1 Kasım 2019’da saatlerce öpe koklaya uğurladık sevgilimizi, kızımızı… Bize gelen ve yüreğine bizi saklayanımızı… Koyu karanlıktayken umudu hatırlatanımızı; Elektra’mızı uğurladık… Nerelere sığabileceğimizi bilemezken Barış’ın kitap tanıtımını hatırladık.
Aynı akşam Barış Soydan’ın yeni kitabının tanıtımı vardı ve Barış’ın elinden çıkmış iyi bir polisiye okumak hevesiyle vardım oraya. Güzel bir mekanda dört dörtlük, iyi bir gece hazırlanmıştı. Masanın üstünde “Kediler ve Erkekler”i gördüğümde Elektra’nın bize bir hoşbırakma partisi hazırladığını düşünmeden edemedim. Kitabın kapağına kocaman harflerle “Uykudan önce öyküler” yazılmış olsa da yine bir polisiye okuyacağım hissi Barış’la konuşana kadar devam etti.
Bu satırları okuyanlar Barış Soydan’ı en çok T24’teki yazılarından bilir. Benim gibi piyasalardan, verilerden hiçbir şey anlamayan büyük çoğunluk için ekonomiyi soyut kimliğinden arındırıp, halka indirir, anlaşılır kılar yazılarında. Kitaplarla, edebiyatla ve hayatla ilgili başka yazıları da vardır Barış’ın ve ne şanslıyız ki onları da Mesele’de yayınlar. (Şimdiye kadar okumadıysanız, “Sokaklardan Kitaplara” köşesinden bir yazı: Paul Auster okurken neden kendimizden korkarız?
Barış’ın hikaye kurmasında gazeteciliğinin faydasını, etkisini önceki kitaplarında çokça görürüz. Aslında “polisiye” siyasetten, hayattan, büyük hikayeden kopamaz; koparanlar da liberal ekonomi yazarları gibi olanı göz önünden çekme gayreti içindedirler. Sisli bir geniş zamanda, zamandan ve mekandan kopmuş gibi yazmak zorunda hissedenler de bilirler elbet; her şey herkese aittir, anlatılan hep, bizim hikayemizdir.
Kediler ve Erkekler’lerde de bir gazetecinin duyarlılıklarını hatta alışkanlıklarını hatırlarız birçok defa. “O gün (2017 yılının 14 Nisan günü) şehrin merkezindeki beş yıldızlı bir otelde düzenlenen Türkiye Zoonotik Hastalıklar Sempozyumu’na gitmese…” cümlesinde 5N1K’lı anlatımlarla karşılaşır; ya da “Bir PR’cı atasözüne göre, ‘Algı gerçektir.’…”de olduğu gibi basın dünyasına girer çıkarız. Bu arada ilk hikaye “Rıfkı’yla Aykut”un polisiye beklentimi boşa çıkarmadığını söylemeliyim. Yazarımız İstanbul’un merkez mahallelerinden birinde adeta bir dedektif edasıyla gezmiş de yazmış.
Barış Soydan kitabında gazeteciliğin perde arkasını da göz önüne sermiş. Mesela Salih’le Şaban adlı hikayesinde Murat Bey’in “Gerçek patronun kim olduğunu böylece öğrendim: Reklam verenler. … (Ya da onlardı. Medya tek bir patronun, devletin eline geçmeden önce).” sözleriyle anlattığı gibi. Salih’le Şaban kitaptaki en sevdiğim öykü oldu; üçüncü sayfa haberi olmak dışında hikayesi anlatılmayanları hatırladığı için belki… Belki esnafta gördüğüm mahcup kedi sevgisini bu hikayede yakaladığım için… Salih’le birlikte hepimizden bahsettiği ve tabii ki Taksim-Levent Metro Hattı yolcularından biri olduğum için belki de…
Kitaptaki diğer hikayelerde de rastladım kendime. Uydu kente taşınıp orada yapamadığımı hatırladım birinde. Bir diğerinde çaresizce Wernicke-Korsakoff hastalığına yakalananların hikayelerini, cezaevindeki ölüm oruçlarını, ölenleri izlediğimiz zamanları…
Bu ülke umut dolu hayatlar sunmuyor kimseye. Gerçeklerden uzak, kendi kaleciklerinde tatminsiz hayatlarını sürdürenlere diyecek sözüm yok. Ne tartışmaya ne uzlaşmaya, hiçbir zaman yollarımız kesişmez onlarla. Kalanlarla, nerede ve hangi fikirde olursa olsun, aynı gemide ve benzer hallerde çırpınmaya devam ediyoruz. Şimdi sessizce bekleyen çoğunluğuz ama umut hala var bir yerlerde…
“10 Ekim 2015” de umudu yeşertmek için sahip çıktığımız bir gündü. İnadına barış diyorduk, hala da diyoruz ya üç beş kişi… Bunu hep birlikte söylemek, o sesi Türkiye’nin kalbinden, başkentinden, tam ortasından çoğul biçimde dile getirmek belki değiştirebilirdi olan bitenin seyrini. Bu nedenle önemsiyordum 10 Ekim mitingini ama rahatsızlandığım için gidememiştik. Sonra, o katliam… O kadar güzel insanı öldürmek nedendir? Bugün katillerin yalnız olmadıklarını öğreniyoruz haberlerde. Sevdiklerimizin can verdiği günün ertesinde Elektra camı çalmış, yeni canlara hayat vermek için bizi seçmişti. Adeta “Aç, sende doğuracam, başka çarem yok” demişti.
