Gelmiş geçmiş İngiliz Hükümetlerinin ilk resmî yayın organı olan The London Gazette, 1665 yılının 7 Kasım günü, Londra’nın Babıâli’si olan Fleet Street’teki matbaacı Henry Muddiman’ın dükkânında dizildi, basıldı.
Kral II.Charles, 1640 İngiliz Burjuva İhtilali sonrası kısa bir dönem cumhuriyet tecrübesine kalkışmış bulunan meraklı İngiltere’ye tekrar kraliyeti getirmiş, bu döneme de Restorasyon adının verilmesine sebep olmuş kurucu kraldır.
İşte onun paşa gönlü bir gazete çıkarılmasını istemiştir.
Şövalyeliğin deneme yazarından notlar!
Cervantes’in Ey Aylak Okuru: Lafım size…
“Deneme” yazısını okumak, akide şekerini ucundan kıtır kıtır yemeye benzer.
Deneme yazarlığı vallahi böyledir, azizim!
Sakın ola ki denemeciliğe kalkışma, hem tecrübe edilecek ne var ki, her şey ortada!
Güneşin altında yeni bir şey yok~Nihil sub sole novum, yani...
Denemeciyim diye ortaya çıkana da kulak asma!
Ey, sen, sana dedim; Salâh Birsel üstâdından el almış deneme yazarı:
Aklın varsa, sen de boş yere kendi aklını yorma.
Senin yazdığın bir çuval lakırdıyı okumaya kalkışmış başkasının da aklını celbetme!
Aklına bu kıyıda bir şey takılır, onu yazayım derken kendini karşı sahilde bulursun...
Deneme okyanusuna çıkarsan usturlaba gelmez, pusulası şaşmış, sekstantı kaput bir zavallı bahriyeli olursun ki, sonra küreklere asıl asıl, dur!
Deneme okyanusu palpa deniz değildir; canım işte anlayınız, her vakit çarşaf gibi olmaz...
Sophia’nın bakışına dair türlü dedikodu
New York’un dünyaca ünlü müzayede salonu Phillips Auction’da 2010 yılının haziran ayı çok hareketli, ziyadesiyle bereketli geçmişti.
Yeni orta sınıfın ve üst burjuvazinin arasında, aristokrasiden kalmış ne varsa hepsinin değiş tokuş edildiği bu müzayedelerde, kül tablasından on sekizinci yüzyıl lâzımlığına kadar yok yoktur.
Seçkinlerin, deyin ki, bir nevî Bit Pazarıdır.
1957’nin nisan ayında fotoğraf sanatçısı Joe Shere’in objektifinden süzülerek siyah beyaz film şeridine yapışmış bir görüntü ~ enstantane, o gün, orada satışa çıkarıldı.
İtalya’nın o yıllarda yükselen yıldızı Sophia Loren ile Hollywood’un, seksi fakat akıllı sarışın olsun diye pompalayıp meşhur ettiği Jayne Mansfield’ın yan yana oturdukları yemek masasındaki görüntü, 35,6 x 34,3 ebatlarında bir çerçeveyle birlikte açık artırmaya çıkmıştı.
Orijinal fotoğraftır; arkasında Joe Shere’in imzası, mühürü var, tarih yazılı ve copyright-telif hakkı kâşesi de basılı…
Müzayede uzmanları o günün parasıyla bin iki yüz Dolara satarız diye tahmin yürütürken, açık artırma kızıştı, 6 bin Dolara bu fotoğraf satıldı.
Fotoğrafı kim aldı, bilmiyoruz; ismi mahfuzdur!
Lâkin arşiv unutmaz, her yerde karşımıza çıkar.
Pamuğun üstündeki insan teri...
Biz cahillere yaratılışa ait mühim bilgiler veren Tevrat’ın birinci kitabı Tekvîn’de Habil ile Kabil’in geçimsizliği toprağa bağlanır. İki kardeş arasında fitne fücur toprak yüzünden çıkmıştır. Yoksa niye durduk yerde Kabil kardeşini öldürsün?
Tevrat’a göre Kabil çobanlıkta karar kılmış bulunan ve gayet güzel yaşayan kardeşine “Vaz geç bu hayvanlardan. Haydi tarlaya gidelim” demiş, kardeşinin arazi işlerinden gözü korkmuş olmalı ki abisinin sözünü dinlememiştir.
Ayrıca Habil’in ikiz kız kardeşleriyle evlenecek olmasına da Kabil içerlemiştir; öyle diyorlar.
Bu ilk cinayetin ardından Tanrı, Kabil’e çok kızıyor ve onu Yemen taraflarındaki bir taşlı tarlada çiftçiliğe mecbur bırakıyor.
Kabil tası tarağı toplayıp alıp başını gidiyor, yenik düştüğü kendi topraklarından uzağa...
İlk cinayet ve ilk sürgün, hatta ilk diaspora diyebiliriz buna...
