“Ne varsa yine eskilerde var” sözü, Türk romancılığının yarım asır kadar eski bir eserinin son sayfasını kapattığım zaman gayri ihtiyari, bir şaşkınlık gösterircesine ağzımdan çıkıverdi…
Genç sayılacak bir yaşta, ellisine varmadan hayatını kaybetmiş Cengiz Tuncer’in romanı Kerkenez, elimdeki 1971 yılına ait ilk baskısıyla okunup bittikten sonra bana bu sözü hatırlatmakla kalmıyor, ayrıca, kendi imzamı taşıyan Capon Çayevi adlı romanda iyi karakterin birden kötüye dönüştüğü kurguya olan şaşırtıcı benzerliği de gösteriyordu.
Bu nedenle, diyebilirim ki, bana ait Capon Çayevi’nin Nuridin adlı roman kahramanı, Kerkenez’in Salih’iyle romanlardan tanışıyor olmalıdır.
Türk yayıncılığına değerli birçok kitabı kazandıran, bir vakitlerin efsanevî yayınevi, E Yayınları’nın kurucusu Cengiz Tuncer’in edebiyatımıza sunduğu Hacizli Toprak başlıklı eserinden başka bir romanı daha bulunuyor; Kerkenez…
Mektepli değil, Alaylı bir gazeteciydi ve ortaokuldan terkti, kendi kendisini yetiştirdi, sinemaya senaryolar yazdı. Selma Güneri’nin başrolünü oynadığı Sevmek Seni adlı film bunlardan biridir.
Kerkenez’in kurgusundaki hikâyeyi, gazetecilik ettiği zamanlarda yazdığı bir haberden esinlendiğini öğreniyoruz. Nereden edinmiş olursa olsun, Tuncer bu eserinde dünya edebiyatının başyapıtlarına ait bireyin iç dünyasına yapılan edebî yolculuğun izlerini sürüyor. Biz, böylece, sıradan adlî vakanın yahut bir suçun ardından insanı anlamaya dair ipuçlarını edebiyat sayesinde bulabileceğimizi bir kez anlıyoruz.
Nitekim Sigmund Freud, Dostoyevski ve Baba Katilliği başlıklı yazısında, insanoğlunun mitolojik tarihindeki ilk cinayeti, Kabil’in kardeş katilliğini bir yana koyarsak, asıl cinayetin oğlan çocuklarında babaya karşı duyulan nefretin yahut bu sözcüğü en azından yumuşatırsak, hınç ve öfkenin edebiyattaki karşılığını değerlendirir.
“Dünya edebiyatının en büyük üç eserinin, Sophokles’in Oedipus Rex’i, Shakespear’in Hamlet’i ve Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşleri, aynı konuyu, yani baba-katilliğini ele alması rastlantı olarak açıklanamaz. Üstelik bu üç eserde söz konusu davranışın kaynağı yani bir kadın yüzünden doğan cinsel düşmanlık açıkça ortaya konulmuştur.” [Psikanaliz Açısından Edebiyat, Freud/Jung/Adler, s.5-29]
Kerkenez, roman kahramanı Salih’in çocukluğundan başlayarak yaşadığı iç çatışmaların, kırgınlık ve öfkenin, bastırılmış cinselliğin ve arkaik bir toplum örneği olarak sunulmuş mekânda, yoksul bir köydeki yaşamın tam anlamıyla Freudvari bir anlatımıdır.
Zaman ve mekân romanda tam olarak belirlenip vurgulanmadığı vakit, bilindiği gibi, kurgusal metinler ilahî anlatımlara yaklaşır. Tam da budur işte bir edebiyat metnini Homeros destanlarına yaklaştıran şey… Tuncer’in Kerkenez’i bu başarıya ulaşmış bir metin olarak daha başlangıcında kendisini okurun eline teslim ediyor.
Babası Hafız’la beraber kuş avına çıkan Salih’in kerkenez kâbusuyla tanışırız, daha en başında… Kerkenez, falco tinnunculus’tur, alıcı kuşudur; saldırgan, avcı, gözü kara ve kurnaz, tabii ki gökyüzünün en beceriklisi… Kerkenezin gözünü çıkaracağını kurup korkular içinde kalan Salih’in, sırf bu yüzden gözü ağrımaktadır; anksiyeteye bağlanan yalancı ağrılar ama gerçeğinden de kötüdür; tıpkı panik atak gibi geliyor, gitmek bilmiyor… Göz ağrısı içinde çifteyi doğrultup hayali kerkenezi vurur, yere düşen bir arı kuşudur; boynu bükük, cansız… Bu sembole dikkat kesilmelidir, romanın başında. Zira sonrasında canlanmayan cinselliğin, uyanmayan erkekliğin simgesi olacaktır ölü kuş, ne yapılsa bir türlü hayata dönemeyen şeydir şimdi…
Salih’in gözü ağrır, hep ağrı çeker!
