Dünya ekonomisinin mali sektöre gittikçe daha fazla bağımlı hale gelmesi nedeniyle ortaya çıkan ve büyüyen tehditlere rağmen ekonomik krizin belirleyici özelliklerinde son 9 ayda çok önemli bir değişiklik olmadı. Kapitalizmin krizi 2007-2008 mali krizinden sonra ortaya çıkan tehditlerin, çok daha kötü bir şekilde kendini göstermesine ve daha da artarak gündeme gelmesine rağmen henüz bir felaketle sonuçlanmadı.
Kapitalist ekonomik kriz, 2008 banka krizinin etkisiyle daha da hızlandı: Büyük emperyalist güçler, 2008 banka krizinden sonra başta ABD Merkez Bankası (FED), ardından İngiltere Merkez Bankası, Japonya Merkez Bankası ve Avrupa Merkez Bankası (ECB) olmak üzere, bankaları kurtarmak için çok büyük miktarlarda karşılıksız para bastı. Merkez Bankaları uyguladıkları faiz oranlarını, yani özel bankalara uyguladıkları kredi oranlarını o kadar düşürdüler ki, neredeyse sıfır seviyelerine indirdiler. Mali sektör, neredeyse bedava ve sınırsız miktarda kredi alma olanağına kavuştu.
Merkez Bankalarının ekonomiye aktardıkları para miktarları son aylarda artmaya devam etti. AMB verilerine göre Temmuz 2015 ile Temmuz 2016 arasındaki bir yıllık dönemde avro bölgesindeki para miktarı 523 milyar (yani yüzde 4,9) artarak 10 bin 591 milyardan 11 bin 114 milyara çıktı.
Avrupa Merkez Bankası geçen yazdan itibaren en riskli olanlar dahil devletlerin borçlarını almakla yetinmeyip özel şirketlerin borçlarını da (yani hisse senetlerini) satın alıyor. Avrupa Merkez Bankası ve ülke Merkez Bankaları uygulamanın başladığı 8 Haziran tarihinden 29 Temmuz’a kadar toplam 13,2 milyar avroluk hisse seneti satın alıp, böylece pazara bu tutara eşit yeni para sürdüler.
9 Ekim’de Le Monde gazetesi’nde “Merkez Bankaları pazarları kurtardı” manşetiyle konuyu değerlendiren bir yazı yayımlandı. Yazıda şu soru da yer alıyordu: “Merkez Bankaları yaratıcı kurumlardır, hemen tepki gösterirler ve çoğu zaman da ekonomiyi çöküşten kurtarmak için tek başınadırlar. Ama uygulanan çare ekonomiyi bu hasta halinden daha kötü duruma getirmeyecek mi?” Gazetede mali çevrelerin endişelerini de gündeme taşımak için büyük burjuvazinin uluslararası bir kurumu olan İMF’den alıntı yapılıyor: “Dünyadaki borç miktarında tehlikeli bir artış var; kamu ve özel sektör dahil –mali sektör dışındaki- borçlar şimdiye kadar görülmemiş seviyelere tırmanarak yerkürede yaratılan toplam zenginliğin iki katına çıktı!”
FED’in bu gidişatı yavaşlatmak istediği görülüyor, çünkü faiz oranlarını artırarak para basmayı yavaşlatmak eğiliminde. Ama yine de krizi ilerideki bir tarihe ertelemiş oluyor. Parayı yöneten çevreler kredilere ve borçlara bağımlı hale geldiklerinin bilincindedirler, ama bunları birden bire durdurmanın da kötü sonuçları olacağını biliyorlar.
ECB’ye gelince; o eski uygulamaları devam ettirmekte ısrarcı. Avrupa’daki sanayi üretimi ABD’den daha çok gerilemiş olmasına rağmen, piyasaya farklı şekillerde ve yüksek miktarda para sürmeye devam ediyor.
Son ekonomik krizin başlangıcına piyasaya sürekli para sürme olanaklarını artırmanın gerekçesi, şirketleri yatırımlara, üretim artışına ve istihdam alanları yaratmaya teşvik etmek olduğu söyleniyor. Ama krizin başından bugüne kadar pazara sürülen bol miktardaki paranın üretim için yatırıma yönelmediğini görüyoruz. Bu paralar mali sektörün eline geçti ve o da bunları büyük sermayenin kârını artırmak için kullandı. Büyük sanayi ve mali gruplar elde ettikleri bu kârları hissedarlarının paylarını ve de bazen de birbirlerini satın almak için kullandı.