“Elektra” adını; gündüzü alt kattaki elektrikçi Recep Bey’de, akşamları da bizim mutfak camının önünde geçirdiği için biz takmıştık, sonra mahalleli de alışmıştı. Doğumun yakın olduğunu biliyorduk ama daha önceki doğumlarını biz hep işte olduğumuz için Recep Bey’in dükkanında yapmıştı. Ama Pazar günü dükkan kapalıydı; ö nedenle bizi seçmişti.
İnatçıydı. Daha önce bir başka komşu ev kedisi yapmak istemişti de her yanını tırmaladıktan sonra yine sokağa çıkmıştı. Yani “bize” gelmek istedi ve geldi. O günkü yaralarımızı sarmak; “Hayat devam ediyor hala” demek için geldi. Dört güzel yavruya can verdi, büyüttü. Çocuklara yuva bulduktan sonra tekrar sokaklara döneceğini düşünürken kalmayı seçti. Evdeki diğer kedilerle anlaştı, yatak odasında baş yastığı yanına yerleşti, misafirlerimizi ağırladı. Ama her akşam bir saat çıkıp mahalleyi dolaşmayı da hiç ihmal etmedi. Biz sadece onu izledik. Onun sevgisine bıraktık kendimizi, onun mırıltılarında yıkadık ruhumuzu. Kısacık ömrüne bizi de sığdırdı ya, toprağı bol olsun.
Kediler öyledir. Asıl olarak her biri en çok kendidir, sonra kedidir ve sonra sizinledir. Aynı bizim gibi.
Dönelim Barış’ın kitabına. Sevgiyi göstermekte erkeklerle kediler, kadınlarla köpeklere göre hep daha mesafeli nitelendirilir. Bir erkeğin kendini bir kedinin yumuşacık bedeninde sevginin kollarına bırakma hali aynı fotoğrafta zor bir araya gelir nedense. Babalar sevgisini gösteremez misali erkekler de vakur bir edayla karşılarlar kedilerinin sevmelerini. Metin’le Pati hikayesinde hatırladım bu erkeklik halini. Belli etmeden, ciddiyeti bırakmadan bir kenara ve usul usul sevmeyi hatırladım.
Plaza Kedilerini Besleme Örgütü’nde ise Barış beni sobeledi. Bizim iş yerinde de benzer bir durumu yaşıyoruz. Koca şehirde bir gıdım yer bırakmadık hayvanlara. Şimdi şehrin betonlarında onlar için ne yaparız diye uğraşmaya çalışıyoruz. Biliyoruz, yaptığımız yeterli değil… Biliyoruz onlardan aldığımız hayatı geri veremeyiz hiçbir biçimde. Belki sadece onların hayatlarını birazcık kolaylaştırmaya çalışıyoruz.
Başucu yazarım Ursula K. Le Guin, Kadınlar Rüyalar Ejderhalar’da “…, ama ben başka bir şeyin peşindeyim; şık bir pasta olarak değil, ekmek olarak şiirin; başyapıt olarak değil, yaşamak için yapılan iş olarak şiirin.” diye anlatır yazıyı. Bu nedenle kitaplarda yazara has kişisel eğilimlerle karşılaşmak sevindirir beni, çünkü samimiyet ifadesidir. Edebiyatı ulaşılmaz kulelerinden indirip, herkese ve herhangi birine ulaştırmayı anlatır bana; iyi gelir. Benim yastık altına sakladığım, onlardan kaçıp saklandığım kelimeler vardır. Bilirim, oturup onları hayata taşımak cesarettir. Hepimiz, her birimiz kendimizi ifade edebildiğimiz ve ancak cesaret ettiğimizde değişecektir yaşam… Yani edebiyat sokağa çıktığında, daha önce değil…