Gün geçmiyor ki bakir kaldığını düşündüğümüz bir doğa parçasına göz dikilmesin ve yeni bir yıkım projesi ortaya çıkmasın. Bu yeni bir maden, taş ocağı, enerji üretimine yönelik bir proje ya da bir altyapı projesi veya suyu kontrol etmeye ve tekel altına almaya yönelik bir HES olabilir. Küresel düzeyde bir yıkımla karşı karşıyayız. Bu bir yanda iklim krizinin derinleşmesi, öte yanda da giderek yok olan biyolojik çeşitlilik anlamına geliyor.
Fikret Başkaya, son kitabı Eko-sosyalist Paradigma’da bu yıkıma yol açan nedenleri analiz ediyor ve buna bir çözüm önerisi getiriyor: “komünist topluma giden yol”. Öncelikle komünizme yeni bir tanım getiriyor. Geçmişteki ekonomik indirgemeciliği aşarak, “doğayla uyumlu”, “paranın ve patriyarkanın, bugünkü anlamda devletin … olmadığı … bir üretim ve yaşam tarzını” içererek tanımı genişletiyor. Vurguyu devlet eliyle yukarıdan aşağıya kurulacak bir topluma değil; müştereklere, kaybedilen ortak yaşam alanlarının yeniden kazanılmasına yapıyor. 20. yüzyıl solunun kapitalist modernizmi sorun etmediğini söylüyor. Reel sosyalizmin, sosyalizmi üretim yarışına indirgeyerek bir ütopya zaafına yol açtığını ortaya koyuyor. Oysa “kapitalist barbarlık sadece sosyal kötülükleri azdırmakla kalmıyor, doğa tahribatını da derinleştiriyor. … bir uygarlık krizi ortaya çıkarmış durumda.”
Kitabın dikkat çeken bölümlerinden biri Avrupa-merkezci ilerlemeci anlayışa ayrılmış. “Aydınlanmacı ideolojinin yaydığı düşünce tarzı şöyleydi: İnsan toplumları farklı gelişmişlik evresinde bulunuyor, gelişmenin en üst basamağında olan da Batı’dır, zira bilimsel-teknik planda onlardan üstündür.” Bu şekilde dünyanın “geri halkları”nın köleleştirilmesi, sömürgeleştirilmesi jenositlere ve kıyıma uğratılmasının gerekçesi yaratıldı ve bunlar meşrulaştırıldı. Bilim ve teknoloji fetişizmi günümüzde de sınırsız büyümeyi ve bu amaçla yıkımı gerekçelendirmek için kullanılıyor. Daha da ötesi “Marx sonrası Marksizmler üretici güçlerden sanayinin büyümesini, … doğanın talan edilmesini anladılar”.[2] Bunun sosyal zenginliği sermaye birikimine eşitleyen kapitalistlerin anlayışından bir farkı yoktu. Kullanım değeri yerine değişim değeri yaratma yarışına girdiler. Gerçek ilerlemenin ne olduğu konusunda bir bilinç açıklığı içinde değillerdi.
Başkaya, “ekonomik büyüme kalkınma değil”dir diyerek, kapitalizmin büyüme olmadan yaşayamayacağını, ancak bu arada hem ekonomik hem sosyal anlamda gerçek kalkınmanın gözardı edildiğini açıklıyor. Ortaya çıkan toplum, karşılaşılan sorunlara çözüm bulmakta da başarısız. Ülkenin ekolojik sorunlarına da bir bölüm ayrılmış. Büyüme adına yürütülen projelerin yol açtığı yıkımlardan örnekler verilmiş. Kanal İstanbul da burada hak ettiği yeri alıyor. İzleyen bölümde ise liberalizmin geçmişi irdelenerek, liberallerin esas olarak burjuvazinin iktidarını hedefledikleri açıklanıyor. “Muasır medeniyet”in unsurları olarak sunulan her şeyin içinin nasıl boş olduğu sergileniyor.