Sosyete ve soylu salonların ukâla takipçisi
12 Nisan 2001 tarihli Hürriyet gazetesinde Süleyman Arat ibret duyulacak bir haber yazdı. Bir siyasi partinin görgü ve nezaket kurallarını üyelerine tavsiye ettiğini, ki buna demek ihtiyaç duymuş olmalıydılar, yazıyordu:
“MHP'nin yeni imajına uygun olarak koyduğu kurallar arasında şunlar vardı: ‘Parlak renkli giyim ve beyaz çoraptan uzak durun, terlemeye karşı hafif bir koku sürün, soğan ve sarımsak yemeyin, az sigara için, erkekler her sabah sakal ve bıyık tıraşı olsun, dişleri günde iki kez fırçalayın, yaşa uygun giyinin, gömlek ve kravat mutlaka giyin, kolye ve rozet gibi aksesuarlarda abartıdan kaçının, sıkıcı olmayın, oturuşunuz güven dolu olsun ve her zaman dik oturun.’ “
İnsan bırakınca Tabiat Ana sahip çıkar
İnsan bırakıp gidince, tabiat onun yerini hemen dolduruyor. Zira tabiat boşluğu sevmez; feylesof Aristoteles böyle demişti:
Latincede Horror Vacui deniyordu buna, boşluk korkusuydu… En büyük korkumuz uçuruma düşmek, bir çukura yuvarlanmaktır; düşmek en kötü duygu.
Bunu gençliğimizde bilemeyiz; gün gelir yaşımız bize bunu öğretir: İhtiyarlık da biraz düşmekten korkmak demektir.
Eski Yunancada Knephobia adı veriliyor; o da boşluktan ürkmek, takıntılı biçimde boşluğu hep kapatmak anlamında…
Boşluğu ve ıssızlığı o sebeple sevmiyoruz, içimizde bir Horror Vacui var; sızım sızım sızlıyor.
Başbakan “Bu sanattır” dedi
Kuzey Amerika yerlilerinin geleneksel çadırı kurulu; genişçe bir şey olduğuna bakılırsa herhangi bir aileye ait değildir, burası kabilenin ortak-kamusal alanı sanki...
Ortada ahşaptan yapılı ufak bir sahne boyutlarında yerli sunağı-altarı var.
Çepeçevre yerli halkın kadınlarıyla dolu; seyirciler coşku içinde gösteriyi izliyor...
Ortalık yerde bir oyun sergileniyor sanki: Amerikan-Kanada yerlilerinin kabile reislerinin takındığı atmaca ve kartal tüylerinden yapılı bir başlık taşıyan, muhtemelen kabile büyücüsü de olabilecek bir yerli erkek görüyoruz.
Çıplaktır ama izleyen kadınların onun “edep yerine” doğru baktığı, baktıklarını şaşkın yüz ifadelerinden anladığımız gibi bir cinsel ve fallus gösteriminin başlangıcında yahut buna ait bir atıfta bulunulmaktadır.
Elli civarında kadın var çadırda ve kahkahadan kırılıyorlar.
Reis ya da Büyücü, her kimse, onun tam önünde dizleri üstüne çömeltilmiş, pantolonu ve iç çamaşırı sıyrılmış bir genç adamı, yakın plandan bakınca gördüğümüz gibi, yerli halkın kadınlarından bir ikisinin gayet azimli, biraz sert, hatta bayağı kızgın bir ifadeyle tutmakta olduğu bu erkeği de tanıyoruz:
Başbakan Justin Trudeau’dur bu...
Yılışık ama Dobra, Tatlı ve Küstah, Kalender Bir Adam
Bir hikâye yazacaksınız ve bir kahramanınız olacak, tanıtacaksınız.
Öyle bir adam ki, hikâyenizde uslu durmayacak, hani fırsatını bulsa kanlanıp canlanıp siz kitabın kapağını kapatırken aradan alıp başını sıvışacak sanki, çıkıp ortalığa karışacak.
Böyle şey olur mu, demeyin olur!
1942’de bir hikâye için yazılmıştı, orada durmuyor, çıktı ve aramızda dolaşıyor.
Memduh Şevket Esendal’ın Haşmet Gülkokan başlıklı hikâyesindeki memur Haşmet Bey, ne zaman kitabı aralasam onu orada beni bekleyip durur gibi görsem de ben onu sair vakitlerde hep dışarıda buluyorum.
‘Bu herif az evvel hikâyedeydi, ne vakit oldu da çıktı, araya karıştı’ diyorum.
Marconi Bahane, Mücevherler Şâhane...
Yirminci Yüzyılın demir atmış en önemli meselelerinden biri, Titanic’tir. Mahmut Paşa yokuşu dağınıklığında pek çok hikâyesi vardır; filmi bile var. 108 yıl evvel battı, 1912’de... Bilmeyenimiz yok, hatta birbirine güvertede sabah âşık olmuş burjuva kızıyla proleter İrlandalı delikanlının gece yarısı denize ha düştüler ha düşecekler gibi bizleri helecan içinde bırakan geminin pruvasında poz verdikleri sahnesiyle ünlü Hollywood filminin jeneriğine kadar biliyoruz.
¨Evladım ne işiniz var orada! Maazallah üşütüp zatülcenp olacaksınız...¨
Aşkın gözü kördür, olur böyle şeyler...
Titanic’i böylesine ünlü yapan neydi sorusunun ucu açıktır, pek çok cevabı vardır.
Her bir cevap yeni sualleri arkasından sürüklüyor ve biz, bir türlü Titanic muammasını halledemiyoruz.
Şunu dibe oturduğu yerden bir çıkartıp kuruttuktan sonra havalandırıp herkese bir gösterseler; rahatlayacağız.
Tokalaş morukcum
Yazının tarihi eskice; 2008’de yayınlandı. Bodrum’da yerel gazete Gazete Kent’e o vakitler yazılarımı gönderiyordum.
Yüzlerce haftayı bulan koca bir arşiv kaldı geriye; kim bilir, günün birinde bir seçki yaparım, ayrı mesele...
