Hiçbir Şey Hissetmemek

IntellIgentI Pauca

Ernesto Che Guevera, 1950'de ve ertesi yıl bir kez daha Latin Amerika'yı boydan boya motosiklet üzerinde katetmek amacıyla Arjantin'den, başkenti Buenos Aires'ten yola çıkar. Motorun selesine yaşıtı sayılacak arkadaşı Dr. Alberto Granado’yu oturturBeraberce, arkalarında bir toz bulutu bırakıp tozu toprağı birbirine katarak, sele üzerinde zıplaya hoplaya koskoca Kıt'ayı dolaştılar; bildik hikâyedir, filmini de kaçırmadık.

Yol boyu uğradıkları hemen her yerde cüzamlı insanlarla ve cüzam kolonileriyle karşılaşıyorlardı.

Granado'nun leprosy-cüzam üzerine tecrübî bir şeyleri bilmesine karşılık, Che henüz Tıp Fakültesinden mezun olmamıştı, yarı doktor sayılırdı; cüzamı kitaplarda okumuştur.

Fakat ilki birkaç ay, ikincisi dokuz ayı bulmuş Latin Amerika gezisinde iki şey, Che'nin düşünce dünyasını alt üst etmeye yetti: Tarif edilemez durumdaki açlık sınırında gezinen yoksulluk ve cüzam!

Che, dostu Granado'yla tamamladığı bu seyahatin güncesini de tutmayı ihmal etmemiştir; sonradan basıldı, filmi çekildi: “Motosiklet Günlüğü”

1939 model, 500 cc'lik Norton motosiklete, Don Quijote'nin kakidik beygirine atfen, Rosinante adını verdiler.

che11

Seyahatin güncesi serüven romanı gibidir, beni en etkileyen kısmı ise cüzam kolonilerinde geçirilmiş zamanlardır.

Zira o vakitler, cüzamın bulaşıcı olduğuna dair yaygın kanı, eskiden beri bulunmaktaydı.

Cüzamlıyla temas eden ölüm fermanını boynuna asmış demekti; öyle biliniyordu.

Kelebek - La Papillion adlı romanın ve sonradan filmi çekilen bu yapıtın yazarı Henri Charrierre'in adını şimdi burada zikretmeden olmaz; yeri geldi.

İşlemediği bir suçtan müebbet kürek cezasına çarptırılmış Parisli Henri, Latin Amerika'nın Karayip Denizine sahili olan Fransız Guyanı'ndan kaçarken cüzam kolonisine düşer. O ıssız sahilde, cüzamlılardan başka ona yardımcı olacak kimse de yoktur; oraya sığınır.

Korkmadan, çekinmeden onların tabaklarından yer içer, böylece güvenlerini kazanıp yardım etmelerini sağlar; romanı okuyanlar hatırlayacaklar...

Vücudundaki dövme nedeniyle Kelebek lakaplı Henri, gerçek hayat hikâyesinden yola çıkıp yazdığı hatıratına ait romanda cüzamdan korkmadığı için hayatını kurtaracaktır. Cüzam onu kurtarır.

Ona uygun, kullanabileceği bir tekne verirler, para yardımı yapılır, kaçmasına yardımcı olunur.

Aslına bakılırsa Che’nin yoldaşı Dr. Granado da cüzama alışıktır, çünkü Arjantin'deki Córdoba kentindeki cüzam hastanesinde çalışmıştır.

İki kafadar, Che ve Granado, Şili'sinden Venezüela'sına kadar Latin Amerika'nın altını üstüne getirirken, Peru'da konaklamayı ve başkent Lima yakınlarındaki bir cüzam kolonisinde gönüllü çalışmayı kabullenir; talih, işte orada, Che'yi baştan aşağı değiştirir.

Che, cüzamlıların başındaki Dr. Hugo Pesce'den etkilenir, doktorun komünist ideolojiye ait sözleriyle dolup taşar. Bu çoşku Che'ye, cüzama, yoksulluğa ve binbir türlü haksızlığa karşı gelecek şövalyesi Don Quijote’ın ruhunu aşılar.

Bütün çağların en sembolik kahramanı edebiyatta Don Kişot ise, gerçek yaşamda karşılığı Che'dir.

Çok sonraları, 1960'da, Küba'ya gelen fotoğraf sanatçısı Alberto Korda'nın objektifinden çıkma meşhur Che görseli, İsa'dan sonra belleklerde en fazla kalmış bir görüntüdür. Bu fotoğrafa baktıkça gözlerim dalar ve bazen, orada Don Kişot'u görürüm; Hazreti İsa görüntünün gölgesinde gizlidir.