Emperyalist ülkelerin hiçbirinde yatırımlar 2008 mali krizi öncesindeki seviyeyi yakalayamadı. Hatta üretimi artıran sektörlerde yatırım artışı işçilerin sayısı artırılmadan çalışma koşulları ağırlaştırılarak ya da daha az ücretlerle güvencesiz işçi çalıştırılarak yapıldı.
Örneğin Fransa’da kriz öncesine, 2007’ye göre sanayi üretiminde gerileme oldu. Almanya ve İspanya’da da aynı seviyede gerileme oldu ve hatta İtalya’daki gerileme yüzde 20’ye ulaştı.
Üretim kapasitelerinin kullanılma oranlarında da aynı durum görülüyor. Örneğin Fransa’da üretim kapasite kullanım oranı 1976-2015 döneminde, yani dünya ekonomisinin bazen yavaş bazen de sert bir krize yakalandığı dönemde % 84,5 seviyelerinde iken bu oran 2016’da % 80,8’e indi. Hatta dünya kapitalist ekonomisini durgunluktan çıkaracağı iddia edilen gelişmekte olan ekonomiler (Çin, Hindistan, Brezilya, Güney Afrika, vb.) lokomotif rolü oynayamadı ve buralarda da üretime yapılan yatırım oranlarında düşüşler yaşandı.
Mali sektör gittikçe üretim sektörünün aleyhinde büyüyerek, bir asalak gibi üretilen artı değere daha büyük oranlarda el atıyor.
Nobel ödüllü ve biraz da “başka bir dünya mümkündür” taraftarı olan ABD’li iktisatçı Joseph Stiglitz avro bölgesindeki gayri safi milli hasılanın (GSMH) “Yaklaşık 10 yıldan beri durgunlaştığını ve 2015’te, 2007’deki seviyesine göre sadece yüzde 0.6’lık bir ilerleme kaydettiğini” söylüyor. Şunu da dikkate almak gerekir: GSMH ürün ve hizmet üretimini dikkate alan hesaplamaya göre çok daha belirsiz bir kavramdır, çünkü aynı zamanda spekülatif “değerleri” de kapsamaktadır.
Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) Genel Müdürü Eylül 2016 başında şu açıklamayı yaptı: “Dünya ticaretindeki muazzam daralma çok tehlikelidir ve tehlike çanları sinyal veriyor”. Bu gerileme hem üretimdeki düşüşü hem de giderek büyüyen korumacılığı yansıtıyor. Les Echos gazetesi ise “Son iki yıldaki genel eğilimin, verilen sözlere rağmen (…), dış ticareti engellemek için duvarların örülmesi yönünde olduğunu” belirterek “bazı ülkelerin ithalatlarını sınırlayıp ülke içi üretimi artırmak için (…) kendi paralarının değerini düşürme siyasetini güttüklerini” yazıyor.
Bundan tam bir yüzyıl önce Lenin, “Emperyalizm: Kapitalizmin En Son Aşaması” başlıklı kitabında “mali oligarşinin” hem büyük şirketler hem de bankalar ile güçlü tekeller oluşturarak toplum üzerinde mutlak bir diktatörlük oluşturduğunu anlatmıştı.
Yaşanmakta olan bu krize rağmen büyük burjuvazinin zirvesini oluşturan oligarşinin ağırlığı daha da arttı ya da daha doğrusu bu tekel sayesinde büyük burjuvazi büyüyen serveti aracıyla hem mutlak hem de göreceli olarak burjuvazinin diğer kesimlerine göre daha belirleyici hale geldi. Bu gidişat genel olarak burjuvazinin kâr oranını artırmak için işçi sınıfına karşı yürüttüğü bir sınıf savaşı ortamında yaşanıyor. Bunun sonucu olarak da her geçen yıl emekçilerin ulusal gelirden aldıkları pay sermaye sınıfına göre azalıyor.
Ekonominin hızlı bir şekilde mali oligarşinin hakimiyeti altına girmesi mali oligarşinin olanaklarını gün geçtikçe artırarak, onu kadar görülmemiş biçimde asalaklaştırıyor. Bu asalaklık sadece mali sektörün üretimden gelen artı değerdeki payını artırmakla sınırlı kalmayıp, mali sektörün işleyişinde ve üretim ile olan bağlarında sürekli bir şekilde değişikler yapıyor.
Deutsche Bank’ın yaşadığı macera aynı zamanda hem son dönemdeki banka sisteminin hem de mali krizin oluşturduğu büyük tehlikenin bir ifadesidir. Deutsche Bank, Almanya’nın en büyük özel bankasıdır. Cirosu İtalya’nın GSMH’si kadardır. Yani dünya çapında önde gelen bankalardan biridir. Deutsche Bank’ın çökmesinin yaratacağı tahribat zincirleme bir etkiyle tüm Avrupa bankalarında yayılacaktır ve bunun tüm dünya banka sistemine yansımasının etkisi 2008 yılında Lehman Brothers bankasının iflasının yol açtığı tahribattan çok daha büyük olacaktır.
