayanılmaz, karşı konulmaz gibi görünen etkilerinden biri de “bilimsel bilgiden uzak tutma”dır. Erk, tarikatlar, şeyhler, dervişler, babalar, dine yaslanmış sözde bilim adamları el ele vererek halkın üstüne ortaçağın ölü toprağını serpiyor. Yanlış doğruları, dogmaları halka empoze ediyor. Bunu gerçekleştirirken ellerindeki yazılı, görsel medyadan öyle yararlanıyorlar ki anlatmak zaman alır.
Ülkemizde tohumları 1950’lerde ekilen -ki daha öncesi de var kuşkusuz- ama 1980’lerden itibaren boy gösteren “yanlış doğrular” sarmaşık, devedikeni ve köygöçüren gibi durmadan yetişmekte, bir kanser gibi, kısacası ülkeyi bir organizmaya benzetecek olursak, bu organizmayı sarmaktadır. “Yanlış doğrular” öylesine çok ki… Yalnız biri var ki atlamak, es geçmek olanaksız. O da şu: Bilimsel bilgi ile kitle arasına uzaklık konulması. Herkes kabul eder tabii ki teknik zorluğunun sorun oluşturmasını. Bu başka bir şey ve bir kenarda kalmalı şimdilik en azından bu yazı açısından. Tamamen ideolojik bir nitelik taşıyor bu çaba ve söylem. Okulların 6.sınıfa geçen öğrencilere -velilerinin isteği ile- Diyanet eliyle yaz Kur’an Kursları için iki aylığına Milli Eğitim Bakan(lığ)ı tarafından peşkeş çekilmesi bu ideolojik yaklaşımın belki de en küçük boyutu.
Bilimsellik, hele hele evren, evrim, yaratılış, varoluş vb sorunsallarla ilintiliyse. İnce eleyip sık dokumalı. Kılı kırk yarmalı ve dayatılacak olanları iyi hesaplamalı. Kim, bu yola başını koyan her gerçek bilim insanı ve bilime sevdalı her sıradan insan. Çünkü engellemeler, karşı çıkmalar, yok saymalar şiddetini arttırır bu tehlikeli ve tabu konulardan yana eğilimli ve isteklilere… Neden mi diye sorduğunuzu işitir gibiyim. Çünkü biliyorlar ki halkın elinden anladığını, kavradığını ve gördüğünü alamazlar. Bunun için önlem “testi” kırılmadan alınmalıdır, kırıldıktan sonra değil, hesabı çok inceden inceye yapıldığın için… Elbette ki öncesi de var ama Bruno’dan, Galilei’den bu yana aydınlanma hareketinin, aklı (bilimin pozitifliğini) öne çıkarma yolundaki bütün çabalarına karşın, özellikle ortaçağın sonundan günümüze dek olan süreçte, dinle bilim birbirini dışlayan iki alan olarak karşıt konumlarını koruyagelmişlerdir. Bu ikisini birlikte bir tür sentez olarak vermeye çalışan her renkten, her dinden bilim insanı(!) odunu yarmak yerine baltayı ayağına vuran oduncu durumuna düşmüşlerdir. Bir bakıma bu sözde “sentez” adına intihar etmişlerdir. Buna karşın bu yolda diretenler de yok değil hâlen.
“Bilimsel bilgiden uzak tutulma” için en çok da din ve dinsel bilgiler kullanılıyor. Erk, tarikatlar, şeyhler ve babalar çağa ayak uyduruyor(!) Yazılı/görsel medyayı kullanıyorlar CD’ler, filmler, ses kayıtları, dergiler, gazeteler apartman apartman bütün bir yurt genelinde pazarlanmaya çalışılıyor. Hem dünyalık hem de ahretlik zenginlik toplanıyor. Hangisinin birinci olduğunu ise bu işi sürdürenler bilebiliyor ancak. Aslında biliniyor, gün gibi aşikâr ama biz yine de bilmezden gelelim. Erkin ve egemenlerin buradaki çıkarı; insancık-yaratıkların düzenlerinden ve cennetlerinden ellerini ayaklarını çekmeleri, dayatılan “kader”e razı olmalarıdır. Erk ve egemenler için de din ve dinsel konuları kullananlar zaman zaman bu yarışta birbirine de düşebiliyor. Birbirini gerçek dindar ve inanmış olmamakla suçlayabiliyor. Bu yüzden bin dereden kaynak gösterip kendilerini en iyi diye tanıtmaya, öne çıkarmaya çalışıyorlar. Öyle veya böyle sonuç değişmiyor ve bölünerek de olsa, bunlara kananlar, gerçek dinsel duygu ve inançlarını bir kenara bırakıp, teslim oluyorlar ve boyunlarında da ağır yükler taşıyor. Yaşamlarını boyun eğdirenler için sürdürüyorlar. Nefes alamaz hâle geliyorlar.
