Uluslararası ilişkiler gittikçe daha büyük bir istikrarsızlığa sürükleniyor. İstikrarsızlık yaşanan yerler çoğalıyor. Ortadoğu’da hem ülkelerin içindeki hem de ülkeler arasındaki çatışmalardan dolayı yaşanan dramlara burada yeniden detaylı olarak değinmeyeceğiz. Ama olay Irak ve Suriye’nin hızlı bir şekilde istikrarsızlığa sürüklenmesiyle sadece bölgeye çıkarları nedeniyle müdahale eden ABD’den Fransa’ya ve Rusya’ya kadar büyük güçlerle sınırlı kalmayıp Türkiye’yi de doğrudan etkiledi. En azından Kürt sorunundan dolayı.
Farklı seviyelerde de olsa, İran’dan Arap yarımadasına kadar olan ülkeler de bu savaşa bulaşmışlardır. Avrupa ve ABD’de gerçekleştirilen intihar eylemleri de Ortadoğu’daki savaşın yansımalarıdır. DAEŞ’e karşı yürütülen savaşta, sözde müttefik olan farklı güçler arasında da savaşalar sürüyor. Örneğin Türk ordusu ile bazı Kürt askeri güçleri veya farklı Şii ve Sünni silahlı güçleri arasındaki savaşlar gibi. DAEŞ yenilse bile yine farklı rakip güçlerin destekledikleri güçler arasında ve hatta farklı güçler arasında başka savaşlar devam edecek: örneğin İran, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar, Irak ve Suriye arasında. Her ne kadar DAEŞ’e karşı yürütülen mücadelede ABD ve Fransa gibi daha büyük güçler arasındaki birliğe Rusya da dahil olsa da, yine de bir çok olay ABD ile Rusya arasındaki gerginliklerin giderek arttığını gösteriyor.
ABD, Putin’in Suriye’de onun yerine bazı kirli görevleri yerine getirmesinden hiç de şikayetçi değil. Suriye’yi kanlı bir kaosa sürükleyenler ise Başar Esad’ı iktidardan devirmek için Batılı güçlerin çevirdiği dolaplar oldu. Esad‘a karşı tek alternatif olarak DAEŞ’in ortaya çıkmasından dolayı ABD, Putin’in kirli görevleri yerine getirmesini, yani Şam diktatörüne karşı olan tüm muhalefeti etrafı harap ederek ve insan katliamlarıyla yok etmesini kabul etti. Emperyalist güçlerin Halep’in bombalanmasına karşı yaptıkları protestolar sadece iki yüzlülükten ibarettir. Ama yine de bunlar, ABD ile Rusya’nın DAEŞ’e karşı müttefik olmalarına rağmen kendi aralarındaki gerginliklerin arttığını gösteriyor.
Avrupa’da ise Ukrayna sorunu yüzünden, her ne kadar da ABD ve müttefikleri tarafından SSCB’ne karşı yürütülen soğuş savaş seviyelerinde olmasa da, ABD ile Rusya arasında gerginlikler yaşanmaktadır. Rusya ile Ukrayna arasında yaşanan askeri gerginlik nedeniyle iki taraf da çıkar elde ediyor. Kremlin, Ukrayna üzerinden Batı’nın kendisini tehdit ettiğini ileri sürerek, özellikle de sonbaharda yapılan genel seçimlerinden dolayı, kendi kitlelerini etrafında toplamaya çalışıyordu. Bunda da başarılı oldu: çünkü Putin’in partisi bu seçimlerde Meclis’te (Duma) ezici çoğunluğu elde etti. Ukrayna liderlerinin çıkarı ise Rusya’nın saldırılarından dolayı mağdur oldukları oyununu oynamaktan geçiyordu. Böylece kitlelerin yaşadıkları sefaleti unutmasını umuyorlar. Aynı zamanda onları koruyan ABD ve Avrupa’yı, Kiev’i desteklemeye mecbur etmeye çalışıyorlar. Çünkü Ukrayna devleti iktidardaki mafya tipi farklı çıkar çevrelerinin yolsuzlukları, çıkar kavgaları yüzünden büyük bir istikrarsızlık yaşıyor ve devlet iflas eşiğinde olup bir paçavra haline geliyor. Rusya ile Ukrayna arasındaki kavga ABD’nin NATO’yu da devreye sokmasıyla daha da büyüyor. Çünkü ABD’nin amacı, eski Baltık devletlerini ve Polonya’yı da alet ederek Rusya’nın eski SSCB topraklarındaki etkisini azaltmaktır.