Deutsche Bank yüz elli yıldan fazla bir zaman önce sanayi kalkınmasını geliştirmek için kurulmuştu. Hatta göreceli olarak son zamanlara kadar bu işlevini yerine getiriyordu. Ama son zamanlarda kendini mali işlemler akıntısına kaptırdı. 1 Ekim 2016 tarihli Le Monde gazetesine göre bu banka “dünyadaki en riskli mali kuruluş haline geldi” ve onun esas sermayesi artık “en riskli hisse senetlerinden oluşuyor (2007 krizinin zeminini oluşturan ‘yan ürünler’, ki bunların değerlerinin banka tarafından doğru hesaplanıp hesaplanmadığı da bilinmiyor)”. Gazete bir de şunu ekliyor: “Bu patlamaya hazır durum, piyasalar tarafından uzun zamandan beri biliniyor (…)”.
İdarecileri de dahil olmak üzere, kimse bu bankanın gerçek sermayesinin ne kadar olduğunu bilmiyor. İşin ilginç yanı burjuva yöneticileri ve ekonomi danışmanları bu bankanın “iflas etme olanağı olmayan büyük bankalardan biri olduğuna” inanıyor. Deutsche Bank iflas ederse yaratacağı zincirleme etki diğer başka iflaslara yol açıp tüm dünya mali sektörünü iflasa sürükleyecek.
Beklenen mali krizin gerçekleşmesi durumunda, 2008 mali krizinde kullanılan çarenin yani bol miktarlarda karşılıksız para basarak büyük bankalara istedikleri kadar, sınırsız para verme siyasetinin bu mali krizin atlatılmasına yetip yetmeyeceği bilinmiyor. 2008 mali krizinin meydana geliş mekanizmaları incelendiğinde yeni ve çok tehlikeli bir krizin geleceği kesin gibi görünüyor.
Kapitalist ekonomide dünya mali sisteminin çalışma yöntemi, özellikle de bankalar arasındaki ilişkiler, büyük ölçüde güven ilişkilerine dayanıyor. 2008’de şunu gördük: Büyük bankalar arasında sahip oldukları hisse senetleriyle ilgili güvensizlik başladığında, bankalararası sermaye akışı yavaşlar, hatta durma aşamasına gelir. Bankalararası veya mali pazarlarda her gün yapılan işlemlerin hacmi yüzlerce milyara varıyor. İşleyiş bir şekliyle “vücuttaki kan dolaşımına” benziyor.
Şu aşamada krizden öncelikle Deutsche Bank etkilenmiş gibi görünüyor; bankanın hisse senetleri yılbaşından bu yana değerinin yarısını yitirdi. Ama ikinci büyük Alman bankası olan Commerzbank da krizden etkilenmiş durumda. İtalyan bankaları ise güvencesiz borçların yükü altında çöküş aşamasında. Monte dei Paschi di Sienna (MPS) isimli küçük bir İtalyan bankası iflasın eşiğinde, Deutsche Bank’a göre küçük olması nedeniyle riskin az olduğu sanılabilir. Ama bu banka dünyanın en eski bankasıdır, 15’inci yüzyılda kurulmuş, kapitalist düzenin başından beri bütün fırtınalı dönemlerden geçmeyi başarmıştır ve artık bunama aşamasına gelmiştir.
Bir zincirleme iflas sonucu sistemin tamamen çökme riski o kadar büyük bir ihtimal ki, İMF’nin kendisi Avrupa banka sistemindeki çürük borç miktarlarının 900 milyar dolar seviyelerine tırmandığını belirtiyor. Şunu da hatırlatmakta yarar var: Fransız devletinin tüm geliri 388 milyar avro, yani 422 milyar dolar civarındadır.
Mali sektörün artık devamlı bir şekilde sarsıntı geçirmesi ve giderek daha da tehlikeli bir konuma gelmesi şunu açıkça gösteriyor: 2008’de banka sisteminin kurtarılması hiçbir şekilde temel sorunu çözmedi, çözemezdi. Bu çözüm sadece mali krizin boyutlarını daha da büyüttü. Temel sorun kapitalist ekonominin kendisidir.
* Fransa’da yayınlanan Lutte de Classe (Sınıf Mücadelesi) Dergisi’nin Aralık 2016-Ocak 2017 tarihli 180’inci sayısında ‘Dünya Ekonomisinin Krizi’ başlıklı makalenin birinci bölümüdür.
Çeviren: Selim Kuzey