Che, Dr. Pesce'nin ardından devrime gönül verecekti; sonraki hikâyesini az çok, hemen herkes biliyor. Che'nin böylesine sembol olup kalplerde taht kuracak kadar sevilmesine yol açan süreç, Lima'daki cüzam kolonisinde geçen günleri olmalıdır, zira orada cüzam çaresizliğiyle ikrah edip ihtilalciliğe adım atar.

Ona göre zaten cüzamın ve yoksulluğun komünist ihtilalden başka ilacı asla yoktur.

Cüzam bakteriyle bulaşan bir hastalık. İnsan dışındaki canlı türlerinde görülmez; sadece insana aittir, o nedenle Kutsal Kitaplarda yer aldığı gibi, insanı hedefleyen Tanrısal bir bedduanın hastalığıdır.

Cüzama yakalananın bir günâhı olduğuna dair inanç da bu yüzden yer etmiştir.

Buradaki çelişkiyi anlatması uzun sürer: Zira günâhkar olanların çoğunluğu cüzama yakalanmaz, çünkü bağışıklık sistemleri güçlüdür. İnsan türünün çoğunluğu doğuştan ve genetik olarak bu nefret duyulan hastalığa karşı bağışıklıdır.

Cüzama tutulanlar uzun zaman bunun farkında olamaz, farkına varıldığı zaman, geri dönüşü epeyi zordur. Cüzam bakterisi deri altında, avuç içinde, burunda, kulakta, göz kapaklarında, dizlerde, apış aralarında yani hiç akla gelmeyecek yerlerde yaşamaya devam edip sinir hücrelerini yer bitirir. Sinsidir, kurnaz olduğundan saklanır, farkına varılmaz.

Bu süreç hastanın sağlıklı olmasına, iyi beslenmesine, hayat biçimine ve direnci yüksek bedenine, hasılı çevreye ait koşullara bağlıdır.

1873'de Norveçli doktor Gerhard A.Hansen'in ilk kez mercek altında yakaladığı Mycobacterium Lepromatosis bakterisi hain, sinsi, kurnaz, üç kâğıtçı, haydut kılıklıdır; hastalıkların en hergelesi deseniz yeridir, at hırsızı gibi bir şeydir

Bu bakteri var ya bu bakteri; sinir hücrelerini yok ettiğinden cüzamlı o bölgede ağrı ve acı duymaz, duyulmayınca hastalığın gümbür gümbür gelişinin farkına da varılmaz.

Dış görüntünün felaket biçiminde ortaya çıkması için uzun zaman gerekir, belki beş yıl hatta daha fazla... Bir kez cildin, derinin dışına bakteri çıkıp kendini gösterdiğinde iş işten geçmiş olur.

Burun, kulak, el parmakları birer birer düşer, bacak dizden aşağı kopar, göz kapağı kurumuş yaprak gibi hatur hutur ufalanır ve göz açığa çıkıp korunaksız kaldığından kısa süre sonra hasta körleşir.

Bu körleşme, Elias Canetti’nin Körleşme’sine hiç benzemez. Canetti’nin romanında zavallı Peter Kiene’nin karısı Theresa, cüzam bakterisi gibi adamcağızı içten içe kemirecektir ama bu ayrı bir hikâyedir.

Cüzam başlar ve sinir hücreleri teslim alınır, sinir sisteminin tepki vermediği erken dönemde bütün bu beden parçaları aslında canlıdır, kan dolaşımı devam etmektedir, ama uyuşmuştur, hissizdir.

Tehlike işte tam da buradadır, hastalık o bölgeyi uyuşturup kendisinin derinde kök salmasını iyi bilir.

Hissizlik-duyarsızlık cüzamın hastaya verdiği narkozdur, morfindir.

Hasta uyuşur, kendini iyi hisseder, hatta mutlu bile olur, ta ki döküntüleri görene kadar. Mutluluğu tembellikle, uyuşmuş bir ruh hâliyle örtüşür; miskindir.

Bu yüzden cüzama, eskiden Türkçede, Miskinlik denirdi.

Cumhuriyet dönemi edebiyatının en yaratıcı ustalarından Reşat Nuri Güntekin'in Miskinler Tekkesi başlıklı romanında, İstanbul'un Kuşdili Çayırındaki bir tekkeye kapatılmış cüzamlıları görür, onların hayat hikâyesini okuruz, miskinlik neymiş diye merakımızı gideririz.

Orada yangın çıkmış da, hastalar yataklarından kapı önüne kadar binbir zahmet içinde kalıp teşrif etmişler, bir tanesi ötekisine, “İnsan kuş misali be birader, neredeeeen nereye kadar geldik!” demiş.

Cüzamlı miskindir, yerinden kıpırdamaz, kıpırdayamaz, vücudu uyuşmuştur. Buysa, kısa sürede cüzamlıyı başka hastalıklarla tanıştırır: Kalp, böbrek, ciğerler vücudun dış çeperindeki bozulmadan dolayı içeride etkilenir, yavaşlayıp iflas eder...