Çatışmaların gözle görülebilir bir şekilde arttığı bölgelerin dışında da, bir İsveç üniversitesine bağlı bilimsel kuruluşun Conflict Data Program’ın da belirttiği gibi “Soğuk Savaştan bu yana artık silahlı çatışmalar rekor bir seviyeye vardı; öyle ki 2014 yılı, İkinci Dünya Savaş’ından bu yana ikinci en çok ölüm saçan yıl oldu”.
Fransız hükümeti Mali’de yaptığı askeri müdahaleden sonra zafer çığlıkları atmasına rağmen Sahel bölgesi bir barut fıçısına benzemeye devam ediyor. Afrika Boynuzundan, eski Zaire olan Kongo’ya ve Sudan’a kadar uzanan bölgedeki ülkelerde farklı seviyelerdeki şiddet olayları ve silahlı çatışmalar devam ediyor. Yemen’de ise ön planda Suudi Arabistan’ın ve arka planda ABD’nin olduğu bir iç savaş ülkeyi parçalamaya götürüyor. ABD ile Çin arasında Güney Çin denizinin hakimiyeti konusunda büyük askeri manevralar görüyoruz. Afrika ülkelerinde devlet aygıtları çatırdamaya başladı ve hatta bazıları param parça oldu. Birkaç yıldan beri Somali’de artık merkezi bir devlet bile yok ve son yıllarda buna Libya da eklendi.
Eski Sudan, Kuzey ve Güney olmak üzere ikiye bölündü ve her iki devletin farklı bayrak ve etiketlerini korumalarına rağmen Güney’de oluşan yeni devlet de bir türlü istikrara kavuşamadı. Güney Sudan ile Kuzey Sudan arasında petrol yüzünden çıkan savaş devam ederken Kuzey içinde de bir iç savaş başladı. Mali ve Merkezi Afrika Cumhuriyeti şeklen tek bir ülke konumundadır, ama Batı Afrika’da jandarma görevini yapan Fransız emperyalizminin ordusunun müdahalesine rağmen bu fiiliyata geçemiyor.
Eski Zaire’ye, yani Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ne gelince, merkezi devlet artık ortaya çıkmış bir sürü silahlı çeteyle işbirliği yapmak zorundadır. Bu ülkedeki kitleler bu çetelerarası çatışmaların bedelini yüz binlerce insanın katledilmesiyle ödüyor. Ama diğer yandan büyük maden ve telefon tröstlerinin yararına olan ve ender bulunan değerli madenlerin çıkartılması ve bunları çıkartılanların feci bir şekilde sömürülmeleri ve madenlerin tröstlere ulaştırılması hiçbir şey olmamış gibi devam ediyor.