İşte ben orada, ¨İzah ve İstihza¨ başlıklı bir köşede sessiz sedasız yazardım.
Yazı işleri müdürü, eski Babıâli emeklisi, rahmetli, kaç kuşak Bodrumlu, Mehmet İlkorur’du.
Oradaki bir yazı şimdi size lazım olacak!
İster ¨Sakla samanı, gelir zamanı¨ deyin...
İster, ¨Mesele yazarı Mahmut ŞENOL, eski bohçasından çıkarıp çıkarıp sunmaya başladıysa,¨ diye kulp takıp, sonra, O-hooo, onun da artık kelamı tükendi¨ deyin...
Yahut ister, ¨Bugün olacakları 15 sene evvelinden görmüş, ne akl-ı selim adammış yazarımız¨ deyin...
Fakat bana kalırsa, karşımızdakinin elini sıkmadan evvel, hele şu günlerde herkesi paranoyak yapmaya başlamış bulunan Corona virüs salgını için muhakkak okuyunuz.
Bıktıran di’li geçmişten usandıysanız
Hikâyenin "Pek satmıyor be abi," durumunda kaldığı şu zalim, zor zamanlarımızda hikâye yazmaya ısrar edeni hiç yok değil. Ele gelir, sağlam metin çıkanları da pek ortalıkta değil.
Biz biraz kısır bir hikâyecilik döneminde yaşıyoruz.
Fakat yine de hikâye diliyle anlatmak, konuşmak sevdasında olanlar, hâdise nakledicileri ortalığı bırakmıyor, kuzuyu kurda yem, merdi nâmerde muhtaç etmiyor.
Son zamanların iyi hikâyecilerinden Erinç Büyükaşık’ın iki hikâye kitabı, ardı ardına, üstelik aynı yayınevinden yayınlanıverdi.
Niye hepsini tek kitapta toplamadılar, anlaması zor, fakat yayıncılık dünyası bu, herhalde bir bildikleri vardır, diyerek biz merakla hikâyelere kendimizi verdik; bakın neler gördük.
Hiçbir Şey Hissetmemek
Ernesto Che Guevera, 1950'de ve ertesi yıl bir kez daha Latin Amerika'yı boydan boya motosiklet üzerinde katetmek amacıyla Arjantin'den, başkenti Buenos Aires'ten yola çıkar. Motorun selesine yaşıtı sayılacak arkadaşı Dr. Alberto Granado’yu oturtur. Beraberce, arkalarında bir toz bulutu bırakıp tozu toprağı birbirine katarak, sele üzerinde zıplaya hoplaya koskoca Kıt'ayı dolaştılar; bildik hikâyedir, filmini de kaçırmadık.
Yeni Ülke, Yeni Şehir, Yeni Hayat, Eski Ben!
Bir romanı okudunuz, bitirdiniz; güzel, pekâlâ, iyi ettiniz.
Kitabın kapağını eski bir dosttan ayrılmanın hüznüyle kapatıyorken, eğer, roman kahramanları sizinle konuşmaya başlarsa, o zaman işiniz iş demektir.
Yoksa okunan onca şeyin bir kıymeti olmaz.
İyi bir romanın kahramanları günlerce, bazen haftalarca gelip omuz başınızda belirir, sizi sohbete davet eder.
Bazıları arsızdır, siftinir kalır; bir yerlere gitmez.
Kimisi de mahcuptur, utana sıkıla kendisini arada bir hatırlatmak ister.
Ben böyle bir roman kahramanıyla birkaç zamandır konuşup duruyorum, geliyor işim başımdan aşkınken, kimi zaman da ben onu davet ediyorum.
Davete icabet etmediği de var!
Roman kahramanı İfemelu her zaman müsait değildir, bazen uykusunda oluyor mesela...
Yarı açık kalın, etli dudaklarıyla kim bilir hangi rüyasına, o rüyasında beliren göçmen ümitlere gülümsüyor.
İnsanlığın Başı Sağ Olsun: Eva Teyzeyi Kaybettik…
Alman Nazizminin dehşet sembolü haline gelmiş bulunan Auschwitz Toplama (Temerküz) Kampını Sovyet Kızıl Ordusu 1945 yılının 27 Ocak günü ele geçirdiğinde, oradan sağ kurtulabilmiş az sayıda Yahudi arasındaki ikiz kız çocuklarından Eva Mozes, 85 yaşındayken önceki gün, bu kampı bir grup genç insana gezdirmek üzere bulunduğu Polonya’da vefat etti.
Dikkat, Romanda Fare Var!
Her evin kedisi, köpeği olmayabilir ama bana sorarsanız, faresi muhakkak vardır. Siz yok zannedin!
Şehirlerde binalarımızı birbirine görünmez kollar gibi bağlayan yeraltı dehlizlerinde, elektrik-su, hatta doğal gaz taşıyan boru hatlarının uzantılarında, kuytu deliklerinde, söylemeye ne hacet elbette kanalizasyonların en iğrenç köşelerinde bizim evlerimize almadığımız farelerimiz yaşar.
Biz onları besleriz; bilmeyiz!
Onlar şehrin kedisi ve köpeğinden, kafesteki bülbülünden, akvaryumdaki balıktan çoktur.
Böyle olunca, sadece kadim masallarda değil, dünya edebiyatının neredeyse tamamında farelere rast gelinir.