Salih’in ilk cinsel deneyimlerinden birisini, bu göz ağrısına bir çare olarak gönderildiği, köydeki komşularından bebesini emziren Dudu’yla yaşadığı, romanın erotik sahneleri arasında okuyoruz. Salih, Hafız’ın üç karısından en küçüğü, roman boyunca Anacık adıyla tanıdığımız kadının çocuğudur, öteki analıklarıyla, Hacer ve Cennet’le damdan bozma bir evde yaşarlar.
Hacer analığı, oğlanı Dudu’ya gönderir.
“Benden selam söyle, Hacer Ana selam etti de. İki gözüne ikişer damla damlatsın sütünden. İki bir gözüne, iki bir gözüne dört damla süt damlatıversin memesinden. Sevaptır.”
Salih sorar, “Memesinden mi?”
“Yok, kıçından… Karı milletinin sütü götünde olmaz ya oğlum!”
Salih göz ağrısına çare için Dudu’nun kapısını çalacaktır, evde kocası olmayan kadına derdini anlattığında hiç yadırganacak gibi görünmeyen bu isteğe, genç kadın memelerini ortaya çıkartıp cevap verir.
“Uzan, dedi Salih’e, uzan şuraya bakalım. Eliyle sediri gösterdi. Sırtüstü yat, gözlerini aç… “
Salih gözlerine süt akıtan memelere uzanır, yakalar, okşamaya başlar, bu onun ilk temasıdır kadın teniyle… Ama hepsi bu kadardır, biraz daha ileriye gitmek isteyen Dudu’nun hevesi romancıya göre “uyluklarında ateş içinde” kalır.
John Steinback’ın Gazap Üzümleri’nde açlıktan ölmek üzere olan hiç tanımadığı bir adamı, dudaklarına memesini dayayıp emziren Rose Joad’ı anımsatan bu sahneyi çağrıştıran erotik bir seslenişle karşılaşıyoruz. Benzer temayı, çok daha evveli, Romalı yazar Yaşlı Pliny’nin eserinde de okuruz. [Factorum ac dictorum memorabilium]
Hapse atılan babası Cimon’u ziyarete giden kendi kızı, Pero, onu hücresinde ziyaret ederken gizlice süt verir, emzirir ve böylece babasını açlığa mahkûm eden otoriteye meydan okur…
Salih, Yunan Mitolojisinde felaketleri, olacakları evvelden gören ama önleyemeyen, sessiz kalan ve bunun acısıyla içi kahrolan Cassandra karakterine benzer.
Salih de her şeyi önceden bir büyücü, falcı gibi görmektedir; “Kerkenez gözü var bende diye düşündü, olmuş olacak bütün felaketleri görüyorum bir bakışta…” [ s.181]
Kerkenez veya Salih, o keskin gözleriyle karanlıkta olup biteni de görür, babasının evde anası Anacık’ın, o yüz vermezse gidip Cennet analığının üstüne çökmesini hep görür; bunlardan iğrenir. Babaya duyulan nefrettir bu!
Salih’in gelecekteki her şeyi bu gördüklerine bağlıdır.
Literatüre Cassandra Kompleksi olarak geçen bu olguyu romanda apaçık takip ederiz; Salih görür, hisseder ve olanlar da olur…
Romandaki erotizmi sayfalar boyunca, Salih’in gördükleri üzerinden okuruz. Babası, diğer analıklarını ıskartaya çıkartmıştır, mecbur kalmadıkça üstlerine çıkmaz, yüz vermez ancak varsa yoksa Anacık’ı yanına çağırır. Ne ki, yaşadıkları ev, ev değildir; bir dam altıdır ve herkes bir arada yatar kalkar.
Baba Hafız, annesini yatağa devirmeden evvel hep hatırlatır, “Kadın, suyu ocağa koydun mu?”, cevap çoğu kez terslenir gibidir: “Koydum! Teneşir suyun olsun işaallah…”
Salih o sırada analığı Cennet’le aynı yataktadır; altları saman döşek, üstleri baygınlık veren yün yorgan.
Cennet kocasının kuması üzerinde çıkardığı seslere kulak verirken, bir yandan bütün gücüyle Salih’e abanır, “İçinde ne varsa birikmiş boşandı sanki, Salih’i sarıp sarmaladı, iki bacağını doladı çocuğun cılız gövdesine… ” diye anlatılır yorgan altında olan biten. Fakat Salih’in delikanlılık yıllarındaki asıl sorunu böylece ortaya çıkar, Salih bir şey hissetmez…
Bir Anadolu köyünde, herkesin bildiği ama hep birlikte saklanan, üstü kapatılan gerçekler anlatılır burada… Salih babasından yakayı kurtaran kendi öz annesini, gusül abdesti almak için girdiği hamamlıkta gizlice seyreder. Anacık’ı, “Memeleri bir çift armuda benziyordu, sapları iyi koparılmış bir çift armuda! Hafifçe sarkıyor, sonra birden başkaldırıyordu iki meme de. Avcuna su döküp apış arasını yıkadı” diye bize aktarır Salih; ve oğlunun kendisine baktığını gören anası da, “Ört başına yorganı, analar yıkanırken bakmak olmaz” der ama sanki gizli bir memnuniyet duymuş gibidir.