Dr. Hansen'in bakteriyi bulduğu zamana kadar inanıldığı gibi, sonrasında da kolay beri unutulmamış bir yanlış kanıya göre, cüzam cinsî temasla geçiyor olmalıydı, ama öyle değildir.

Sadece bu bakteriye bağışıklığı düşük olanlarda kendini gösterir, demek ki, bağışıklığı yüksek olanların da üzerinde dolaşır, ellerine yapışır, ne yapsanız gitmez, siftinir kalır! Yani siz ötekisinin elini sıktığınızda belki cüzam sizin avucunuza sıvışacak, siz de parmağınızla gözünüz kenarını kaşıdınız mı cüzam hop kirpiğinizden içeri kaçacaktır.

Ama korkmayın!

Yeter ki bağışıklığınız güçlü olsun, “Bi şi’cikler olmaz size!”

Hem cüzam da neymiş, ateş olsa cürmü kadar yer yakar.

Fakat cüzam öyle kolay beri cıslavı çekip bir yerlere gitmez, saklanır hain şey!

Tıpkı Albert Camus'un Veba romanını tamamlarken söylediği gibi, mikrop belki defterlerin arasında, çekmecede güyâ temiz duran mendillerin içinde, bir karanlık köşede tekrar hayata çıkacağı günü bekler.

Yoksulluk, açlık, çevre koşullarının kötücüllüğü bakterinin en sevdiğidir, hemen kendisini gösteriverir.

Yoksulluğun en ağır yaşandığı 3.Dünya ülkelerinde hâlen cüzam can almaya devam eder, insan ruhunu bedenini mahvederek kirletir.

Dünya Sağlık Örgütü'nün verilerine bakarsanız, artık tedavisi var sayılan cüzama yine de dünyamızda yakalanmış olanların 2018'deki sayısı 280 bindir. Bu yeni vâk'aların yanı sıra, tedavisi evvelden beri süren hastanın sayısı 590 bini geçer.

Cüzamlının çektiği acı içseldir, bakterinin uyuşturduğu yerde acı hissedilmez.

Acı orada hissedilmeyince, dış görünüm ne denli kötüleşse dahi, hasta bunu umursamaz; göz görür, gönül katlanır.

Cüzamlılar bakteri başkalarına bulaşmasın diye temerküz kampı gibi kısıtlı alanlara kapatılacaktır fakat onlar bir araya gelince çıldırmaya az kaldı, deseniz yeridir.

Cüzamlılar topluca şizofrenik davranışlar gösteri. Onları inceleyen psikologlara bakarsanız, cüzamlılar bir tür çılgınlık yaşayıp, cinnet geçiren insanlara ait cemaat davranışları sergilemektedir.

Amok koşusu diye bilinen kendinden geçmiş ruh hâli, işte bir bakıma böyledir.

Buna, kimileri, toplumsal şizofreni diye ad verir.

Kendisini bir hiç veya her şeyin üstünde hep sayan insanların arasına düşmüş gibi olursunuz.

Pervasızlaşırlar, saygısız ve korkusuz olurlar, insana ait hiç bir duygu artık orada görülmez, bakışları cânileşir, hepsi cinayete hazırdır, beri yandan korku onları teslim almıştır, o yüzden ya çok zavallı durur yahut fazla kahraman kesilirler.

Elleri, ayakları gibi ruhları da hissizleşir; ama onlar bunun farkına varmaz, varamaz.

Cüzamlı bir hastanın, Lima'dayken, Che'ye dediği söze kulak verelim:

“Elim bir tamir aleti gibi çalışıyor, tutuyorum, kaldırıyorum ama hiçbir şey hissetmiyorum.”

Hissi kaybolmuş el, ayak, insan ruhunun duyarsızlaşmasıdır.

Acı olmayınca, cüzamlının ruhu karşılaştığı her türden kabalığın, bayağılığın, kir ve pasağın, döküntü ve iğrençliğin, tefessüh-çürüme ve tağşiş-bozulmanın, kısacası içine düştüğü çirkefin farkına varamaz.

Acı, vücudun alarm saatidir; insanı kurtaran acıdır.

Acı, Stoacı kesilmeden söylemeliyiz ki, insanı insan yapan fırtınanın kendisidir.

Acıyı hissetmeyen ruh çoktan ölmüştür.

Ölü ruhların kalabalık tuttuğu bir koloniyi ise temizlemesi, gün ışığına çıkarıp havalandırması, şu belalı bakteriyi güneş altında yere serip iyice yok etmesi epeyi zaman alır.

Böyle karanlık mevzular edilince içimizde bir lamba kısılır; mum ışığında kalakalırız.

Çok Okunanlar

Yakındaki etkinlikler