Unutmak kararıyla fare hakkında yazılanı okur, hafızamızdan hemen siler, bir başka romanda karşımıza çıkana kadar karşılaşmamaya titizleniriz.
Ama onlar bizim apartmanlarımızın altındaki bir dünyada yaşıyorlar.
Biz görmezden gelsek bile roman yazarları onları sayfalara taşır, edebiyatın, romancılığın görünmez kahramanları yapar.
Romancıya o yüzden güvenilmez ama onsuz da edilemez.
Okuduğunuz romanın sayfalarında bir hışırtı duyarsanız, ben söylemiş olayım, belki bir fare dolaşıyordur içinde; az sonra karşınıza çıkacaktır, sakın ürkmeyin, bir şey yapmaz!
Soysuz Plastik (ama) Pek Fantastik
“Geçmişi tenekeliyi” bilirdik; rahmetli romancımız Osman Cemal’in eserlerinden dilimize geçmiştir.
Osman Cemal Kaygılı Türk Argosunu en iyi kullanan romancımızdır.
Birinin sicili bozuk, huyu kavruk ise ona geçmişi tenekeli derler.
Tenekenin asilzâde olamayışı kendi kabahatidir; bizim ne dahlimiz var!
Aslına bakarsanız teneke, çeliğin sac halinde ince çekilmesinden sonra ortaya çıkar; baba tarafından soylu sayılmalıdır, bana göre…
Çok ince çekerseniz, ona da Şamata Tenekesi derler; maazallah, inceldiği yerde kopar!
Biz, teneke makasıyla biçilmiş bir yazıya başladık ki, bakalım lafımızın lehimini nerede koyacağız?
Bir de teneke lehimi vardır, anlayacağınız…
Winnipeg’de bir tramvay! Raydan çıkmış vay!
“Mesele Kitap” yayınından sorumlu editörümüz Kemal Sarıoğlu’yla Ayriş-Irish Pub’dayız; havadan sudan sohbetler...
Mâlümatfuruşluğum tuttu; sabahleyin Kanada’nın CBC radyo istasyonunda dinlediğim haberden bahsettim.
100 yıl evvel Kanada’nın Winnipeg kentinde 7 hafta süreyle bir komün kurulmuştu; fakat siyasal gerçeklik böyle yaramazlıklara asla müsaade etmez. Geldi, yıktı, geçti...
1871 Paris Komünü’nden sonra bir diğer demokratik kentsel ayaklanmaydı bu!
Muhatabımın gözleri faltaşı gibi açıldı, yazsana bunu dedi...
Ben söz dinlerim; yazdım.
İşte burada...
Çocuksu Bir Sevinçle Yazılmıştır
Benim bir roman yazarı olarak, bir başka roman yazarıyla kaderim Biga kasabasında kesişir.
Çocukluğu Biga’da geçmiş bulunan roman yazarımız, İlhan Tarus’tur.
Çocukluğunda yazları sık sık Biga’ya, oradaki köylerden Mahmudiye Köyüne giden bendeniz de bu yüzden Bay Tarus’la kader birliği içindeyim.
Kaderinizi seviniz; Amor Fati!
Savcı, yargıç olarak Anadolu’da pek çok yerde görev yapan Tarus, erken dönem Cumhuriyet yıllarının yetiştirdiği Aydınlanmacı karakterde, siyasi profiliyle Cumhuriyetçi, hâliyle Kemalist Solda ve pozitivist ekoldendir.
Kalemine gelince, vallahi laf ettirmem, sonuna kadar savunurum:
Refik Halid, Reşat Nuri, biraz Hüseyin Rahmi, üstüne Kemal Tahir, şiiriyle Nâzım, sonra salon terbiyesiyle Halid Ziya, Köycülüğüyle Talip Apaydın, Kadrocu geleneğiyle Yakup Kadri, Sol Kemalizmiyle Şevket Süreyya, gecekondulara kadar uzanırsa Orhan Kemal, dahası aklıma gelmeyen hangi eli öpülesi büyük yazarlarımız varsa hepsini onda bulursunuz; okuyunuz, hak vereceksiniz.
Tarus başlı başına Cumhuriyet edebiyatıdır da, yazık, pek bilinmez.
Ben derim ki, rahmetli Tarus, Türk edebiyatında roman, hikâye, anı ve piyes türünde başlı başına bir ekoldür; isimdir, üzerine titrenilmesi gereken bir edebiyat mirasıdır.
Kendinden Memnun Bir Yazı
Öyle bir yazı yazayım ki, hem ben hem okur ve dahi yazı da kendinden memnun kalsın istiyorum.
Mevzusuna bağlı!
Bazen mevzu dargınlığı çektiğim olur; yoksa ilk satırı kâğıda koydum mu arkası akar gider.
Evvel eski ezberimdedir; Latinler söyler bunu:
Rem Tene Verba Sequentur!
“Sen konuya hakim ol, arkası gelir...”
İşte hakimiyeti kaybettiğimiz zamanlarda mevzu-konu bize darılır, biz ona gücenir; başlı bacaklı Maça Papazı gibi oluruz.
Ne birbirimizden ayrılır ne de Şeytan görsün yüzünü demeden duramayız.
Yine öyle oldu:
Tuhaf Bir Hikâye
“Saçma” [Osm: Abes- Fr: Absurde] fikrinin mucidi Albert Camus idi.
Saçma fikri, aslına bakılırsa, insanı her şeyin merkezine koyan Antik Yunan feylosofu Protagoras’dan beri hümanist felsefenin içine sinmiştir.