O günlerin birinde Salih’in kuzeni Şadiye, gelin olduğu evde, kocası askerdeyken kayınpederinin tecavüzüne uğrar; gizli saklı kalması gereken şeylerdir bunlar ama romancı, Salih’le el ele verip bunları faş eder.
Hatırlanacaktır ki, buna Batı edebiyatında, opera ve tiyatrosunda Puncinella Sırrı denir; herkesin bildiği ama bilmezden geldiği…
Kim kimsesiz, öksüz yetim Şadiye bir daha asla o eve dönmem diye kalkıp Anacık’ın, teyzesinin evine gelir; hayatlarında yeni bir dönem başlar. Kayınpederinin tecavüzüne uğramış genç gelin, şimdi azgın, doymak bilmez Hafız’a yem olacak diye korkar evin kadınları ve zaten Şadiye, hem güzel hem genç ve hem de “altı açıktır”; altı açık olmak bir kadının cinsel ilişkiye müsait olmasıdır, romandaki anlatıma göre…
“…Bir göz evin içinde kim ister kocasıyla arasında nikâh düşecek gencecik bir kadını, hem güzel hem altı açık.” [s.205]
Şadiye çok sonraları evi ve köyü, başında dolaşan lanetten daha fazla nasiplenmesinler diye terk edip şehre gidecek, yıllar sonra Salih onu genelevinde bulacaktır.
Bu karanlık, izbe gibi bir yoksul köy dam evinde yaşanan cinsellikten pay alamayan Hacer ana, gider, köyün delisi Ethem’e baltayı asar; onu kendisiyle yatmaya zorlar.
Hacer’i Cassandra duygusuyla başına gelecekleri hissedip takip eden Salih, gizlice saklı kaldığı yerden olan biteni bize nakledecektir. Ethem’in uyanmış erkekliğini görünce bir travma yaşayacak, kendisinin delikanlılığa karşın ortada görünmeyen erkekliğiyle kıyaslayıp karşısında ezilecektir.
“Salih ilk kez uyanmış bir aleti görüyordu hayatında, kendi aleti sızladı inceden inceye. Deli Ethem’in güdük elleri aletindeydi, sanki koca bir sopa gibi, kadının başına vurmaya hazır bir sopa gibi tutuyordu.” [s.145]
Fakat asıl önemlisi Hacer’le köyün ıssız bir yerinde buluşan deli Ethem, cinsel ilişki sonunda kadını öldürür, ardından felaketler art arda gelir. Salih’in babası Hafız, haberi getiren oğlunun ardından evcek olay yerine koşturup, oracıkta, taşla başını eze eze köyün delisini öldürecektir.
Haneleri bir anda “evin direği baba” sız kalır; jandarma, mahkeme, hapishane…
Köyde artık yaşanamayacağını gören Cennet ve Anacık, Salih’le beraber büyük kentin bir gecekondusuna yerleşecek, kısmetlerini orada arayacaklardır. Zaman çabuk geçer…
Askerlik dönüşüdür ve babası Hafız’ın da hapisten çıktığı vakitlerde, Salih’i evlendirmek isterler, ancak Salih direnir, kadından ve cinsellikten korkmaktadır bu temiz yürekli çocuk; büyümemiş çocuk-adam…
Söz, nişan derken yaklaşan düğüne doğru Salih’in korkusu yüreğini iyice kaplayacaktır. Gerdek gecesi ne edecektir, o meşûm gecenin kendisine sunulan dişisiyle ne yapacaktır?
İçini kavuran bu korkuyla gelişi güzel dolaşırken, işte bir gün, mahallede kendisine öteden beri hep sevimlilik yapan komşuların beş altı yaşlarındaki kız çocuğuyla beraber olmayı dener, önüne geçemediği bir hırsla kıza tecavüz edecek, ardından cinayetini işleyecektir.
İşte burada, Kerkenez romanıyla Capon Çayevi arasında bir edebiyat ve düşünüş akrabalığı olduğunu görmüş bulunuyorum.
Capon Çayevi’nin zavallı çaycısı Nuridin, iyi kalpli, dürüst ve ahlaklı o insan, en sonunda hiç umulmadık bir anda, anti-kahramana dönüşür; bir can alır.
Salih de benzer bir kaderi yaşayacak, bu kez Cassandra Kompleksine dair hissediş ve görüşüne yenik düşmüş olacaktır; kendi başına gelecekleri ve bir küçük kızın canını alacağını görememiştir.
Zaten mitolojideki örneğinden bildiğimiz gibi, Cassandra da kendi başına gelecekleri değil, hep başkalarına ait fenalıkları görür; fakat önüne geçemez.
Bugünün ucuz roman furyasında çerezlik dahi olsun bir şey bulamayanlar için eskiye dönmek, belki de en iyisidir.
Eskiler arasında Kerkenez, hak ettiği dala tekrar “konmayı” bekliyor.