Biz Vassaf Beyi, romanın sadece ilk on sayfasında tanıyoruz, ortalıkta pek sessiz dolaşıyor; on birinci sayfada zaten ortadan kayboluyor. Vassaf Bey başlıklı romanın yazarı, Memduh Şevket Esendal, roman kahramanı Perihan’ı konuşturuyor daha sonra…
Pek de konuşkan bir tazedir, çenesi pırtıdır, eli dursa dudakları kıpırdayan bir genç kadındır.
Esendal’ın kullandığı İstanbul ağzıyla tarif edersek, Perihan söyler, öteki roman kahramanları ve biz de dinleriz.
Vassaf Bey, romanın daha başında vefat edip bu dünyadan elini ayağını çektikten sonra roman karakterlerinin tümünü, elbette en başta Perihan’ın hayatını değiştirecek vasiyetnâmesiyle bizleri de meşgul edecektir.
Vasiyetnâme âdeta roman kahramanı gibi görünmez bir elin hüneriyle çalışır…
Vassaf Beyin sır taşıyan ölümü ve âhir dünyasında yaşadıklarını da Perihan ve çevresindekiler vasıtasıyla öğrenecek, bazı olayların da üstü gölgeli kalacak, fakat biz okurlar bu muhteşem dil zenginliği-lisan cümbüşü içerisinde mest olduğumuzdan, bize fısıldanmayan hakikatlerin peşinde daha fazla oyalanmayı da fuzuli bulacağız.
İlk baskısı, çekmece beklemekten sararmış nüshalar derlenip toparlandıktan sonra, 1983 yılında yapılmış olan romanın, tefrika diye gazetelere 1930’lu yıllarda yazıldığı biliniyor.
Ancak eserin hayatta olmayan yazarı Esendal’ın dahi unuttuğu el yazması bu romanın, bir kıymet bilmez gazeteci elinde yıllarca beklediği, onca zaman sonrasında okurun karşısına dikildiği düşünülürse, Vassaf Bey’e gösterilecek değer artıyor ve bir değil, iki kez dikkat kesilmek gerekiyor.
Memduh Şevket Esendal, erken Cumhuriyet döneminin ilginç şahsiyetlerinden birisi; üzerine, sanatına, siyasi kimliğine dair yapılmış derli toplu ve hatta akademik bir çalışma neredeyse hiç yok. Türk Dili dergisinin Türk Öykücülüğü Özel Sayısına [1975, sayı 286] bakarsanız, Esendal’ın iki yüzden fazla yayımlanmış, bu arada türlü dergi ve gazetelere gönderilip bir köşede terk edilmiş yüzlerce başka hikâyesi vardır. Dört romanını ise ben yere göğe koyamam, her biri Türk dilinin birer baş eseri sayılmalıdır:
Ayaşlı ile Kiracıları, Miras, Melik Tavus ve nihayet Vassaf Bey…
Vassaf Bey, Ankara’nın 1930’lu yıllarında geçen bir anlatıdır.
Roman yazarının ağzından Perihan ve çevresindeki genç kadınların evlilik, düğün-nikâh, ama evvela söz kesme sonra nişanlanmak gibi epeyi mühim meseleleri günlük konuşma diliyle, fakat teatral bir ifadeyi izleyerek dinleriz.
Elimizdeki 1983 basımı kitabın kapağını süsleyen, Türk romancılığının bir vakitler görsel kapak ustası ressam-grafik sanatçısı Fahri Karagözoğlu’nun çalışması da göz doldurucudur; dikkat kesiliniz…
Perihan, Yargıtay’dan emekli Hamdi Beyin evde kalmak paranoyasına erkenden kapılmış ikinci kızıdır; birincisini, Neriman’ı okutmuş dokutmuş, zorla Hukuk’u bitiren bu kızını hâkimlik mesleğine sokmuştur.
Ancak kızcağız hâkim cüppesi giydiğinden koca bulamıyor, damat adayları bir Hakim‘anım ile evlenmek istemiyor; zar zor sonunda bir “kocaya varır…”
Romanda kocaya varmak bir deyiş olmaktan çıkmaktadır, böylece…
Kocaya varmak, Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde evlenme krizi yaşayan ailelerin kızları için kâbusa döndüğünden, artık bir sosyal mevzu hâline gelmiştir.
