Renklerin ve kokuların romanı

IntellIgentI Pauca

 Bir şair, bana kalırsa, roman yazmamalıdır; hikâye hiç… Şairin işi başkadır, romancının sondaj yaptığı denizlere şnorkelle dahi dalmamalıdır; velev ki o denizler sığ olsa bile, kıyıdan seslenip boy ver boy ver demeye benzemez… "Soğuk mu su, soğuk mu?" diye evvelden suya girmişe sormaya da…

Şair romana kalkışınca satırları arasında şiirinden bir kan sızıntısı olur, AB Rh Pozitif ile B grubu negatif uyuşmazlığı çıkar, roman bir bakarsınız ki şiire döner; renk renk, jilet mavisi elektrikten eflatun rengi bulutlara kadar biçim alır ve türlü kokulardan kirlenmiş sisler bulvarındaki rıhtımlarda dolaşan gece köpeklerin kulak verdiği seslere değin aslında bir şiirde yer alması gereken dizeler romanı derhal işgal eder.

Fena mı olur?

Olmaz tabii, fakat roman bu değildir.

Roman, yüzünde kıvamlı jelatin aydınlığı ve kızıl saçları yangın alevi gibi olan kadının keskin asit yanığı bileklerinde nabzı attıkça narçiçeği kan fıskiyesi vahşi bir yağmur hazırlığında ve bulut gibi sislerin içinde sıklamene boyanmış kalın dudaklarıyla hazırlandığı yaldızlı mor ve vişneçürüğü alaşımı bir gecede etrafa kükürt ve amonyak kokuları salıveriyordu, diye okunursa, şiir okunur…

Ne!

Ne dediniz?

Şiirinden tanıyoruz, Attilâ İlhan’ı; fakat romanlarında yine şiirini okuyoruz…

Az evvel söylenen dizeler, Attilâ İlhan’ın Fena Halde Leman romanından toparlanmıştır.

O hâlde: Şiirine evet, romanına hayır!

*****

Attilâ İlhan’ın ellerimden tut yoksa düşeceğim, yoksa bir bir yıldızlar düşecek [Bu metin boyunca italik ve kalın hurufat yazarın sözcüklerinden oluşur, bundan sonra bu gözle okunmasını hatırlatırım] mısraını kündeye getirip mindere yapıştıracak şair parmakla gösterilir.

Yuvarlak hesap kırk beş yıldır kitaplarını lime lime ettiğim, Aysel git başımdan, ben sana göre değilim dizesini, mesela Esra yahut Zeynep git başımdan diye çevirdiğim, sizlerin de öyle yaptığını gayet iyi bildiğim bu şairi hayatımızdan kim silebilir?

Hani gözlükleri lüzumundan fazla temiz / tek kelime bilmediği İspanyolca bilmediği hâlde bize şiir okuyan Telsizci Hamdi’yi unutmak ne mümkün; biz ona mecburuz…

Ben sana mecburum, diye bazen şakayla bazen aşkla konuşana rast gelirseniz, bunda şairin payı büyüktür.

Sen olmadığın zaman büyük yalnızlığım var, diye saftoron liseli sevgilisini kandıracak aşk mektubu döşeniyorsa, bunda da şairin emeği pek fazladır.

O şair ki, içi sıra pek vahşi kadın taşır, şehri göremediğinden şikâyet edip önümden çekilirseniz İstanbul görünecek, nerede olacağımı bileceğim der, sevgilileri de pek çoktur, bir sen değilsin ki Zeliha da var, diye itiraf eder; daha neler…

Özel yağmurunu yanında gezdiren sevgilisinin profili oğlan çocuğudur; şair hakkında aklınıza bin bir ihtimal gelir; yok canım, o kadar da olmaz…

Ayrılık da sevdaya dahil, dedi mi işte şalteri indirmek gerekir; elektrik mavisi kıvılcımlar çakar…

Biz bütün bunları, yeri gelir, ihtiyaç duyunca kullanırız; söyleriz.

Attilâ Bey, şiiri bizim hayatımıza karıştıran insandır.

Şiirine şapka çıkarıp önünde ihtiramla dururuz.

Ne ki, roman yazmaya kalkışınca külâhları değiştirmenin zamanı gelir.

Attilâ Beyin Sokaktaki Adam başlıklı romanında Kamarot Hasan karakteri, roman kahramanları listesinde yer ettiyse, bu bir istisnadır ve diğer tüm romanları bana sorarsanız, pek bereketli değildir, şiirinden beslenir, kaynağı-pınarı şiirdir, onun şair sofrasında artık kalmış ve ertesi güne ya papara yapmak için yahut biraz daha beklerse, evin kedisine köpeğine verilecek mama malzemesidir.