Hayata gelmekle başlayan varoluşumuzdaki bütün sorumluluk bize aittir, fakat bütün hepsi çok saçmadır, anlamsızdır.
Bu anlamsızlığına rağmen biz bunu yaşarız, yaşatırız, yaşananları da izleriz.
Camus, Yabancı – L’Étranger romanında duygusuzlaşmış, toplumla heterotopik bir ilişki kuran, inkârcı ve anlık yaşayan birinden, Meursault adlı Fransız Cezayir’inde yaşan genç bir memurdan bahseder.
Romana girişi de meşhurdur; bilirsiniz:
“Bugün annem öldü, belki de dün; bilmiyorum!”
Bu kayıtsızlık roman boyunca sürecektir.
Camus’nün 1942’de yayınlanmış bu eseri Avrupa’da bir çağın yankısıdır, bu öyle bir yansımadır ki, kuşaklar boyu edebiyatı etkileyecektir.
Macaristan’ın yetiştirdiği kadın edebiyatçılardan Agota Kristof’un kısa romanındaki karakter, adını bile tam bilemeyeceğimiz o naif insan, Meursault’ı bize anımsatmaktadır.
İsmi pek lazım değil, romanda okursunuz, asıl Meursault’luğu bizim umrumuzda!
Kitap Şimdi Başlıyor: İncipere
İhtiyarlık, insana, sokakta yürürken düşmemek için adımlarına dikkat kesilmeye başladığı zaman gelir.
Ne vakit sol ayağınıza güvenip sağ ayağınızı yerden kaldırdığınızda, bir tehlikenin sizi ele geçireceğine ait ürküntü yüreğinize sinerse, işte o vakit, ihtiyarlık kapıyı çalmış demektir.
Mesela buzlanmış kaldırımda dikkatle yürümeye benzemez bu, zira insanoğlunun genci, hatta çocuğu bile kaygan zeminde içgüdüsel bir dikkate sığınır.
Anlamı bütün bütün farklıdır; ihtiyarlıkta, insanı adımını sakınırken hissettiğini idrak etmeli...
Sakın ola, “İnsan kendini hangi yaşta, yaşamının hangi çağında hissediyorsa o yaştadır” gibi ucuz söz etmesinler.
Bu iyicil sözün gönüllere teselli, ruha avuntu verdiğini biliriz fakat gerçeği de görmeyi yazıya alır, beyaza çekeriz.
Çok okuyan çok gezenin meraklısıdır...
“Leyleği havada görmek”, herkesin başına olmadık iş açar.
Bir kez Hacı Baba leylek havada görülmesin, artık yerinde durulamaz, minderine raptiye konmuş gibi olur ve dünya kadar iş varken kalkıp yollara düşülür.
Yazmaya meraklı olanı da bundan nasibini alır.
Ne ki, yazmak hevesiyle masasında dirsek çürüten bu divânelerin salla sırt etsen yerlerinden kalkacağı yoktur, onlar leylek peşine düşen başkalarına gıpta ederek bir ömür eskitip minder çürütür.
Köyümüze gitsek ya...
Vakti zamanı gelince çiftlik hevesi kurmayanı görülmemiştir.
Yaşamında bir kez olsun, orda bir köy var uzakta, gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdür, diye mırıldanmayana hiç rast gelinmez.
Bu, ayrımında olunamayıp uzaktan özentisi duyulan zahmetli ziraat işinin, danayla malak besleyip keçi kovalamanın, inek peşinde tezek ezmenin, yağmurda kalmış ıslak koyun kokusunun, solucan ve karafatma gagalayan tavuklara kraliçe muamelesi göstermenin, avluya bağladığı ayı yavrusu gibi çoban köpeğinden belli etmese bile azıcık ürküp başını okşamanın, hasılı kalkıp köye yerleşmek düşüncesinin heveskârları en çok aydınlar, gazeteciler, yazarlar, sanatçılar lafı neticelendirirsek, şu ki, boş gezmeye meraklısı arasından türer.
Sabrı Olanlara [Kalanlara] Arkası Yarın!
“Ah kimselerin vakti yok
Durup ince şeyleri anlamaya
Kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar…”
Gülten Akın’ın İlkyaz şiirinin bu dillere destan olmuş giriş dizelerini günümüzün bilişim teknolojisine dayalı Ağ Toplumunda [M. Castells, 1996] yaşanan kayıtsızlığı, savrukluğu, nihayet özensizliği kavramak için söze başlarken kullanması ne kadar da yerinde görünüyor.
Bir web sayfasında yirmi saniyeden fazla artık kalınmadığına değin, bilgisunar dünyasının sorunsalları bir bir ortaya dökülse, kime ne!
Kendini okutmak azmindeki kimi sayfalar ise internet-bilgisunar başında yakaladığı müstakbel okuruyla aman bir yere gitmesin diye daha baştan pazarlığa kalkışıyor; bir ikna ederse okutacak:
“Yazının tümü 2 dakikalıktır!”
Böylesi pazarlığı tamamlamak için tokalaşıp sallanacak kolda derman, elde hâl, parmaklarda tâkat mı kalır!
Gülmekten öldük vallahi...