Nitekim Ankara’nın bozkırda bir küçümen kasabayken başkente dönüştüğü o yıllarda, bilhassa İstanbul’dan ve sırasıyla daha özgür görüşlü sayılabilecek Ege bölgesi kentlerinden, mesela İzmir’den bir hayli gelin adayı çektiği biliniyor.
Profesyonel meslek icabı Ankara’yı o yıllarda basan Beyaz Ruslar, Macarlar, Romenler gibi maksadı dünyalığını yapmak yahut en azından ekmeğini kazanmak olan ecnebi kadınları bir yana koyarsanız, evlenmek açlığındaki memur gençlerin kısmetleri İstanbul’dan, İzmir’den trenlerle gelirdi.
Anlatırlar; Ankara garına İstanbul ekspresi sabah girdiğinde vagonlardan inecek taze gelin adaylarını kovalamak için bekâr memurlar peronda cirit atarmış!
Bunu edebiyatımızda, romanımızda yazan bir tek Esendal değildir elbette…
Edebiyatımızın Kaynanası* diye adlandırılan Bay Nahid Sırrı Örik, Gece Olmadan adlı eserinde 1920’lerin Ankara’sında kocaya varmak üzere gelip akrabaları yanına yerleşen birçok İstanbullu kızı teşhir eder.
Kabul edilmemiş olmakla beraber, 1934’de TBMM’ye sunulan Bekârlık Vergisi başlıklı kanun teklifi o dönemde yaşanan evlilik ve aile oluşturma krizinin bir yansımasıdır; savaşlardan çıkmış ve erkek kıtlığında bir toplumun nüfus artışına ait önerilerden birisi…
Erkek kıtlığı ve buna mukabil, adam gibi adam olsun da kocam olup başıma taç olsun diyen kızların çokluğu yüzünden Perihan, daha 23’ünde bir tazeyken, kime varacağım diye tutturur.
Behice adlı yakın bir arkadaşıyla söyleşirken, o sıralarda Ankara’da bulunan, varlık sahibi, emekli, gün görmüş, hayatında hiç evlenmemiş, yaşı da yetmişe ermiş Vassaf Beyin kendisini alması hâlinde ona genç ama iyi bir eş olacağına dair hayâl kuracağı bile tutar.
Bir süre sonra yolda karşılaştığı Vassaf Beye de bu teklifini, çocukça ama doğrudan değil, sanki kurgusal bir başka ihtiyar adam varmış da ona bu teklifi, genç kız başına kalkıp etse idi ne cevap alırmış gibi sorar.
“ Vassaf Bey güldü: – İhtiyara son gürlüğü verilmiş, desenize, dedi.
-Son gürlüğü mü, artık ne derseniz, deyiniz.
Biraz sustuktan sonra Vassaf Bey, – Sizi dinlerken bu ihtiyara acıyorum, dedi.
Perihan, -Niçin? diye sordu.
-Size olmaz demek çok güçtür.
-E, demezsiniz…
-Ama olur demek daha güçtür.
Perihan güldü: – Ben size söylemedim mi? Onun beni almayacağını biliyordum…”
Vassaf Bey bu delişmen ama cesur ve açık yürekli genç kızı hiç unutmaz, bir süre geçer ve İstanbul’daki yalısına geri döner, orada ansızın vefat eder. Sonradan bunun bir intihar olduğuna dair romanın kuşkulu yanlarını şimdilik bırakalım, fakat mirasında, Ankara’daki dayalı döşeli, ferah fezâ, kuş sarayı bir dairesini de Perihan’a bırakır; kalan nesi varsa, İstanbul’da yalısı, han ve hamamları, say say bitmez mülkünü ise yeğenine, Tuğrul adlı maden mühendisliğini İsviçre’de okumuş bir genç delikanlıya teslim eder. Tabii şartı, Perihan’ı gidip bulması ve onunla evlenmesidir.
Perihan kendisine havadan gelen bu daireye pek bozulur; yine Behice’yle konuşuyorlar:
“- Vassaf Bey ne diye bana bir ev bağışlıyor? Karısı değilim, kızı değilim. Halt edip, ‘Beni alsana’ diyecek oldum, fitil fitil burnumdan getiriyor. Adam beni ne sandı? Ben babama, herkese ne derim? ‘Niçin sana ev bağışlıyor?’ demezler mi?
-Babanın da dostu, tanımadık bir adam değil ya, canım!