Kapitalist ekonominin krizi ve emperyalist ülke devletlerinin buna çözüm getirmekten aciz olmaları, en son tahlilde, en zengin olanlar da dahil olmak üzere, burjuva demokrasilerindeki krizin temelini oluşturuyor. Palyaço bir milyarderin en büyük kapitalist devletin başına geçebilmesi, burjuva demokrasinin kokuşmuşluğunun geldiği seviyeyi iyice gözler önüne seriyor. Avrupa’da ise bu olay neredeyse bütün ülkelerde aşırı sağın veya “popülist” diye adlandırılan hareketlerin hızlı bir şekilde tırmanışı şeklinde kendini gösteriyor. Fransa, İspanya veya İtalya gibi ülkelerde şimdiye kadar parlamenter demokrasi sisteminin sembolü sıra ile bir sol bir sağ iktidarın başa gelmesiydi, ama bu hiç de eskisi gibi çalışmıyor. Her ne kadar şu ana kadar aşırı sağ ve gerici hareketler henüz hiçbir ülkede iktidara talip şiddetli faşist gruplar şeklinde ortaya çıkmadıysa da, şimdiki haliyle hem kısa hem de uzun vadede işçi sınıfının aleyhinde olan bir şeydir. Bu olay işçi sınıfı hareketinin siyasi hayatta ve de daha genel olarak toplumsal yaşamda geçmişte bıraktığı izlerin yok olmasının bir belirtisidir. Üstelik de bu durum aynı zamanda toplumun tüm alanlarında gerici ön yargıların daha da ağır basmasını artırıyor. Her ne kadar aşırı sağ hareket şu ana kadar burjuva parlamenter alanıyla sınırlı kalsa da, içerisindeki belirli gruplar ve kişilerin amacı işçi sınıfı hareketinden geriye kalan her şeyi yok etmek ve de bu vesileyle demokratik burjuva parlamenter sistemine de son vermektir. Şimdi toplumu etkisi altına alan krize karşı tepki gösterip ileride harekete geçecek farklı çevrelerden kitleler sınıf mücadelesini büyüteceklerdir. Ama bu gelişmeler taban tabana zıt iki olasılığı içeriyor: işçi sınıfının mevcut toplumu dönüştürmek için mücadeleciliğini artırması ya da yeni şekillere bürünecek baskıcı veya faşist rejimlerin ortaya çıkması.
Bugünkü krizden önce kapitalizmin yaşadığı en büyük kriz olan 1929 borsa çöküşü Almanya’da Nazizmi iktidara getirdi ve tüm Avrupa’da yarı faşist veya baskıcı rejimleri iktidara getirdi ve ardından da İkinci Dünya Savaşı geldi. Burjuvazi, özellikle de Stalinizm’in işbirliği sayesinde, Birinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan yeni bir işçi sınıfı devrimi dalgasının oluşumunu engelleyebildi. Birinci Dünya Savaşının ardından burjuvazinin beyin takımı “Artık böyle bir şey mümkün değil” diyordu. Avrupa’daki burjuvazi bu açıdan yenilen Almanya ile diğer zafer kazanan emperyalist güçler arasında barışın sağlanıp “Avrupa’nın inşa edilmesini” bir güvence olarak gösterdi. Ama bugün şunu açıkça görebiliyoruz: bir karikatür şeklinde olan Avrupa’nın birleşmesi, yani Avrupa Birliği, daha çok birkaç yıl süren göreceli ekonomik canlanmanın sonucuydu. Ama en azından 2007-2008 mali krizinden bu yana bu yapmacık birlik bile çatırdamaya başladı. Avro krizi ile başlayıp Brexit ‘e varan süreç ve de Avrupa’daki emperyalist güçlerin Yunanistan’a karşı tavırları ve de farklı ulusal kapitalist çevrelerin ulusal çıkarlarının etkisi altında Avrupa birliği çatırdıyor.
Avrupa burjuvazilerinin bazılarının Brexit nedeniyle nasıl etkileneceği ve buradan nasıl bir çıkış yolu bulacakları konusunda spekülasyonlar yapmak gereksizdir. Eğer İngiltere büyük burjuvazisi için ciddi bir gereklilik oluşursa, siyasetçiler veya hukuk çevreleri bir yolunu bulup referandum sonuçlarını deleceklerdir. Ama böyle bir şey olmadığı durumda da Avrupa Birliği ile İngiliz hükümeti her iki tarafın da burjuvazilerinin temel çıkarlarını koruyacak bir anlaşmaya varacaklar. Bu arada Brexit, Londra ve onun yerini almak isteyen Frankfurt ve Paris borsaları arasındaki rekabeti artırdı. Bazı akımlar, ki bunlara bazı troçkistler de dahildir, Brexit’in işçi sınıfının çıkarları için çok yararlı bir şey olduğu saçmalıklarını anlatıyor.