Bu haince lafı ettiğimiz için kızmayınız, on beşe yakın romanı var Attilâ İlhan’ın ve birkaçı dışında Türk entelektüeli okuma zahmetine dahi kalkışmamıştır; bu eleştirinin yazarı ise satır satır okuduğu için cesaret buluyor lakırdısını etmeye…

Entelektüellerimiz Attilâ deyince çok şey söyler de romanlarına sıra geldi mi, Tolstoy’un Savaş ve Barış’ını okumadan üzerine laf etmek cesareti nasıl buluyorlarsa, öyle konuşurlar.

Haksız da sayılmazlar; zira okuyacakları metin, hikâyesi güçlü olmayan bir kurgudur ve şair orada elinde olmadan şiirini romana çevirir.

İşte, tam da bu yüzden, diyoruz ki, şairin hamuru ayrı romancının apayrıdır.

Bütün bu önyargıya benzer hâlime rağmen, ben yine de onun romanlarını raftan alır, zaman zaman oturup tekrar okurum; mesela, bu okuma uğraşımın sırası Zenciler Birbirine Benzemez başlıklı romana gelmiştir.

Fakat ondan evvel, bu kez, bir ödül almış ve pek çok baskısı yapılmış bir romanını seçip aldım kitaplıktan:

Okumaklığımın üzerinden otuz yıl geçmiş olduğunu, kitabın ön sayfalarına attığım not bana hatırlatıyor ve ben zamanı geldi diye tekrar romana dönüyorum; ikinci okumamdır:

FENA HÂLDE LEMAN

Romanın bir macerası yok; peşin peşin söylemeli…

O yüzden bir hikâyesi de yok.

Hepsi şu: Ege’nin ve İzmir şehrinin ticaret burjuvazisi içinden sanayileşerek dış pazarla bağlantı kurmaya kalkışan bir ailenin okumuş dokumuş Ekrem adlı oğlu Paris’te, Fransız Yahudisi Jeanne Courtine adlı bir kızla evlenir, annesi Haco hanımefendinin elini öptürmeye gelin olarak getirir. Sonra Ekrem siyasete atılır, ardından büyük bir varoluşçu bunalım geçirerek, kendisini Paris’e tekrar atar, bütün işlerini adını Leman Korkut almış bulunan karısına ve şirket yetkililerine devreder.

Biz buraya kadar olan şeyleri, romanın ilk kısmında adı sanı verilmemiş İzmirli bir gazetecinin ağzından öğreniyoruz. Bu mukaddime gibi görünen ilk kısımda 1971 Muhtırasının hükümete verildiği, askerî müdahalelerin yapıldığı bir dönemin siyasi tablosunu çizen romancımız, en azından dönem romanı olarak etraflıca bir şeyler anlatır; ümitleniriz.

Gazetecinin içinde bulunduğu sıkıntılı vaziyetler, sosyalist tutuklamaları; vs…

Fakat 300 sayfalık romanın ilk elli sayfasını işgal eden bu anlatıyı niye yaptığını da iz henüz anlamadan, yazar birdenbire jilet grisi bir ayaz çıkıp buz tozu renginde kar fırtınasına yakalanmış gibi dümeni başka istikamete çevirip, Leman Hanımın Paris’te intihar eden kocası Ekrem’in oradaki ayak izlerini bulmak üzere kendi çocukluğunun şehrine gittiği yıllara teknesini sürer; burada anlatım Leman Korkut’un güncesi üzerinden yapılır.

Böylece Nihat Erim Hükümeti, 71 Muhtırası, Süleyman Bey’in veciz sözleri, İsmet Paşalı zamanların hiçbir önemi ve değeri de kalmaz. Düşünürüz ki, Attilâ Bey aslında başka bir roman yazacakmış da sanki birden karar değiştirmiştir.

Yine de ilk elli sayfayı dikkatle okumak gerekiyor.

Bundan sonrasında Leman Korkut’un alkolizme yakın duran kişiliğini besleyen lezbiyen yaşamı sergilenecektir. Attilâ İlhan’ın şiirlerinde yer alan dişlek sevici Margo’dan tutunuz yamyam suratlı zencilere kadar bugün adlarına LGBTQ ve dışarıda daha kim kaldıysa tümü sergilenir; hünsa olarak bilinen hermafrodit, hem erkek-hem kadın roman karakteri dahi çıka gelir.