Çok gülene, yakında nasılsa ağlayacaktır diye iç geçirip vah vah çekilmesi boşuna değildir... Nitekim, gülmekten başına bir bela gelmediyse bile, bu taşkınlığın kurbanı olan birinin kahkahası az sonra ağlama benzeri bir sele dönecek, sonra, gözyaşı pınarları kurna tıkacı bozuk çeşme gibi boşalıverecektir. Zaten olur olmaz her şeye, sapa samana, ota çöpe, şuna buna vakitli vakitsiz, yerli yersiz gülene, azıcık kafadan zoru var, gözüyle bakılır.
Minicik Sahnede Dev Bir Oyun
Eskilerin,¨ nohut oda, bakla sofa¨ diye küçümenciği sevimli gösteren deyişini, Sahne 3’de sahnelenmiş bir oyundan sonra söylemeden, orayı terk edemezdiniz.
Sahne 3’ün minicik nohut oda ve bakla sofa tiyatrosunda dev bir oyun izlerseniz, işte böyle yazarsınız.
Oyun, yetmiş yıllık bir klasik drama: Orjinal adıyla Montserrat yahut Özgürlüğün Bedeli...
Duygudaşlığın hemen gözyaşlarınıza hükmedeceği bir oyunu orada soluğunuz kesilerek izleyeceksiniz.
Oyunun yönetmeni ve kurgudaki karakterler arasında en ağır sorumluluğu üstlenmiş olan, bugünkü Türk tiyatrosunun bence dev adamı, Ümit Çırak zalim general İzquierdo rolüyle oyunun tamamına ruh katıyor.
İzquierdo’yu oynamıyor ki, yaşıyor ve onun üflediği ruh tüm oyunculara siniyor, içselleşiyor.
Her biri ayrı ayrı ustalığını gösteren tiyatro oyuncuları, sanki İzquierdo’yla aşık atmaya çıkmış gibi, bütün maharetlerini bir bir sıralıyor; size de diyecek şey kalmıyor.
Tüyleriniz diken diken, salondan ayrılıyorsunuz.
Birkaç gün boyunca, bu oyundaki her şey aklınızdan çıkmazsa benim kulaklarımı çınlatabilirsiniz!
İstanbul İçin İskeleler Tarihi
Eski İstanbullular için Boğaz'a gitmek denizaşrı seyahate çıkmaya benzer.
Günler evvelinden nevâle hazırlığı başlar.
Bir lojistik faaliyet ki, sormayın; askeriyede sahra mühimmatı bunun yanında esas duruşa geçer.
O vakitler deniz diye bilinen Boğaz'da tenezzühe çıkmak, bir büyük maceraya kalkışmakla, keşif yapmak üzere bilinmez bir yerlere gitmekle eş değerdi.
Besmeleyle gidilir selametle gelinir, konu komşuya haftalar boyu anlatılacak serüvenle eşdeğer eni konu sohbet malzemesi geri taşınır.
Herkese Yararlı Bir Felsefenin Takdimi
Annesinden işitirmiş, çok gülersen ardından muhakkak ağlarsın diye..
İşte o yüzden sevinç dolu şeylere hep uzak durmayı tercih etti, ediyor; arkasından çıkıp gelecek olan üzüntüye, yas, keder, tasa ve dertlere bulaşmaktansa...
Büyük mutluluklara o yüzden hep çekinerek adım atar, yaşadığı şeylerin tadına varmayı ardı sıra mutlak anlamıyla geleceği beklenen acıklı zamanları düşünerek ya erteleyip geciktirirdi yahut toptan uzak dururdu.
Çileci bir hayat orucuyla yaşamak, belli ki, daha kolayına geliyordu.
Hayat korku üzerine kuruludur diyen bütün kaderci düşünüşlerin kederli sonuçlarına katlanıyordu.
Bir gün birlikte sevinç dolu zaman geçirdiği sevgilisine, ¨Bak görürsün, kesinlikle bu keyifli şeylerin ardından bir bela gelir, muhakkak beni bulur¨ dedi, ertesi günün sabahı cep telefonu arızalandı, kilitlendi; galiba hack'lenmişti de...
Ben demiştim diye kendini haklı çıkartıyor şimdi ve bir yandan da cep telefonuna bir çare arıyor.
Havana-na-na-na [Latincesi bol bir müzik kritiği]
Kuzey yarımkürenin eğlence dünyası yaz ayları gelince, pop müzikte “hit” şarkısı olmadan edemez. Amerikan müzik endüstrisinin küresel pazara sattığı yaz melodileriyle tüm meridyenlerin insanları hoşça vakit geçirir, işte o yüzden vaz geçilmezdir yaz şarkıları…
FM radyo kanalları, TV istasyonları, dünyanın neresinde bir ucu bilişim ağına bağlanmış cihaz varsa hepsi, gece kulüplerinden yazlık eğlence yerlerine, alışveriş merkezlerine kadar kitle iletişim ve tüketim araçlarının olduğu yerlere uzanır, “hit songs”…
Karıncaların "pek sıkıcı" devleti
Fransız Jean La Fontaine “Ağustos Böceği ve Karınca” fable'ını Bandırmalı (Panesos) hemşehrimiz Ezop’tan aşırmıştır; biz de aval aval dinleriz. Ezop’un (Aesop) MÖ 6.Yüzyılda dillendirdiği masala bakılırsa havaî Ağustos Böceği, yaz boyu sıcak kurak demeden harıl harıl çalışan karıncayla dalga geçip, tamburasını tıngırdatmış, şarkı türkü söylemiştir.