Avrupa Birliği’nin yaşadığı bu maceralar, ki bunun sonucu olarak AB ya dağılacak veya birkaç parçaya bölünecek, bize açıkça şunu gösteriyor: Avrupa’nın birleşmesinin Avrupa burjuvazisi için can alıcı bir gereklilik olmasına rağmen o bunu başarabilmekten acizdir. Hatta daha da vahimi: farklı Avrupa burjuvazilerinin ulusal çıkarlar nedeniyle merkezkaç hareketlerini Avrupa’yı sadece gerilere götürmekle sınırlı kalmayıp daha da kötü bir şeye olabilir. Örneğin Katalonya’dan İskoçya’ya ve Orta ve Doğu Avrupa ülkelerindeki ulusalcı hareketlere kadar Avrupa’nın parçalanmasını getirebilir.
Burada kapitalist toplumun göçmenlere karşı takındığı iğrenç tavırlara yeniden değinmeye gerek yok. Bu göçlerin temel sorumlusu bu ülkeleri talan eden emperyalist ülkelerdir, üstelik de bu göçleri tetikleyen savaşları da kışkırtan yine bu büyük güçlerin çıkarları için yaptığı manevralardır. Tüm bunlar bu iğrençliği daha da artırıyor. Göç olgusu tek başına hiç de sorun değil, çünkü bu olay tüm insanlık tarihine ait bir olgudur. İnsan türünün ortaya çıkmasının başından itibaren günümüze kadar insanlık sürekli göç ve toplumlararası iç içe geçmeleri yaşadı. Göç olgusunu bir soruna dönüştürmek çok anlamlıdır, çünkü artık burjuvazi ve kapitalist düzen toplumun en büyük gerici olguları haline geldi.Göçmenleri ülkelerine kabul etme konusunda Avrupa içerisinde yaşanan kavgaların Avrupa’nın birliğini tehdit eder seviyeye çıkması ise çok anlamlıdır. Doğu Avrupa ülkelerinin gerek göçmenleri kabul etme konusunda gerek diğer farklı konularda en gerici tavırları takınmada ilk sıralarda yer almaları hiç de rastlantı değil. Örneğin Balkanlardan gelen göçmenlerin geçmesini engellemek için tel örgülerle ilk duvarların oluşturulduğu ülkenin Macaristan olması bir rastlantı değil. Bu ülke aynı zamanda iğrenç bir şekilde Avrupa ile o zamanki deyimle Sovyet kökenli ülkelere karşı tel örgülerle duvar ören bir ülkedir!
Polonya örneğinde ise şunu görüyoruz: Polonya hükümeti Doğu bloğunun çöküşünden sonra kadınların sahip oldukları sınırlı hakları bile, örneğin vücutlarına sahip olma haklarını, yani kürtaj hakkını tamamen yasakladı. Kadınların ve kitlelerin buna karşı kitlesel tepkileri sonucu hükümet biraz olsun geri adım atmak zorunda kaldı.
Visegrad gurubu” diye bilenen Polonya, Macaristan, Slovakya ve Çekya gibi ülkeler Avrupa’nın siyasi arenasında birçok alanda çok geri görüşleri savunmakla dikkat çekiyor. Orta Avrupa ülkelerindeki zavallı burjuvazi ve emrindeki siyasetçiler Batılı büyük sermayeye olan bağımlılıklarını ört bas etmek için “Batılı Hristiyan’lığın ve değerlerinin” en büyük savunucuları kesilip milliyetçiliği savunarak çoğu zaman milliyetlerin iç içe geçmiş bir bölgesinde sınırlar çizmeye çalışıyorlar.
Ama şunu da hatırlatmada yarar var: iki büyük dünya savaşının ara dönemindeki büyük kriz Doğu Avrupa ülkelerindeki rejimlerin baskıcı iktidarlara doğru evrilmesi aynı zamanda bir şekliyle kendini daha zengin ve uygar gören Batı Avrupa ülkelerinin de gideceği yolun habercisi olmuştu!
Fransa’da yayınlanan Lutte de Classe (Sınıf Mücadelesi) Dergisi’nin Aralık 2016-Ocak 2017 tarihli 180’inci sayısından çevrilmiştir.