Din dogmalarından kaynaklanan kaygılarla geleneksel bir çatışma canlılığını hep korumuş bu kaosa karşın bilimin karşılaştığı her görece sınırın ve engelin hemen ardındaki alanı (Tanrının varlığı ancak böyle kanıtlanırmış gibi) Tanrıya ayıran zihniyet, bilimin attığı her adımla ya pozitif sonuçları bile bile inkâr etmek zorunda kalmış ya da yenilgiyi sineye çekerek en uygun zamanı kollamıştır. Bugün de çoğunlukla ikincisi geçerlidir ve uygun zamanda ise pozitif sonuçlar ehlileşmiş bilim adamları(!) tarafından “intihar” pahasına bir “sentez” olarak yorumlanmıştır. Bugün görsel medyanın belgesellerine bakarsanız, görürsünüz ki pozitif sonuçlar tersyüz edilerek bir “sentez” mantığı ile bilimin değil de Tanrının sunumu ve yaratımı olduğu yönünde gerçekliklerdir.
Bugün bile bilim ve aydınlık düşmanlığının geleneksel bir alışkanlık olarak zaman zaman alevlenmesi, dinlerin içine girdikleri ve çekildikleri ikilemden çıkış yolu bulamayışlarının açık bir kanıtıdır. Ülkemiz genelinde ise bu çatışma birkaç yüzyıllık bir gecikmeyle âdeta bir yeniden diriliş yaşamaktadır. Bu bir abartı sayılmamalı. Yalnızca bir saptama. Aynı zamanda da bir gerçeklik… Çünkü din hayatın her alanına bir köygöçüren bitkisi gibi yayılmaktadır. Isırgan otu gibi kökleri öyle yüzeyde de değil artık derinde ve geçmişte. Olanakları ve ortamları varlıklarını sürdürmeleri için oldukça uygun ve zengin. İskenderiye ve Endülüs üzerinden Batı’ya taşınan bütün bir ilkçağ Yunan Kültürüyle yoğrulmuş Arap Kültürü, orada bugünkü modern bilimin ateşini tutuşturduktan sonra dinsel söylemlerin ve doğmaların etkisine bürüne bürüne bütün kimliğini yitirmiş, içerdiği bilimsel öğeler, tüm dinsel dogmaların korkunç ve zalim atlarının ayakları altında yok olmuştur. Bu kıyım ve yıkım aynı zamanda Osmanlı’ya da kalmıştır yaşamsal ve toplumsal kalıt olarak. Daha doğrusu toplumsal ve yaşamsal bir genetiklikle… Ardından Cumhuriyet Türkiye’si Batı’nın pozitif düşüncesine kapı aralamak istemiyle, bilimsel veriler ve dinsel dogmaların birbirinden ayrılması sürecini başlatmıştır ama sürdürmemiştir. Sürdürememiştir. Yalnız bunu bir kazanım olarak görenler bu süreçte toplumu din–bilim çatışması ikileminde, din lehine tercihlere çekerek, yukarıda belirtmeye çalıştığım kültürsüzleştirme, bilgisizleştirme çabasına hizmet etmişlerdir. Osmanlının toplumsal, dinsel ve sosyal yaşamı yeni tip insanı yaratamayan Cumhuriyeti Truva Atı gibi içeriden ele geçirmiştir. Bu ele geçirme çabası hâlen bitmemiştir ve sürmektedir. Çünkü iktidar olmak hükmetmeye, egemen olmaya, sahiplenmeye ve boyun eğdirmeye yetmiyor. Bilinçsizliğe ve bilimsizliğe hizmet veren zihniyet, Cumhuriyet döneminin kazanımlarını geriletmekten geri kalmadığı gibi toplumu da hızla karanlıklara çekmektedir. Unutmayalım ki ideoloji dediğimiz şey yaşama egemen olmak isteyen düşünceler bütünüdür. Her egemen ideoloji kendisine karşı olan ideolojilerin arasındaki çatışmalardan yararlanır. Ve sonra tarih insanî ve duygucu değildir. Hangi ideoloji daha çok insan tarafından benimsenip içselleştirilirse tarih onun yaşama egemen olup borusunu öttürdüğünü yazar ve söyler. Çevremizdeki yakın tarihe baktığımızda bunun örneklerini görürüz.
Şimdi, yazının başlığına döndüğümüzde “kurtarıcı olabilmek” adına yola çıkanların, özellikle de erkten ve erkle bütünleşerek kendi çıkarlarından yana olup kendilerine yabancılaşanların kullandıkları en büyük aldatma ve kandırma maskesi olduğunu hiç ama hiç unutmamalıyız. İnsancık-yaratıkların ve kendilerinin kurtuluşu, mutluluğu, geleceği, bugünü için yaşamlarını ortaya koyanların ödedikleri ağır bedeller karşısında yalnız olmamaları gerektiğini bilmenin ve görmenin yetmeyeceğini de. Hem el vermeliyiz onların bu yürekli sevdasına hem de katılmalıyız güzel, doğru ve gerçekçi olan her çabalarına.
Gelecek güzel günlerin buna bağlı olduğunu bilmeliyiz.
Ve her an şöyle düşünmeliyiz:
Biz, hangi “kurtarıcı”dan yana olmalıyız?
İşte bence de bütün “sorun” bu.
Peki, ya sizce nedir asıl “sorun?”