Sonunda zemheri gelip kar kapıya dayanınca, Ağustos Böceği tir tir titreyerek sığınacak yer aradığı sıra aklına çalışkan karınca gelir, gidip kapısını çalar; hani eskiden bir kere selamlaşmışlardı ya!
Fakat karınca pijamalarını giymiş, şöminesini yakmış, elinde piposu keyif çatarken kapısını çalan Ağustos Cırcırına haince davranıp, “Ben çalışırken senin aklın neredeydi? “ diye bir de kafa tutup iyisinden bir ders vermiştir.
Deniz dibindeki midyeler bile bir iki kez açılıp kapanıp rızıklarını bulurken ve dahi dağdaki kurt Tanrının yardımıyla günlük nevâlesini düzerken, Ağustos Böceği haytalığının ve avareliğinin cezasını bir güzel çekmiştir; oh olsun.
Bütün tembellere ders olsun!
Yaşasın çalışkanlar…
ZORBA niye dans eder?
Filmini Kıbrıslı hemşehrimiz Cacoyannis çekmişti,1964'de... Sahilde, maceracı-vagabond Zorba'yla, onun Patron diye seslendiği adı meçhul arkadaşının dans ettiği hafızalardan silinmeyen o meşhur sahnesiyle bilinen siyah/beyaz film... Müziklerini, tabii hemen bildiniz, Mikis Theodorakis yazıp besteledi. Bir tanesi, Zorba başlıklı dans müziği hâlen Yunanı, Türkü, Balkan insanı, Egeliyi yerinden zıplatır. Oynamak istemeyen gelin yerim dar diyorsa, meydanı açarlar; ama bu kez yenim dar der... Fakat Zorba bir çalarsa, ne yer dinlersiniz ne de yeninizin paçası darmış, bunu dert edersiniz. Biz bütün bunları filmlerinden, müzikallerinden, şarkılarından biliriz. Nikos Kazancakis'in yazdığı Zorba başlıklı bu romandan yapılan film bir yana dursun, eser 1946'da yayımlandığından beri çağdaş klasikler arasında en çok okura ulaşanlar arasında başta geliyor. Türkçedeyse, birkaç ay öncesine göre, 29.baskısını yapmış bulunmaktadır. Türk dilinde ilk baskının 1963'de, Ataç Yayınları tarafından yapıldığını da eklemek gerekiyor.
Renklerin ve kokuların romanı
Bir şair, bana kalırsa, roman yazmamalıdır; hikâye hiç… Şairin işi başkadır, romancının sondaj yaptığı denizlere şnorkelle dahi dalmamalıdır; velev ki o denizler sığ olsa bile, kıyıdan seslenip boy ver boy ver demeye benzemez… "Soğuk mu su, soğuk mu?" diye evvelden suya girmişe sormaya da…
Sultanahmet’te AÇLIK, Pera’da seks
Büyük romanların etkisi de büyük olur, arkalarından birçok benzeri yazılır; dikkat ediniz, taklidi demiyoruz. Büyük romanlardan ilham alınıp benzer yahut anıştıran tarzda başkalarının üretilmesini doğal karşılarız. Cervantes yazmasaydı, Quixotic - Don Kişotvâri roman sanatı olabilir miydi? Madam Bovary için yazarı G. Flaubert, roman kahramanına etek giymiş bir Don Kişot’tur demişti; hatırlayalım.
Sequential Novel diye Batı edebiyatında tekrarlanan, ardılı ve arkası getirilen eserler bir yana, bir güçlü romanın etkisinde kalarak benzeri bir şeyi denemek, yazmak, kendi coğrafyasına ve kültürüne, siyasi-toplumsal yaşantısına uydurmak bildik, alışageldik görünüyor.
Erken Cumhuriyet’in acılı kuşağı yazarlarından Hasan İzzettin Dinamo’nun bir romanını bu yönüyle ele almak gerekiyor: AÇLIK
“Kocaya varmak” üzerine bir roman
Biz Vassaf Beyi, romanın sadece ilk on sayfasında tanıyoruz, ortalıkta pek sessiz dolaşıyor; on birinci sayfada zaten ortadan kayboluyor. Vassaf Bey başlıklı romanın yazarı, Memduh Şevket Esendal, roman kahramanı Perihan’ı konuşturuyor daha sonra…
Pek de konuşkan bir tazedir, çenesi pırtıdır, eli dursa dudakları kıpırdayan bir genç kadındır.
Esendal’ın kullandığı İstanbul ağzıyla tarif edersek, Perihan söyler, öteki roman kahramanları ve biz de dinleriz.
Vassaf Bey, romanın daha başında vefat edip bu dünyadan elini ayağını çektikten sonra roman karakterlerinin tümünü, elbette en başta Perihan’ın hayatını değiştirecek vasiyetnâmesiyle bizleri de meşgul edecektir.
Vasiyetnâme âdeta roman kahramanı gibi görünmez bir elin hüneriyle çalışır…
Vassaf Beyin sır taşıyan ölümü ve âhir dünyasında yaşadıklarını da Perihan ve çevresindekiler vasıtasıyla öğrenecek, bazı olayların da üstü gölgeli kalacak, fakat biz okurlar bu muhteşem dil zenginliği-lisan cümbüşü içerisinde mest olduğumuzdan, bize fısıldanmayan hakikatlerin peşinde daha fazla oyalanmayı da fuzuli bulacağız.
İlk baskısı, çekmece beklemekten sararmış nüshalar derlenip toparlandıktan sonra, 1983 yılında yapılmış olan romanın, tefrika diye gazetelere 1930’lu yıllarda yazıldığı biliniyor.