Günümüzdeki uygarlık krizinin ardında her şeyin metalaştırılması yatıyor. Artık değer sömürüsüne dayanan kapitalizm koşullarında bunu tersine çevirmeye olanak yok. Aksine sermayenin büyümesi için daha çok metalaştırma gerekiyor. Daha az kaynak kullanan teknolojiler geliştirilse dahi kapitalizmin krize girmemesi için tüketici kitle büyütülerek doğadaki varlıkların toplamda daha çok metalaştırılması gerekiyor. Bu varlıkların nasıl fiyatlandırıldığı da ayrı bir sorun. Sonuçta kısır bir döngü oluşuyor. Bu kısır döngüden ne çevreci politikalarla ne reel sosyalizmle ne de bireysel tüketimi kısma yaklaşımıyla çıkmak mümkün. Başkaya, ‘“üretimcilik”, verimlilik, üretkenlik ve teknoloji saplantısından arınmış bir’ Marksizmi benimseyen eko-sosyalizmi çözüm olarak öneriyor.[3] Ekonomi tarafından kolonize edilmiş toplum yerine, ekonomiyi belirleyecek bir toplumu savunuyor.
Başkaya bu analizinde kimi eko-sosyalistler gibi Marx’dan bir ekolojist çıkarmaya çalışmadığı gibi, aksine Marx her şeyi bilmek ve tahlil etmek zorundaymış gibi düşünülmesini bir abartma ve onu ikonlaştırma olarak niteliyor.[4] Günümüzde ‘ekolojiden soyutlanmış bir “sosyal” mümkün değildir’ diyor ve bunun için yeni bir uygarlık paradigması gerektiğini vurguluyor.[5] Bu paradigmanın önemli bir ayağı “doğaya hakim olma” saplantısından kurtulmuş bir ekolojik planlama. Kitapta bu planlamanın temel kriterleri örneklerle ele alınıyor. Ancak bu kriterlerin daha çok bir minimum program şeklinde temellendirildiğini de belirtmekte yarar var. Sözgelimi kirli sanayilerin kapatılması sonucu mağdur olmamaları için işçilere bir alternatif sunulması, yeni çalışma alanları açılması gerektiği belirtiliyor. Bu geleneksel, herkese iş sağlayan bir sosyalizm anlayışına yakın. Oysa günümüzde çoğu insanın üretime yönelik olmayan, satış, pazarlama, finans, emlak gibi hizmet sektörlerinde çalıştığını[6] gözönüne alırsak ekolojik perspektifle örgütlenen bir toplumda herkesin ücretli işlerde çalışmasına olanak yok. Dolayısıyla geleneksel herkese iş sağlanan minimum program ile herkesten yeteneğine göre, ihtiyaç duyulduğu ölçüde çalışma beklenen maximum program arasındaki ayrımı aşan bir yaklaşım daha akılcı olabilir.
Planlama konusunda katılımın önemi vurgulanıyor. Sosyal planlama ile eşitsizliklerin ortadan kaldırılması ve ulusal geliri artırmak yerine sağlıklı, huzurlu, mutlu yaşam süresini artırmak amaçlanmalıdır. Bu da maddi zenginliğin değil insan ilişkilerindeki zenginliğin öne konulmasını gerektiriyor. Aynı zamanda bürokratik bir planlama değil, demokrasiyi içselleştirmiş bir planlama öngörülüyor.[7]
Kitabın son bölümü işçi sınıfına eko-sosyalist yaklaşıma ayrılmış. Bunun ötesinde de mücadelenin yeni özneleri analiz ediliyor. Yerli halkların da etkin olarak katıldığı “Via Campesina, sermayenin kapsamlı saldırısına tarımsal ekoloji(agro-ekoloji) ve gıda egemenliği talebiyle karşılık veriyor”.[8] Öte yanda “kadınlar doğa katliamı, kirlenme ve iklim krizi bahsinde doğaya, ekolojik sorunlara erkeklerden çok daha duyarlı ve saygılılar.”[9] Genç işsizliğinin her yerde rekor kırdığı günümüzde gençler, iklim krizinden en çok etkilenecek kesim olarak sokağa çıkıyorlar.
