Hayatımız da dünyamız da bir bakıma satranç tahtası…
Oynayanlar gönüllü, piyonlar da gönülsüz; bu yüzden birçok insan ne okuyabilecek önüne konulan tuzakları, engelleri ne de yaşayabilecek kendisini, hep gelecek beklentisi içinde ömrünü tüketecek…
Gazeteleri okuduğumda, TV’lerden haberleri dinlediğimde içim yanıyor ve kahroluyorum… Yüzyılların kardeşliği, yani ‘et ve tırnak gibiyiz’ söyleminin hiç de gerçek olmadığını görüyorum, yaşatılan olumsuzlukları daha da iyi anlıyorum… Çünkü Türklerin et, Kürtlerin kesilip atılan tırnak olduğu canım ülkemizde korkarım ki Nâzım’ın dediği gibi ‘gelecek güzel günler…’ göremeyeceğiz… Kaybeden insanlık olacak. Çünkü kazananı olmamıştır anlamsızlıkların kavgaların…
Yaşadığımız zor zamanlar. Yaralı her coğrafyada ağlayan çocukların gözyaşlarının başımıza damladığını anladığımız gün insan olduğumuzu anlar ve de yapılması gerekenleri yapabiliriz birlikte. Böylece belki güzelliklerden utanmasalar da zalimler birliğimizden kaynaklanan devasa gücümüzden korkarlar, en yakın aynaya bakarlar… Çünkü her şeye karşın umut yine insanda, insanlıkta…
Umut insanda bilirim ama kavakları da sevmez kimi; doğrudur. Meyvesiz ağaçların da büyük bölümü sevilmez, oysa sevilen meyve ağaçları da sunmadıkça meyvelerini taşlanır. Kimi az sevilir, kimi sevilmez, kimi de çok sevilir. Üstüne şarkılar, türküler yazılan ağaçları anımsayın daha iyi anlarsınız demek istediğimi. Ve de üstüne şiirler yazılan ağaçları… Çünkü ağaçlar da insanlara benzer… Meyvelisi, meyvesizi…
Yanında, yakınında duran gerçek dostları dururken; Kafdağı’ndakileri dost edinenlere şaşarım bu yüzden. Yaşadığımız sürece belki de bir gün olsun yüzcek görmediğimiz/göremeyeceğimiz sözde dostlarla, arkadaşlarla ağız kavgasının bile tadı olmazken, acı söylese de gerçek ve elin yeteceği, gözün göreceği uzaklıktaki gerçek dostları unutmak nasıl açıklanabilir? Hiç düşünen var mı bunu?
Böyleleri, Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmaktan ne zaman kurtulacak diye düşünürüm hep. Unutmayalım ki iyiliğin de kötülüğün de en büyüğünü kendimize yaparız aslında.
***
Öğretmenlik yaptığım zamanlarda öğretmenler odasına iki meslek erbabı dışında neredeyse herkes bir şeyler getirmiştir satmak için. Meslektaşlarımın çeşitli bahanelerle onlara yakın durmalarını uzaktan uzağa ve eleştirel gözle seyrederdim. O iki meslek de şu: İlki bir elinde satırı, salması ötekinde de kanlı buduyla ‘az önce kestim, etin tazesini almak istemez misiniz’ diyen bir kasap, ikincisi de eskinin eskisi köy doktorları gibi çantasında aletleriyle ‘en iyi ben muayene ederim sizi’ diyen bir doktor… Belki benden sonra gelir ya da gelecektir(!) Bunu şunun için diyorum, parayı verip düdüğü çalan veya sözde telif’li kimi yazarın -kusura bakmayın da bir ayakyolunda kitap(!) imzalamadıkları kaldı ya- her hâllerini paylaşmaları sanal mecralarda sizce de onları -ki varsa- sevenlerinin gözünden düşürmüyor mu, gözyaşı gibi…
Maraş Maraş derler de uy amman bu nasıl Maraş/Al kanlar içinde can veren kardaş… der bir uzun hava ve Maraş’ı, dolayını anlatan türkülerde bile duyarız acılı bir hayat yaşatıldığını oradaki insanların bir kısmına… Oysa hayat denilen armağan kötücül şeyler için bahşedilmedi insana. Her günümüz aslında bir kese altın. Bir kısmını zorunlu harcarız: Uyumak, dinlenmek ve de çalışmak için. Kalanı da bize ait… mi diye de düşünmeden edemem. Ve hayat seçimlerimizden dolayı başımıza gelen şeyler toplamı. Bu yüzden iyi seçimlerimiz olmalı keşkeler en azından az olmalı. Keşkeler çoksa zarardayız.