[Bu arada itiraf etmeli ki, bugünün ötekileştirme hassasiyetindeki dünyamızda Afrikalıya kazaen yamyam zenci derseniz, topun ağzına konursunuz; Attilâ Bey, şanslı ki, romanı neredeyse elli sene evvel, bunlar konuşulmazken yazmıştır. Bugün sıkıysa bir Afrikalıya yamyam deyiniz…]

Leman Hanımın büyük bir serveti yönettiği bu sıralarda Paris’te yaşadığı lezbiyen-hünsa-doğrudan erkekler-homoseksüel erkekler arasındaki birkaç aylık bunalımlı günleri, tümüyle Attilâ İlhan’ın Paris’teyken bulunduğu sokak sokak, kafelerinden barlarına kadar tanınmış, bilinen adreslerinde geçer. Biz sanki, bu adresleri, kafeşantan yerleri şiirlerinden de tanıyorduk!
Leman, İzmir’deyken iş ortaklarından birisinin dul eşi İclal’le sevişmekteydi; yabancılık çekmeden yapıyor şimdi Paris’te…

Daha sonraları Haco Hanım Vay başlıklı romana konu olacak nargile düşkünü, tasavvufa da meraklı, İzmir’in salon hanımefendilerinden kayınvalidesi Haco Hanımla da zaten düşüp kalkmıştır.

¨Haco Hanım beni de okşamadı mı? Arkamda ayakta durmuş sıcak avuçlarını çıplak omuzlarında gezdiriyor……hem zevk alıyor hem utanıyorum. ¨ [s.165]

Leman’la sevişen kocası Ekrem’in annesi, kayınvaldesidir…

Lesbos adasının ünlü Sapho’sundan beri Ege’nin tuzlu gecelerinde bunlar olur, diye okuyoruz. Cinsel ilişkilerle bezeli bu romanı, Füsun Akatlı’nın on sekiz yaşını geçmiş olup ¨çeşitli yönsemelere ilgi duyan bütün okurlara, tabu sanılan bir korkuluğu yıkmakla¨ okumaya davet ettiğini de Selim İleri’nin Fena Hâlde Leman i üzerine kısa değerlendirmesinde bulup, not alıyoruz.

Attilâ Bey’in bu romanı, S. İleri’nin Edebiyatımızdan Sevdiğim Romanlar Kılavuzu adlı derlemesinde ele alınmıştır. Yüzlerce eseri sıradan okur için sıralarken, Selim Bey, romana edebiyatta yalnızlık üzerine yazılmış nadide bir eser gözüyle bakar. Karmaşık ve özgürlüğü arayan cinsel arzuların ve beklentilerin gerçek diye sunulan acımasız, gelenekselleşmiş bir toplumda bireyi nasıl yalnızlığa sürüklediğine dair hep bildik şeyler… 60’ların Batı’da Cinsel Özgürlük sloganı peşindeki gençlik hareketlerine dair, bilinen söylemler…

Romanın bu yönüyle eleştirilecek bir yanı yok, Fethi Naci’nin cinsel iştaha yönelik olarak ticari-tecimsel bir kitap diye tenkit ettiği gibi bakmaya da lüzum yok.

Sonuçta 1970’li yılların, hele bugüne göre kıyaslanırsa, gayet cesur ve yazar özgürlüğünden dirhem tenzilat yapmayan bir roman olarak önemi yere göğe konulmaz. Bizim üzerinde durduğumuz, şairin şiirini emmiş sayfalarda mürekkebini kurutmak için rıh kâğıdına ihtiyaç olduğudur.

Bakınız, mesela; krom mavisi gökyüzü çatırdıyor; turuncudan bronz yeşiline renk fıskiyeleri birbirinin içinden fışkırıp sessiz çağlayanlar oluşturarak kat kat dökülüyorla; zakkum pembesine çalan havai eflatun erguvan rengi; gazeteyi buzlu cam aydınlığı sarar, kuytularda kurşun grisine yoğunlaşan pencere çevrelerinde kristal yeşiline dönüşen kederli bir loşluk; ortalık barut siyahına dönüp kalınlaştırdıysa birazdan tel tel çözerek pirinç sarısına kaydırır; bir tanker koyu koyu öter; kül esmeri bir gök, bulgur gibi ufalanan ahlaksız bir kar; sırılsıklam sonbahar kokusu; yıldız çakıntılarıyla, baştan çıkarıcı çiçek kokularla yüklü geceler; asit yeşili bir masal yaratığı; örümcek kızılı parıltı; çağla yeşili divan; kara damarlı iri yangın bulutları; çiğ bir alüminyum parıltısı; oje kızılı aydınlıkta kör karanlık; gözleri porselen akı; karanlık bir kan yalamış koyu kırmızı, antrasit rengine dönmüş gözler; boru çiçeğine çalan morumsu lacivert, lale ezmesi ve kırmızı ördek başı yeşili…

Daha yazayım mı?

Bütün romanı buraya aktarmak gerekecektir.

Demem şuydu ki, Attilâ Bey rahmetlinin romanlarında şiir kalıntısından geçilmez; bu eleştiri yazısının da göstermek istediği işte budur.

Yoksa, romanı şiirle ikâme edecek değiliz.

Yahut şairin dediği gibi ¨Garson, masa güzel sen manzarayı değiştir! ¨ demesi de pek mümkündür.

Çok Okunanlar

Yakındaki etkinlikler