Yeni öznelerle birlikte bütünlüklü bir mücadele çizgisi geliştirilmesi önerisine içtenlikle katılıyorum. Ancak buradaki işçi sınıfına yaklaşıma eleştirel açıdan bakmak istiyorum. 20. yüzyılda 1980’lere kadar işçi sınıfının kolektif bir politik özne olmayı başardığı vurgulanıyor. İzleyen neoliberal dönemde “Proletarya büyürken, sayıca artarken etkinliği azalıyordu”[10] deniyor. İşçi sınıfı üretimden gelen gücüyle politik özne olmayı başardı. Ancak otomasyondaki artışlarla 1980’den bu yana işçi sınıfının üretimde yer alan kesimi giderek küçülüyor. Batılı ülkelerde imalat sektöründe çalışanların toplam çalışan nüfusa oranı 1960’larda doruğa ulaştı (ABD’de 1953’te), sonra düşmeye başladı. Günümüzde bu oran yüzde 10 civarında (ABD’de yüzde 9’un altında). Çin gibi emeğin ucuz olduğu ve sanayiyi kendisine çeken ülkelerde dahi bu oran yüzde 20 civarında ve giderek azalıyor.[11] Onun yerine yukarıda da belirttiğim üretimle doğrudan bağı olmayan hizmet sektörlerinde çalışanların sayısı artıyor. Üstelik bu sektörlerde yarım zamanlı ve geçici işler çok artmış durumda. Bu şekilde çalışan bir çok kişi bu işleri daha iyi bir işe atlamak için sıçrama tahtası olarak görüyor. Böylesi bir işçi sınıfının geçmişteki gibi sınıfsal çıkarlarına sahip çıkmasını beklemek gerçekçi değil. Aksine işçilerin yaptıkları işlerin yalnızca kapitalizmi ayakta tutmaya yaradığının bilincine varmaları ve bu işlerde çalışmayı, işçi olmayı reddetmeleri gerekiyor. Bu da kitapta açıklandığı gibi ekolojik bilincin gelişmesi ve doğayla uyumlu bir yaşamı hedef alan bir yurttaşlık bilincinin yükselmesiyle olabilir.
Sonuç olarak Eko-sosyalist Paradigma doğanın yıkımına karşı çıkmak için ihtiyaç duyduğumuz, alternatif bir paradigma yaratılmasına önemli bir katkı sağlıyor. Bu alanda tartışılması gereken en can alıcı noktaları akıcı bir dille, detaylı olarak analiz ediyor. 20. yüzyıl solu içinde çok yaygın olan “üretimcilik” çıkmazını sergiliyor. Ekolojik bir perspektif için temel alınması gereken değerleri irdeliyor. Doğaldır ki bu tartışmalar daha uzun yıllar boyunca sürecek. Umarım bu kitap sol içinde yaygın olarak tartışılır, geçmişteki dogmatik yaklaşımların aşılmasına ve hareketin günümüzdeki krizi aşacak bir yükselişine yardımcı olur.
Bu yazı ilk kez Özgür Üninversite internet sitesinde yayınlanmıştır
[1] Fikret Başkaya, Eko-sosyalist Paradigma, Yordam Kitap, 2020. sf:31
[2] a.g.e. sf:48
[3] a.g.e. sf:152
[4] a.g.e. sf:157
[5] a.g.e. sf:158
[6] Bu konuyu daha önce bir başka yazıda işlemiştim, ayrıntılar için bakılabilir: https://ekoloji.org/te-grubu-hakkinda-2/30-kapitalizm-ve-cokus/72-gunumuzde-kapitalizm-ve-buyume
[7] a.g.e. sf:170
[8] a.g.e. sf:186
[9] a.g.e. sf:188
[10] a.g.e. sf:172
[11] https://www.piie.com/publications/policy-briefs/manufacturing-and-inclusive-growth-challenges-china