Bazen zoraki alınır elimizden hayat: kazalarla, savaşlarla, afetlerle…
Maraş, Çorum, Sivas gibi kıyımlarla… En kötüsüyse; başkalarının ‘ölecek ve öldürüleceklerin oluşacağı hayatlar, ortamlar yaratmasıdır ve böylesi ortamların sonucu olanlardır. Bunun da önüne geçmek elimizde ve de seçimlerimizde…
Bir mendil en çok da bunun için kanar abiler, ablalar, dostlar, yoldaşlar, ey istemedikleri hayatları yaşamak zorunda bırakılanlar ve de bırakılacak olanlar…
Mendiliniz hiç kanamasın. Maraşlar, ötekiler yaşanmasın ve hayatlarınız saçlarınızın tek telini bile yapmasın yüzünüze gölge… Ne kadar duygudaş ve birlik olursak istemediğimiz bir hayata o kadar uzak oluruz ve kardeşçe bir ülkeler toplamı dünyada kardeşçe yaşarız.
***
Koşmak ya da ayaklarımızı yerden kesmek için değil, yalnızca hayat yolunda rahatça yürümek için arınmalıyız yüklerimizden, fazlalıklarımızdan. Tıpkı denizin orta yerinde fazla yükünden dolayı batmakla karşı karşıya kalan bir geminin sevk ve idaresinden sorumluların kıyıya sağ salim varmaları için gereksiz yükleri atıp gemiyi de kendilerini de selamete erdirmeleri gibi. Yoksa gereksiz inat ve dediğim dedik anlayışı gemiyi de gemidekileri de fazla olan yükleri de kurtarmaz. Ne kadar çabuk farkına varılırsa o kadar iyi olur herkes ve her şey için. Çünkü biz insanlar için fazlalıklarımızın farkına varmak bir geminin sevk ve idarecilerinin acil durumun farkına varmaları gibi çok ama çok önemli. Belki daha önemli… Kaybedeceklerimizin yerine koyabileceğimiz her şey yitiklerimizi asla karşılamaz. Hele bunca engelin olduğu dayatılmış bir yaşamda menzile varabilmek için daha çok hafif olmalıyız. Çünkü ne kadar hafif, yalın ve de sıfatlardan oluşan yüklerimiz olmazsa o kadar hızlı anlarız birbirimizi ve o kadar hızlı göğüsleriz menzilimizi… Ah yüreklerimizi arındırabilsek şüphelerden oluşan kurşunlardan ve taşlardan; işte o zaman isteği dışındaki yüklere iki büklüm olmuş Pegasuslardan daha hızlı oluruz. Bir düşünün kim tutabilir suyun ışığa dönüşümünün sevdasını, yolculuğunu ve hangi bent durdurabilir insan selini. Ne demişti Cem Karaca: durduramayacaklar halkın coşkun akan selini
Asıl felaket insanın kendini tanımamasıdır, inanın. İnsan kendini kandırınca, aldatınca, başkalarını da kandırdığını, aldattığını sanıyor heyhat… Bu öyle böyle sürdükçe de o insan yalnızca kendisi değil bir başkası oluyor.
Gerçek insanlar mı yoksa kopya insanlar mı olacağız; yanıtı da çözümü de kendini kandırmaya çalışanlarda asıl. Bütün mesele içimize yolculuk yapabilmek, kendimizi tanımak…