-Canım, her tanıdık, bildik insan pırlanta yüzükler, yok bir ev, inci duvak bağışlamaz ya. Yarın bu duyulunca ne derler?”
Perihan, bu haber duyulursa kocaya varamayacağından epeyi korkmuştur. Öyle ya, damat adayı olan birisi demez mi, bu adam sana bu evi niye verdi, yoksa aranızda bir aşna fişne mi oldu; eh haklıdır.
Bu tatlı muhavere roman boyunca sürecektir. Kocaya varma telaşı da sürer: Perihan’ı isteyen bir kaymakam olur ve bir türlü Şark vazifesinden gelemediği için araya giren görücülere rağmen bu iş tavsayacaktır, tam o sırada Perihan’ı isteyen bir doktor ise hükümet tarafından Mısır’a vazifeli gidince kısmeti kapanacak, yine Perihan’ı almak için sıraya girmiş başka bir doçent hukukçu talihsizlik bu ya, yurtdışına gidip bir türlü Ankara’ya gelemeyince kızcağız kocaya varamayacaktır.
İşte bu beklemeler esnasında, cebinde yüklüce servet ihtiva eden vasiyetnâmeyle Tuğrul çıkar gelir; evlenmeye hazırdır.
Roman tanıtımı yapıyor, eseri değerlendiriyorsak satır satır anlatacak değiliz ya, okumanın tadını da okura bırakalım; fakat bu keyifli söyleşilerle dolu romanı kaçırmasınlar, okumayı ertelemesinler diye sıkı sıkı hatırlatalım.
Onlar ermiş muradına vaziyetindeyiz, şimdi; Perihan ve Tuğrul evlenir, nihayet kızcağız kocaya varır.
Ancak Perihan’ın tutturaklı hâlleri, tatlı sözleri, şakacıktan kırılıp dökülmesi hiç unutulur gibi değildir ve işte tam da bu yüzden Türk Roman Kahramanları listesine, bana sorarsanız, kocaya varmak telaşındaki Perihan’ı mutlaka eklemek gerekir. Behice akıl veriyor:
“ -Evi hazırlayalım… Seni de gelin ederiz, başın göğe erer.
-O ne demek o?
-Öyle ya! Kocaya varamayacağım diye deli oluyordun. Var da kurtul!
-Aman doğru, varayım da kurtulayım. Çok çektim çok…
-Kızım, tasa gider de yeri boş kalır sanma, sanki kocaya vardıktan sonra çekmeyecek misin?
-Çekersem de değişiklik olur! Herkes de benden bıktı…”
Esendal, 1952’de edebiyatı ve hayatı terk ederek, bizleri de bu güzel romanlardan mahrum bırakarak erken sayılacak bir yaşta, altmış sekizinde vefat etti.
Sade bir dille, kentli halkın-orta sınıfın akıcı konuşmasıyla, birazcık da hanım-kadın odalarında geçen sohbetleri tanımış olmaklığıyla, yerli yerinde kullandığı argo deyişleriyle roman ve öykülerini yazan Esendal’ı ne yazık ki, şimdiki zamanların teraziye gelmez, boşa koysan olmaz, doluya alsan fuzuli kalacak, güyâ roman yazarları yüzünden yeni kuşaklar tanıyamıyor, tanımıyor.
Hiç de kasılıp, kakavan adamlar gibi laf mucitliği etmeyen Esendal, hayat felsefesini dahi en basitinden iki satırda özetleyecek kadar büyük bir romancımızdır; bizden söylemesi bu kadardır.
“Perihan, Behice ile görüştükten sonra biraz açıldı. O eski umutsuz kötümserliği kalmadı.
Perihan, “Eskiden bende böyle küskünlük olmazdı” sanıyor ama yanılıyor. Olurdu. Herkeste de az çok olur. İnsan bu! Ne anlaşılmaz sevinçleri, üzüntüleri var. Kanda bir şey eksilmiyor yahut artıyor. Ne olduğunu daha kimsenin bildiği de yok! “
Çok güzel değil mi!…
Vassaf Bey
Memduh Şevket Esendal
Bilgi Yayınevi,
1983 basımı,
251 sayfa
* Nahid Sırrı için Bahriye Çeri’nin Hece yayınlarından çıkan Bir Cihan Kaynanası başlıklı kitabını salık veririz.