Ancak eserin hayatta olmayan yazarı Esendal’ın dahi unuttuğu el yazması bu romanın, bir kıymet bilmez gazeteci elinde yıllarca beklediği, onca zaman sonrasında okurun karşısına dikildiği düşünülürse, Vassaf Bey’e gösterilecek değer artıyor ve bir değil, iki kez dikkat kesilmek gerekiyor.
Kerkenez’in gözünden okunan roman
“Ne varsa yine eskilerde var” sözü, Türk romancılığının yarım asır kadar eski bir eserinin son sayfasını kapattığım zaman gayri ihtiyari, bir şaşkınlık gösterircesine ağzımdan çıkıverdi…
Genç sayılacak bir yaşta, ellisine varmadan hayatını kaybetmiş Cengiz Tuncer’in romanı Kerkenez, elimdeki 1971 yılına ait ilk baskısıyla okunup bittikten sonra bana bu sözü hatırlatmakla kalmıyor, ayrıca, kendi imzamı taşıyan Capon Çayevi adlı romanda iyi karakterin birden kötüye dönüştüğü kurguya olan şaşırtıcı benzerliği de gösteriyordu.
Bu nedenle, diyebilirim ki, bana ait Capon Çayevi’nin Nuridin adlı roman kahramanı, Kerkenez’in Salih’iyle romanlardan tanışıyor olmalıdır.
Trikotajcı Penelope
Annesi su perisiydi. Yunan Mitolojisinden Naiad diye bildiğimiz, çeşmelerde, havuzlarda, derelerde, göl ve denizde yaşayan, hâsılı nerede su varsa orada bulunan kızlardandı... Babası Kral İkaros'tur; azıcık sert bir baba... Periyle evlenen kral, karısı habire doğurup ortalığa bir sürü kız, hepsi de su perisinden olma çocuk peydahlayınca ayak altında fazla dolaşmasınlar diye onları teker teker suya attı; boğulup ölsünler istedi. Oysa kızlar, suda ölmek şurada dursun, hayat bulan cinstendir. İkaros'un suya fırlattığı kızlarından birisi de Penelope'dir. Sonradan İthaca Kralı Odysseus'un sâdık ve sabırlı karısı olacak kız... Penelope, elbette suya atılınca boğulmadı, aksine yaşadı. Kocasına sâdakat gereği sonradan trikotajcı bile oldu... İşte hikâyatı:
İhtilaller çağının entelektüel kabahatleri*
"Ezber bozma" diye bir deyiş türedi son zamanlarda… Hemen her yazıda, özellikle akademik metinlerde yer almaya başlamıştır. Okuru meraklandırıp, "Dur bakalım, benim ezberlediğim şey neymiş?" diye tahrik eden bir şey olarak yararı var; insan saf aklın hürmetine bildiklerini bir kez daha süzgeçten geçirmeli, elbette…
Hiç şüphesiz biz onları etten ve kemikten yaptık!
Girit kralı Minos'un karısı, bir gün, çayırda çimende dolaşan ve cinsel organını doğallıkla salıverip apaçık sergileyen bir boğa görmüştür. Kadınlık hislerine dur diyemeyen kraliçenin gözü döner, boğayı ahırına aldırıp onunla çiftleşir, sonra hamile kalır ve boğa başlı canavar Minotaurus'u doğurur. Adı Pasiphae'dir kraliçenin, mitolojinin ahlaksızları cetvelinde adı yer alır.
Şimdi bu anlattığımız mitolojik bir hikâye olup gerçeklikten uzaktır; yazımızı için biraz reklam ve İngilizcesiyle market deyişi olarak meraklandırmak üzere-teasing yaptıysak, işte bu, okuru yazıya davet için kaçınılmazdır.
Lâkin modern dönemin bireyine ait mitleri romanlarda arayınca gerçekliğe bire bir uyan kahramanlarla karşılaşırız, ki onlar gerçekten ete kemiğe, kana ve cana bürünmüş yarı-insanî varlıklardır.
Bu yazımızda beceriksiz bir Grafoman olmamak için dikkat gösterip, mitolojinin antik hâlinden uzaklaşarak biz asıl konumuza döneriz ki, işte şunları söyleriz:
Herkesin hikâyesi birbirinden acı
Herodotus ve Thukydides'ten 18.asırda Edward Gibbon'a kadar ulaşan tarihyazımı, saf edebiyattan hiç kopamadı.
Hatta 19.asıra gelindiğinde birçok sosyal bilim çalışması ardı arkasına yükselirken, klasik antik Yunan çağının tarihçilerine, diğer deyişle sosyal hikâyecilerine kadar uzanan bir geleneği devam ediyordu.
Sosyal bilimlerin dallanıp budaklanması, bir bakıma Marx'ın ciltler dolusu eserlerini yazdığı zamanlara rast gelir, tam da o sıralarda tarihyazımı bir sorun olarak ortaya çıktı.
Nasıl yazılmalıydı tarih?
Al sana püsküllü bela!
Birçok düşünce teorik olarak ileri sürüldü; hâlen sürülüyor da...
Bunlardan birisine ait tarihî bir çalışmayı yakın zamanlarda İletişim Yayınları bastı; bir edebiyat insanı, romancı İbrahim Dizman yazmıştı.
Böylece görüldü ki, tarih aslında edebiyatın kardeşidir.